17 Aralık 2016 Cumartesi

Şeb-i Arus

Göğsümde Kur'an gerilmişim,
Ellerim ve ayaklarım kana,
Düşüncem güle bulanmış.

Gerilmişim,
Uzaklaştırılmaya çalışılıyor sözlerin.
Bir düş bahçesinde oynayıp,
Seni düşlüyorum.

Uyuyakalmışım,
Bir elim sana uzanmış,
Boş bırakır mısın?

Zihnim güneşe bulanmış,
Düşünüyorum yaptıklarını.
Sen çölde kumlar,
Ben burda, iki yaka arasında,
Kuruyoruz evrenimizi.

Yalnızım ve andım buna,
Antik dönemden kalma bir heykelim,
Yalnızca bakıp geçilen.

Nar bahçesinde yaşamıyorum,
Bu bana görünen nâr,
İnsanlar gül sanıyor.

Hilâle mi gererler beni,
Kucağıma inancı vererek;
Karşıma geçip gülerler mi,
Yoksa yürürler mi bakmadan,
Artlarına?

Zihnim feci hâlde dolu;
Kalbimdense damlalar hâlinde,
Ruhum akıyor.
Bir su sesi gibi uzaktan dinleyen için,
İçimin boşalışı.

Dilimde sözlerin,
Yüzüm gözüm çiziklere bulanmış,
Kızgın kalem uçlarından.

Akan her damla kanı içiyorum,
Öyle susamışım.
Benim olan ne varsa sana sunuyorum,
Kabul eder misin?
-Bana âit hiçbir şey yok, onunum.-

Okuduklarımı duvarlarına kazıyorum,
Belleğin.
Okur musun beni de,
Onu okuyuşun gibi;
Oku beni, oku beni, oku.

Kalemi ortasından yarıyorum,
Parçalarını herkes birleştirse de,
Anlamını kimse bilmez.

Horozun öttüğünü duymadım,
Seni de inkâr etmedim.
Ben değilim inkârcı,
Kapında yatan bir âciz.

Sözlerim acz tutuyor,
Yaşayışım da.
Her şeyin ortasında kalmış,
Uzatmanı bekliyorum elini,
Kendi sıratımdayım.

Hatlar arasında kendimi görüyorum,
İçimden geçmiş elifler,
Göğsümde çift vav.

Hiçbir şeyin tek başına,
Her şey olamayacağı kanısındayım,
İlk günden beri.

Sen kutlandın ve kutsandın,
ve ayrıldın mutlulukla,
Ardında milyar özlem bırakarak.
Kutla beni ve bizi,
Bırakma ardında.

Âh, ne zaman gelecek,
Düğün gecem;
Yoksa hiç kavuşamadan,
Yok mu olacağım?

Şeb-i arus, dediler güne,
Ne güzel demişler, dedim içimden.
Aşkı koydular içine,
Benliğimi koy kendine.

Göğsümde Kur'an gerilmişim,
Ellerim ve ayaklarım kana,
Düşüncem güle bulanmış.

Bir gül bahçesinde oynayıp,
Seni düşlüyorum.

8 Aralık 2016 Perşembe

Kalbim Öylesine Savruk Ki

Kalbim öylesine savruk ki.
Kalbim,
Öylesine savruk,
Güneşlere, yakan gözlere,
Bir kızıl gölge,
Durur tepesinde,
Kimseye sezdirmeden.
Senin toz dediğin,
Kalbimdir.
Kalbim,
Öylesine savruk ki.
Semaya savurma n'olur,
Asırlar sürüyor,
Tekrar inmesi,
Yeryüzüne.
Kalbimi savurma,
N'olur.
Bir bilsen,
Mevsim farketmiyor,
Acının sürerliliği karşısında,
Zaman farketmiyor.
Her şey gelip yerleşiyor,
İçe, en içe,
Aortun başladığı geçide.
Kalbim,
Öylesine savrulmuş ki,
Top(ar)layamıyorum artık.
Yardım eder misin,
İçinden acıları çekmeye,
Arınmış bir kalbi,
Yerine eşmeye.

4 Aralık 2016 Pazar

Helyum

Hidrojen'e

Dünyadaki en kararlı madde olmasam da,
Kararlıyım bir insanın sahip olabileceğinden,
Daha fazla.
Kararlarımı uygulamakta benzerim,
Hidorjen'den ziyade Helyum'a.
Tüm yapılarım ve elektronlarımla,
Memnunum hayatımdan ve
İhtiyacım yok değişmeye,
Dönüşmeye ve ilave olunmaya.
Ben sürerliliğimi korurum böyle,
Kimse olmadan,
Kimseye muhtaç kalmadan,
Kimseye çeperimde yer açmadan.
Kararlı bileşiklerin başlangıcıyım,
Daha "iki" denildiğinde durağıyım,
Ulaşılmak istenenin.
Ulaşılmak istenenim,
Sadece kendi olarak kalmak isteyen,
Bozulamayan ve kırılamayan.
Atom nedir, gel ve seyret beni,
Karar nedir, sor ve seyret beni,
Bağ nasıl korunur, gör ve anlat beni.
Ben Helyum'um, değil Hidrojen,
Kararlı maddelerin durağı.
Dünyadaki en kararlı madde olmasam da,
Kararlıyım bir insanın sahip olabileceğinden,
Daha fazla.

1 Aralık 2016 Perşembe

Ala Zaman Aralıklarında Bir Gezinti

Saklıyorum ve daha sonra sakladığım yerden memnun kalmayıp,
Daha derinlere gömüyorum ki görünmez olsun bakan gözler için,
Ki görmekle bakmak arasındaki fark sivrildikçe her dâim,
Daha da ulaşılmaz olsun hayata anlam katan bu gizim.
Nasıl ki yuva yapamazsa bir kartal dağdan aşağı yerlere,
Yerleşemezse bir fil kendinden küçük, basık ve kapanık yerlere,
Ben de öyle taşıyorum olduğum her kaptan,
Dizginlenemeyen bir nehir olup akıyorum insanlar arasından.
Ne pişmanlık ne umursama ne de herhangi bir engel,
Hiçbir şey durduramıyor beni bu bilinmez yolda.
Kime saplanıp kalacağımı hissettimse hayal kırıklıklarıyla dolu,
Anlıyorum ki insanoğlu yalnızca acılarla dolu.
Nasıl ki sen gönlü kırıkların içine nüfuz edip yerleşiyorsan,
Ben de öyle durulmak istiyorum en nihayetinde.
-Uca doğru yol aldıkça kendimi merkezde görüyorum.-
Bilmem nedendir, yaklaştığım herkesi uzaklaşmış görüyorum;
Biliyorum ki acım benimdir, kederim, hüznüm.
Biliyorum ki hiçbir şey anlatıldığı gibi geçip gitmiyor iz bırakmadan.
Yorgunum bir cennet artığı olarak bu sürgün durağında,
Bin cinnet geçirmiş kadar yorgun duyumsuyorum zihnimi.
Çevrilmişim ben farkında olmadan en can alıcı oklarla,
Dokunduğu her yerde bir dağlanmaz yara açıyor sözler.
Ağzımdan çıktıkça kusmuğa dönüyor bu sözler,
Artık bitse ömür ve kesilse tüm kelimelerin ardı sonsuza dek,
Bir küvet içinde suya karışan kırmızı damlalar olsa son görüntü,
Bir zaman artığı olarak, ala zaman aralıklarında.

26 Kasım 2016 Cumartesi

Merkezkaç

Seni hayatımın merkezine yerleştirsem,
Bir sorunsal bekler beni:
Hayatıma nasıl devam edeceğim konusunda.
İçinden çıkılmaz bir hâl alır,
Tüm savruk düşüncelerim.

Merkezimin kuşatıldığını hissediyorum içte,
Oysa dışta her şey bir köy yolu kadar tenha,
Bir çeşme kadar ıssızlıklar içinde,
Dağ yamacından seyredilen bir geniş ova.
Seni içime yerleştirsem ne olur merkezim,
Hayatına payitaht mı yoksa harabe mi?

Söyle bana nasıl geçeyim içinden,
Her şeye dokunarak mı,
Yoksa teğet mi hayatına;
Neresinde durayım yolun,
Kesişme/kavuşma durağında mı,
Yoksa iki uzun yol ayrımında mı?

Bir Anafarta zaferine dönüş hayatım için,
Yıkılıp giden bir imparatorluk olmak istemiyorum,
Yalnızca tozlu kitaplarda hatırlanan.
Bir kuruluş ol benim için,
Her şeyin sonlandığı ânda olmak istemiyorum.
-Bir zafer ol benim için.-

Biliyorum ki karamsarsam da,
Aydınlanabilirim seninle.
Her yol ışıklı değil anla,
Karanlık yollardan geçip de geldim.

Yeni bir söyleyişle seslenmek istiyorum sana,
Yeni bir dille,
Yalnız bana ait olan
ve yalnız sana yönelen,
Yalnız sana seslenen.

Bir orkide ol ama bükme boynunu,
Köklerin acı çektiriyor bana.
Âh kılcallarıma kadar girmişsin,
Eri(ş)mişsin beynime kadar.
Aşmışsın aklımın hudutlarını.
Ulaştığın köklerim acı çektiriyor bana.

24.XI.16, yolda.

12 Kasım 2016 Cumartesi

Alacakaranlığın Elsa'sı / Elsa Seni Seviyorum

Elsa seni seviyorum ama bunu söyleyemiyorum,
Anlıyor musun;
Bir diken gibi dilime batıyor sesler,
Aldığım her nefes boğazımı yakarak geçiyor,
Sanki sıcaktan kavrulmuş bir ısırgan otu.
Elsa seni seviyorum, beni duyuyor musun?

Öfkesini kusmak istiyor içindeki saklı yas,
Bir kin bulutu gibi üstünde dolaşan ne;
Kus artık sözlerini ve rahatla hiç olmadığın kadar,
Sen böyleyken dilsiz kesiliyor tüm kullar;
Elsa seni seviyorum, beni kavrıyor musun?

Ne yana gitsem kimsesizlik karşılayandır beni;
Dilimin ucuna gelenler lav gibi,
İçimi yakıp çıkar dışarı, sıyırır tenimi.
Geceye meftun olsam da severim günü,
Alacakaranlığın perdesi arasından görürüm seni;
Uykuyla uyanıklık arası düşümsün benim.
Elsa seni seviyorum, söylüyor musun türkümü?

8 Kasım 2016 Salı

Su Kanatlı Kuş

Kanatları sudan olan bir kuş görüyorum rüyâmda,
Uçuyor iklimler boyunca gözlerinde silik bir buğuyla.
Kim bilir hangi harabeden topladığı kırık dallarla,
Bir ateş yakmak istiyor konduğu dalgaların ayağında.
Mânâyı tüyleri arasına sakladıkça birer birer,
Görünürlüğü azalıyor kendisinin ve kimse inanmıyor,
Su kanatlı kuşun dinginliğinin geceye sirâyet ettiğine,
Söz ovasında bilinmez bir yaraya yuva yaptığına.
Oysa kabul görmese de bir baş tâcı edilse de,
Yalnızlık onun yaratılışından bir nişâne gibi içinde.
Dokunuldukça dalgalanmaya ve dağılmaya mahkûm varlığı,
Bir su damlası olarak çoğalıyor halka halka.
Genişledikçe çizgilerini kaybediyor duruluğu,
Artık her şeyi görüyor ve kapatmak istiyor,
Bu sessiz dinginliğin içinde buruk gözlerini.
Ben ne rüyâmdan uyanmak istiyorum ne de kalkmak.
O uçsa denizin üstünde hiç konmadan sonsuza dek,
Ben de kalsam bu kitli ânın derinliklerinde.

5 Kasım 2016 Cumartesi

Albatros

Âh albatros,
Konsana omuzlarıma,
Uçalım uzaklara,
Derinden yol alarak,
Duyurmadan kimseye.
Sen bende,
Ben içinde saklı,
Hafif.

Herkes geçmişimin yabancısı,
Oysa herkes sahibi gibi bildiğinin;
Bana aitmiş sanki çoğu zaman,
Yokluğun müjdecisi oysa;
Bilinmeyenlerin söylemi,
Bu gülünç çağın köksüz oyunu/onuru.

Açık denizlerin gölge değmemiş ufkunda,
Dolaşsak kime rastlarız,
Kendimizdan başka.

-Bâkir tüm düşler.-

Utanç kaldı mı dünyanın,
Herhangi bir köşesinde?

Albatros şâirim misin gerçekten,
Şiirin kanatları mısın;
Bir düş perisi misin,
Leşi seyreden mutlu ölüm mü;
Kimsin sen,
Ak düşün kara albatrosu?

Değişmeyecek ve değiştirmeyeceksek,
Yaşamayalım daha fazla.

Bir leş ne kadar onurluysa,
O kadar gururlu çağ.

28 Ekim 2016 Cuma

Reconstruction

Yeniden yapmak istiyorum,
İçimi, dışımı;
Kendi süzgecimden geçip,
Var olmak istiyorum.
Delinmiş bir bulut gibi,
Durmadan su kaçırır zaman.
Gün, yüzü çevrik güzel,
Kaçar geceyi yamar.
Mağaranın ağzındaki taş,
Düştü düşecek yamaca doğru.
Yeniden yazar mısın,
Yazılması gerekeni;
Yazılması isteneni.
Kimse memnun değil,
Yaşadığından;
Oysa kimse görmüyor,
Yaşattığını.
Hangi yakada doğum,
Ölüm hangisinde;
Asya'dan Avrupa'ya taşan ve taşınan,
Sadece ölüm mü;
Ölüm göğsünde mi tüm dinlerin?

Değiştir yazgıyı, zor değil.

Kelimeleri eksiltmeye çalışma çabam,
Yalnızca benliğimin eksilmesiyle sonlanıyor.

Hepsi bir kurgu,
Yaşadıklarımın.
Hakim değilim,
Kendime.
Rolünü oyna,
Işığı kapat, bak:
Sahne sessiz.

Sandıklarımla sancılarım arasında,
Kalmışım:
Unutmasözlerimi.

19 Ekim 2016 Çarşamba

Sait Faik Abasıyanık’ın “Yılan Uykusu” Adlı Hikâyesi Üzerine

Abdullah Ezik
20130113044

Sait Faik Abasıyanık’ın “Yılan Uykusu” Adlı Hikâyesi Üzerine

Sait Faik Abasıyanık’ın “Yılan Uykusu” adlı hikâyesi Alemdağ’da Var Bir Yılan[1] kitabında yer almaktadır. Kitap, 1954 tarihinde Varlık Yayınevi tarafından yayımlanmıştır.
Hikâyede gerçekle düş iç içe geçer. Bir rüyâ hâli söz konusudur. Soyutluk artarcasına giderek gerçeküstü öğeler öne çıkmaktadır. Evin içinde mevsimler değişir, zaman değişir, kişiler bir yok olur bir var olur. Sanki gerçekliğin yitişiyle hayattan kopulur. Hikâyenin adı gibi uzun bir uykudan söz etmek mümkündür burada. Yılanların yattığı kış uykusu, çok uzun sürmesiyle bilinmektedir. Burada da metin ilerledikçe her şey daha da karmaşıklaşmaktadır. Uzun bir rüyâdadır sanki karakter. Bir yılan uykusu misali uyanış çok geçtir.
Bu yazıdan Gérard Genette’in “anlatı ve söylem” kuramı kapsamında çeşitli görüşler belirtilecektir. Gérard Genette, Anlatının Söylemi[2] adlı kitabında geliştirdiği kuram ile metinlere bakış konusunda yeni bir yol geliştirmiştir. Bu kuram ile beraber artık metinleri yapı bakımından incelemek de belirli metotlara dayanmaktadır.
Gérard Genette, Fransız eleştirmen ve edebiyat kuramcısıdır. 1930 yılında doğmuştur. Sorbonne Üniversitesi’nde Fransız Dili ve Edebiyatı alanında profesör olmuş ve geliştirdiği kuramlar, yazdığı makalelerle önemli fikirler öne sürmüştür. Anlatının Söylemi adlı kitabıyla Kayıp Zamanın İzinde’den yola çıkarak kurgusal açıdan metinlere yaklaşan kuramını geliştirmiştir. Bundan sonra sistemleştirme ve başka metinler üzerinde de metodu deneme yoluyla eserini kaleme almıştır. Bu yöntem herkes tarafından kabul edilmemiş, karşıt görüşleri de doğurmuştur. Genette’in yönteminin kurguyu fazlaca öne çıkardığını ve dolayısıyla metnin anlamını öldürdüğünü düşünen başka eleştirmenler yeni kuramlar geliştirmiştir. Bu nedenle Genette’in anlatı ve söylemi gerek kendi yapısı gerekse edebî metinlerin farklı şekillerde incelenmesine de olanak tanımasıyla önemli bir yer kazanmıştır. 
“Yılan Uykusu”, mesafe olarak “dolaysız söylem” ile oluşturulmuştur. Karakter ve anlatıcının sesleri birbirine karışmıştır. Metnin aktarıcısı, yani yazarı karakter olarak da metne dâhil olmuştur. Dolaysız söylem için gerekli olan bu unsurlar tamamlanmıştır.
“O kuşa ıslık çaldı. Kuş cevap vermedi. BANA döndü. “Buz kestim orda,” dedi, “bu odaya gelsene!” “O oda sıcak mı?” diye sormuşum gibi “Sıcak ya,” dedi, “bu oda ısındı.” “Senden mi,” diye sormuşum gibi…”[3]
Aynı zamanda metinde yazarın okuyucuyla konuşur gibi hareket etmesi de öne çıkmaktadır. Metne geniş zamanda ve konuşur gibi giriş dikkat çekicidir. Özellikle genellemelerde bulunarak başlayıp daha sonra giderek özelleştirmesi ön plandadır. Evrenselden öznele doğru bir ilerleyiş söz konusudur. Bu da anlatılan olaya doğru dışarıdan yaklaşımda keskinleşmeyi sağlamaktadır.
“İşte karşı karşıyasın. İşte o da senin gibi; elli ayaklı, kaşlı gözlü, sıhhatli hasta, sarışın esmer, kafası var, saçları var, kirpikleri var, yalan söyleyen ağzı var. Yüzünde küçük küçük kavga, taş, düşme izleri. Yaramaz bir çocukluğun her şeysi, ufak ufak her şeysi. İşte elleri, parmakları, işte ayakları. Kim bu? İnsanoğlu! Senin gibi tıpkı tıpkısına apaynı.”[4]
Anlatıcının tanımladığı bu insanoğlundan yavaşça karakterin kendine doğru geçilir.
Metnin anlatı perspektifi “ana karakterin kendi hikâyesini anlattığı” açıdır. Ana karakter bir rüyânın içindeymişçesine her şeyi aktarır. Sait Faik’in diğer hikâyelerinde de sıklıkla bu durum gözükmektedir. Dolaysız söylem ile birlikte gelişen bu durumda ana karakter dile gelmiştir. 
Hikâyede odak olarak “içsel odaklanma” kullanılmıştır. Durum, ana karakterin hisleriyle ortadadır. Onun bakış açısıyla değişimler gözükmeden her şey bilinir hâle gelir. Yazar, metne ana karakteri ile yaklaşır. Diğer kişiler ve hisleri arka plandadır. Öne çıkan husus ana karakterdir. Bu da içsel odaklanmayı doğurmaktadır. Olaylar bir şahıs tarafından anlatılmaktadır.
“Sen de kaparsın gözlerini. Belki de onu görmemek içindir. Ne sen onu, ne o seni anlıyor. Belki anlamak ikinizin de işine gelmiyor. “Tanı, tanı, kendini tanı.” İşe başla bir kere bu yönden. Sonra onu da anlayacaksın.”[5]
Bu gibi tanımlamalar aslında anlatıcı, yani yazara âittir. Anlatıcının bu tanımlamaları ana karakterin yapısına göre yapılmıştır. İlişkiler, metnin diğer karakterleri tarafından başka şekilde de yapılabilir. Burda genellemeler ana karakterin bakış açısının genişletilmesiyle oluşmuştur. Bunlar da metinde sıfır veya dışsal odaklanma oluşumunu engellemiş, her şeyi belirli bir bakış açısına göre gelişen biçimde ortaya çıkarmıştır.
Metnin kişisi “homodiegetik anlatı”dır. Anlatıcı, karakter olarak metnin içine dâhil olmuştur. Hikâyenin teklik birinci şahısla yazılan cümlelerinde de bu açıkça gözükmektedir. Anlatıcı, kendi tecrübelerine dayanarak olanları, duygularını, düşüncelerini aktarır. Her şey ona özgüdür. Anlatıcıyla yazarın birleşmesi bunun gereğidir.
“Birdenbire bulunduğuMUZ odanın kapısı açılıverdi. İçeriye rüzgâr girdi. Soğukla beraber yapraklarını dökmüş bir ağaç girdi. Ağacın arkasından duman, dumanın arkasından bir kuş, kuşun arkasından bir bulut girdi.”[6]
“ElbiseleriMin cepleri buzdan kaskatı kesilmişti. EliMi cebiMe de sokamıyorduM.[7]
“İçeriki odaya geçtiM. Yatak hazırdı. O ta köşeye büzülmüştü. Yanına sokulduM. Sıcacıktı. Hamam gibiydi. “DonduM sobalı odada yapayalnız,” dediM.”[8]
“Ağaçta, dediM. “Bırak şimdi kuşu, dediM. İÇİMe bir şeyler doğmuştu. Birdenbire yine garipsemiştiM her şeyi. Onun yanı sıcacıktı.”[9]
Ana karakter ve evdeki diğer kişiler arasında gelişen durumlar aynı dil ekseninde gelişip gitmektedir. Bu olanlar hep ana karakterin bakış açısıyla sunulmuş, homodiegetik anlatı, dolaysız söylem, ana karakterin kendi hikâyesini anlatması birbirine paralel olarak devam etmiştir.
Metnin anlatma zamanı “sonradan anlatma”dır. Anlatıcı, önceden yaşanmış olayı anlatmaktadır. Metin kaleme alındığından “yılan uykusu” bitmiştir artık ve anlatıcı rüyâdan gerçeğe dönmüş gibidir. Metinde kullanılan dil de yine sonradan anlatmayı göstermektedir. –DX’lı cümle yapısı bunun en belirgin işaretidir.
“Yatağımın üstüne oturDUm. Bir cıgara yakTIm. İçeriki odadaki ağaç buzlu cama pat pat vuruyorDU. Sobanın sesini duyuyorDUm. Bulunduğum odanın kapısı vurulDU. “Girin!” diye haykırDIm. Üstünde yeşil renkli bir yağmurlukla bir adam girDİ.”[10]
“Odam biraz ısınmışTI. Soba gürül gürül yanıyorDU.”[11]
“İçeriki odaya girmek canım istemiyorDU. Herhalde o da kalkıp çoktan gitmiş olacakTI. Kuşla beraber pencereden çıkmış olacakTI. Ama o oda herhalde hâlâ sıcakTI. Ağacı yerinden söküp balkon kapısından fırlatTIm. Dumanla bulut da onun arkasından kendi kendilerine gitTİler.”[12]
Hikâye düzen olarak “analepsis” ile kurulmuştur. Anlatıcı, önceden olmuş bir olayı aktarmaktadır. Anlatı zamanı ile düzen dolayısıyla birleşmektedir. Sonradan anlatmayla analepsis örtüşür. Sonradan anlatma için verilen örnekler bu konuda da geçerlidir.
Metnin süresi için yazarın duraklama ve eksiltiden yararlandığını söylemek mümkün. Metinde diyaloglar çok az yer tutmaktadır. Karakterlerin kişiliklerinden çok durum öne çıkmaktadır. Sahne ve özetler bu gibi nedenlerle pek tercih edilmemiştir.
Metinde karakterlerin kuşlar arasındaki konuşuşu sırasında anlatıcı geniş zamana geçer ve onlara dâir düşüncelerini belirtir:
“Kuşlar kötü şeyler söylerler mi hiç? Küçük dedikoduların zararı yok.”[13]
Eksiltiler de metnin genişletilmesi bakımından dikkate değerdir. Örneğin metinde bahsedilen üçüncü şahıs ile odada olan kadının geleceğine veya geçmişine ilişkin herhangi bir bilgi okuyucu ile paylaşılmaz. O karakterlere ne olduğu belirsizdir. Evin durumu da aynı şekilde. Dolayısıyla yazarın bu bölümlerde eksiltiden yararlandığını söylemek mümkündür.
“Sonra… Sonra kar yağmaya başladı.”[14]
“burası ne iyiymiş…”[15]
Hikâyede kullanılan sıklık “tekil anlatma”dır. Anlatıcı, durumu tek seferde aktarmaktadır. Olaylar içinde herhangi bir yere dönüş yapılmaz. Tekrarlama söz konusu değildir. Metin kronolojik olarak ilerlemekte ve sonuçlanmaktadır. Ucu açık sonla biten hikâyenin kurgusu bu şekilde akmaktadır. Tüm bunlar için de tekil anlatma tercih edilmiştir.
Sait Faik Abasıyanık’ın “Yılan Uykusu” adlı hikâyesi onun diğer metinleri gibi kısa, belirli, benzer metotlarla yazılmıştır. Sait Faik’in diğer metinlerinde görülen pek çok husus burada da göze çarpmaktadır. Anlatıcıyla birleşen karakterler, dolaysız söylemin ağırlığı, kısa metinde belirli öğelerin ön plana çıkışı gibi hususlar bunların başlıcalarıdır.
Gérard Genette’in “anlatı ve söylem” metoduyla Sait Faik’in hikâyesine bakıldığında ortaya çıkan sonuçlar genel olarak böyledir.


[1] Sait Faik Abasıyanık, Alemdağ’da Var Bir Yılan, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, Ekim 2012.
[2] Gérard Genette, Anlatının Söylemi, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, İstanbul, Haziran 2011.
[3] A.g.e. syf: 116-117
[4] A.g.e. syf: 115
[5] A.g.e. syf: 116
[6] A.g.e. syf: 116
[7] A.g.e. syf: 116
[8] A.g.e. syf: 117
[9] A.g.e. syf: 117
[10]A.g.e.syf: 118
[11]A.g.e.syf: 119
[12]A.g.e. syf: 119
[13]A.g.e. syf: 119
[14] A.g.e. syf: 116
[15] A.g.e. syf: 117

17 Ekim 2016 Pazartesi

Sait Faik Abasıyanık’ın “Bir Hastalık” Adlı Hikâyesi Üzerine

Abdullah Ezik
20130113044

Sait Faik Abasıyanık’ın “Bir Hastalık” Adlı Hikâyesi Üzerine


Sait Faik Abasıyanık’ın “Bir Hastalık” adlı hikâyesi 1954 yılında Alemdağ’da Var Bir Yılan adlı kitabının içinde yer alan bir metindir. Varlık Yayınevi tarafından kitap basılmıştır.
Hikâyede temel olarak anlatıcının “milletvekili hastalığı” olarak tanımlanan bir saplantıdan söz edilmektedir. Milletvekili hastalığı, ruhi bir hastalıktır ve bu hastalıktan kurtulmak oldukça güçtür. Sıklıkla tekrarlamakta ve tam olarak kurtulunamamaktadır. Hikâyenin ana karakteri Rahmet Hoca, bu hastalığa kapılmış ve bu yolda gerektiğinde bütün parasını pulunu da harcamıştır. Hikâyenin yazıldığı dönem de düşünüldüğünde bu tür vakalar bilinmektedir. Metin, bu hastalığın işleyişi göz önünde tutulduğunda önemli bir hiciv eseri olarak da algılanabilmekte, günümüz için de ele alınabilmektedir. Makam mevki peşinde koşan insanların durumu, bu uğurda her şeyi yapabilmeleri, sonunda bunun giderek insanı yolundan çıkaran bir saplantı hâline dönüşüşü önemlidir. Rahmet Hoca da zamanla insanların şişirmelerine, kendini kandırmalarına, dalkavukluklarına göz yumarak sonunda bu hastalığa kapılmış ve hiç kurtulamamıştır. Kaymakamın, köylülerin kendine söylediklerinin etkisi altında kalmıştır. Hemşehrileri de sonunda onu milletvekili seçildiği yollu birşakayla trene bindirip Ankara’ya yollarlar. Sonunda tüm bunların altında kalan Rahmet Hoca gerçek ile yalan arasında kendini yitirir ve metnin sonunda nerdeyse bir deliye döner, herkesin eğlencesi olur. 
Hikâyede milletvekili hastalığının dışında kasabalı-köylü, istanbulin-frak gibi çeşitli zıtlıklarla da dönem farklılıklarına, hayatın değişimine göndermeler de mevcuttur. Bu küçük ipuçları sosyal hayata dâir de çeşitli anlamlar taşır.
Her hikâye kuruluşuyla belirli kodlar, metnin inşa edildiği belirli yapıları aydınlığa kavuşturur. Bunun üzerine pek çok araştırma yapılmış, kuramlar geliştirilmiştir. Bunlardan önemli olan bir çalışma da Gérard Genette’e âittir. Gérard Genette, Anlatının Söylem[1]i adlı kitabında yeni bir teknikle hikâyelere yaklaşmaktadır. “Anlatı ve söylem” özelinde gelişen bu metot ile metinlerin kurguları üzerine çıkarımlarda bulunmak ve onları anlamlandırmak öne çıkmaktadır.
“Anlatı ve söylem” üzerine çalışmaları yapılanan Gérard Genette 1930 doğumlu Fransız eleştirmen ve edebiyat kuramcısıdır. Kuramıyla dünya edebiyatlarını incelemek adına önemli yollar göstermiş, ufuk açıcı çalışmalarda bulunmuştur. Sorbonne Üniversitesi’nde Fransız Edebiyatı dalında profesör olmuş ve buradaki çalışmalarıyla önemli yerlere gelmiştir. Edebî metinlere kuramsal yaklaşımıyla öne çıkmaktadır. Geliştirdiği sisteme eleştiriler de yapılmıştır. Metnin kurgusal düzeye indirmesiyle anlamı silikleştirdiğinin söylenmesi öne çıkmaktadır.
Bu yazıda Gérard Genette’in kuramından yola çıkılarak “Bir Hastalık” hikâyesinin kurgusu üzerinde durulmaya çalışılmıştır.
“Bir Hastalık” hikâyesinin mesafesi “dolaysız söylem”dir. Her şey olayların tanığı ve aktarıcısı karakter tarafından anlatılmaktadır. Burada karakter ile yazar iç içe geçmiştir. Olaylara yaklaşımıyla adını bilmediğimiz karakter tüm yaşananları aktarmaktadır, tabi bu bir yanıyla da yazarın kendisidir.
“Doğduğum şehrin bazı köyleri kasabaya çok yakındır.”[2]
“Onun hastalığının başlangıcına ben rastlamadım.”[3]
“Korkunç sıfatıyla sıfatladığıma bakmayın!”[4]
Cümlelerden de anlaşılacağı üzere olaylarda kullanılan dil de dolaysız anlatımı destekler niteliktedir.
Metnin anlatı perspektifi “yardımcı karakterin ana karakterin hikâyesini anlatması”dır. Metinde söz konusu olan Rahmet Hoca’dır ve asıl karakter odur. Anlatılan onun hayatı, onun hastalığıdır. Dışardan bir başkası onun durumunu hastalık olarak tanımlamakta ve aktarmaktadır. Bu süreçte görüşlerini de olayın içine dâhil etmiştir. Hikâyeyi anlatan kişi adını zikretmese de olayların bir kısmına tanık olmuş, bir kısmını başkalarından duymuştur.
Hikâyede kullanılan teklik birinci şahıslı yapı da olayları kaleme alan yazarın dilidir. Yardımcı karakter durumunda olan ve Rahmet Hoca’yı anlatan yazar, kendini metinde göstermektedir.
“Onun hastalığının başlangıcına ben rastlamadım. Pek küçükmüşüm. Benim yetiştiğim zamanlar Birinci Dünya Harbi patlamıştı. Harbin içindeydik…. Hayal meyal hatırlarım. …”[5]
Bu kısımdan sonra hatırlananlarla beraber metin akmaya başlamaktadır.
Hikâyede odak olarak “içsel odaklanma” kullanılmıştır. Metin, belirli bir şahsın, aslında yazarın bakış açısıyla anlatılmaktadır. Olaylara ve kişilere yaklaşımda belli bir tutum gözetilmiştir. Yazar, herkese karşı objektif değildir. Onun bu yaklaşımı metni içsel odaklanma üzerine temellendirir. Bakış açısında belirli bir şahıs olduğu için de bunu söylemek mümkündür.
“Rahmet Hoca en çok nüfus müdürüne içerlerdi.”[6] dedikten sonra anlatıcı, olayı aktarmaya devam etmektedir. Onun bu kısa cümlelerle karakterleri ve onların çevresindekilere bakış açısını vermesi de söz konusudur.
Metnin kişisi “homodiegetik anlatı”dır. Anlatıcı, karakter olarak metnin içindedir. O da Rahmet Hoca’nın yaşadığı köyden/kasabadan biridir. Metnin başında da bunu belirtmiştir. Hatırladığı kadarıyla savaştan sonra onun köye gelişiyle beraber tekrar dirilen duygularını vs. de anlatmaktadır. Dolaysız söylemin de gereklerinden biri olarak homodiegetik anlatı kullanılmak durumundadır. Bunların hepsi iç içe geçmiştir.
Anlatıcının metnin içinde olduğuna dâir pek çok cümle vardır ve yapıları itibariyle hepsi bunu desteklemektedir.
Metnin anlatma zamanı “sonradan anlatma”dır. Her şey yaşanmıştır ve metin kaleme alındığında Rahmet Hoca’nın durumu ortadadır. O artık deli gibi sağa sola koştururken her şey baştan anlatılmaya başlanmıştır. Hikâyenin dilinden de bu ortaya çıkmaktadır. Her şeyi bilen aktarıcı geçmiş zamanlı cümle yapısını tercih etmiştir. –DX’lı cümle yapısı bunun içindir. Metnin ana cümle yapısında bu özellik göze çarpmaktadır.
“Usturayla tıraşlı kafasına pek bol geldiği için bu şapkayı hiç giymezDİ.”[7]
“NormalleşirDİ. Bir korkudur alırDI kendisini.”[8]
“Biz, mektep çocukları, belediye otelinin bahçesinin parmaklıklarına dizilirDİk.”[9]
Metnin düzeni “analepsis”tir. Anlatıcı, önceden olmuş bir olayı anlatmaktadır. Her şey başlayıp nihayetlenmiştir. Metni okumaya başlayan kişi sonu bilmese de her şeyin daha önceden yaşandığını anlamaktadır. Sonradan anlatmaya uygun olarak da analepsis kullanılmıştır. Metin bütünlük içindedir. Yazarın anlattığı zamanla yazdığı zaman arasında kullandığı dil uyumludur. Yazılan zaman sonrayı işaret etmektedir.
“Bir Hastalık” hikâyesinde Sait Faik Abasıyanık süre olarak farklı yöntemlerden yararlanmıştır. Duraklama, sahne, özet ve eksiltiler hemen göze çarpmaktadır. Kullandığı bu yöntemlerle metni daha zengin bir hâle getirmiş ve kurgusunu güçlendirmiştir.
Rahmet Hoca’nın hayatını şu üç beş cümleyle özetlemesi olaya hızlıca geçmesi bakımından değerlidir:
“Rahmet Hoca bu köylerin birindendi. Okuryazardı. Şiir söylerdi. Saz çalardı. Namaz kıldırır, aşır okurdu. Zeki, sevimli, canlı bir gençti bundan otuz yedi-otuz sekiz sene önce.”[10]
“O da kasaba kahvelerine, kasaba çarşılarına gün ağarırken düşer, öğleüstü pideli kebap yer. Öğle namazını “Orta Cami”de kılar, ikindiüstü eşraftan Hacı Hasan Bey’in yazıhanesinde lafa karışır, hararetlenir, kudretten pembe yüzünde fırıl fırıl dönen yuvarlak kahverengi gözleriyle ateş gibi bir köylü delikanlısı olurdu. Saf saf konuşurdu ama doğru konuşurdu.”[11]
Özetlerle beraber duraklamalar da metnin ilerleyişinde önemlidir. Yazar, duraklarda başka cümle yapılarına geçerek de farklılığı yer yer işaret etmektedir. Örneğin bu özetlerin arasına girerek kendi görüşlerini belirttiği de olmuştur.
“Okumuş yazmış bir köylü gencinin harmanlardan sonra kasaba bu kadar yakınken köyde pineklemesini kimse doğru bulmaz. İnsanın babası bile.”[12]
Yer yer deolayların akışı kesilip anlatının fikirleri devreye girer. Tanımlar yapar.
“Artık bu hastalığın ismi anlaşıldı: Milletvekili hastalığı.”[13]
Yazar, özet ve duraklamaların haricinde sahneden de yararlanmıştır. Sahneler özellikle diyaloglarda kullanılmaktadır. Burada aktarım zamanı ile aktarılan zaman eş olmaktadır. Ancak her diyalog da sahne değildir. Burda ise yazar aradan çekilerek kişileri baş başa bırakmış, araya girmemiştir. Böylelikle sahne oluşmuştur.
“-Ormanı beyhude yere kesilmekten, tahtipten kurtaracağım.
-Bravo! Yaşa!..
-Kel tepeleri ağaçlarla süsleyeceğim.
-Yaşasın mebusumuz!
-Sakarya taşarsa tarlalarımızı basmasın diye setler yaptıracağım.
-Eyvallah!
-Boş araziyi köylüye taksim edeceğim.
-Ambarlar yaptıracağım.”[14]
Metnin sıklığı “tekil anlatma”dır. Yazar/anlatıcı her şeyi kronolojik olarak anlatmaktadır. Aynı olayın tekrar anlatılması, başka gözlerle anlatılması, tekrar gündeme gelmesi söz konusu değildir. Bu da tekil anlatmayı oluşturmuştur.
Sait Faik Abasıyanık’ın “Bir Hastalık” adlı hikâyesi Gérard Genette’in “anlatı ve söylem” yönetimiyle incelendiğinde kurgusu bu şekilde belirmektedir. Yapı olarak birbirini destekleyen uyumlu öğeler kullanılmıştır. Metin eldeki verilere bakıldığında tutarlıdır. Kurgu olarak sağlam, önemli veriler bırakan bir hikâyedir.


[1] Gérard Genette, Anlatının Söylemi, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, İstanbul, Haziran 2011.
[2] Sait Faik Abasıyanık, Alemdağ’da Var Bir Yılan, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, Ekim 2012, syf: 108
[3] A.g.e. syf: 109
[4] A.g.e. syf: 107
[5] A.g.e. syf: 109
[6] A.g.e. syf: 110
[7] A.g.e. syf: 113
[8] A.g.e. syf: 112
[9] A.g.e. syf: 109
[10] A.g.e. syf: 108
[11] A.g.e. syf: 109
[12] A.g.e. syf: 108-109
[13] A.g.e. syf: 107
[14] A.g.e. syf: 111

9 Ekim 2016 Pazar

Gezinti

Porselenleşmiş sesleri süzüp belleğin yanılgısından,
Kötürümün ayakları ucuna bırakacağım.
Savruk can kırıklarının arasından geçip,
Telleri kopmuş sazı elime alacağım.

Yürüyoruz ardımıza hiç bakmadan,
Galatasaray'ın çemberinden,
Karaköy'ün sularına doğru düpedüz.
Kabataş'ın gölgesinde,
Koyu yeşil dalgalar savruk ve aşkın,
Boyumdan öte, üste.
Porselenin sıcaklığını hissediyoruz avuçlarımızda,
Camın dokusunu.

-Yanımdasın ama sözlerin asırlarca uzak sanki.-
Elimi uzatsam dokunabilirdim,
ama korkuyordum yanmaktan.
Biliyorum sıcaksın ve yakarsın dokumu,
Dokunduğum her yerde sen varsın.

Ellerin bir rüzgâr gibi okşuyor kitaplarımı.
Kartpostallar yolluyorsun kalbime,
Geri dönmüyor hiçbiri;
Tüm sözlerin karşılığını buluyor.

Kaç güneş sığar dişlerinin arasına,
Parmakların kaç yıldıza dokunur;
Bir Viking gemisi kadar,
Soğuğun ruhunu taşırsın kıyılarıma.
Yağmalanmaya hazırım, istersen gel.
Yağmalanmaya hazırım, istersen gel.
Hazır tüm ganimetleri ruhumun,
Yağmalanmaya hazırım, gel.

Bu bir emir üstten alta,
Başka türlüsü olanaksız;
Bu bir emir gözden göze,
Anlıyor musun?

Ayak seslerini işitiyorum,
Kayıp Kumbaracılar Yokuşu'nda,
Bulursak bir gün,
Tekrar işiteceğim ayaklarının sesini,
Buluşursak bir gün.

15 Eylül 2016 Perşembe

Çin Aslanı

Porselen cam üstüne işlenmiş Çin aslanları arasında,
Bakıp ak örtülü masaya hayâllere dalıyorum.
Her tarafta açan kavak ağaçlarının ince uzun gölgesinde,
Kendimi giderek küçülmüş buluyorum.
Sessizlik benden yana bu sefer,
Avuçlarımda can çekişen kelimeler benden yana,
Ucundan ağır ağır kan damlayan kalem,
Düşler benden yana bu sefer.
Bana yeni sözler fısıldıyor Çin aslanı.
Kırmızıya karışmış turunç,
Ufku delerek Tanrı'ya ulaşmış çınar:
Bana kendini gösteriyor Çin aslanı.
Birleşip çoğalan nehirler gözümün önüne geldikçe,
Dağ başlarında tüten dumanlar belirir resmin öte yanında.
Mağaralar korkuyu çağrıştırdı bende hep.
Oysa karanlık dışta değil içteydi.
-İçimizdi karanlık olan ve ışıksız kalan.-
Soluk renkler geçmişin sırlarını ulu orta dökerken meydana,
Canlanan ipeklere büründü tüm sırlar.
Bir giz perisi gibi ortalıkta dolanırken şeytan.
İnsanı yanıltan gördüğü değil baktığıydı.
Porselen taslardan çayımı yudumluyorum ağır ağır,
Her yudum boğazımdan yavaşça akıyor,
Tıpkı bir yağmur damlasının çatıdan damlayışı gibi.
Çin Aslanı dile gelsin istiyorum bu ovada,
Ak porselenler canlansın ve susmasın,
Akan seslere karışsın durağan yüzler.
Hayâllerimden sıyrılacağım artık güz sonatında,
Bahar bir köşede can çekiştiğinde,
Dile geldiğinde turunç ağaç yapraklarında,
Susacağım dokuz tahta arasında.

13 Eylül 2016 Salı

Acıları Say

Tüm acıları sayacağım şimdi ve sonra,
Siyah üzüm tanelerini sayar gibi.
Bir elimde defter diğerinde kalem,
Hayatımı çizeceğim,
Orta yerinden.

Yaz en başına defterin,
Doğum bir acıdan ibaret,
Sancı.
Doğan için de doğuran için de,
Her şey bir acıdan ibaret.

Tüm çocuklar terkeder ana babalarını,
Hayat budur ve bu kalacak.
Herkes büyür hiç durmadan,
Değişir, dönüşür ve gelişir;
İnsan başkalaşır hiç durmadan.

Affet beni bu gece,
Layık değilim kendime bile.
Affet beni bu sefer,
Muhtacım.

Hangi acımı dökeyim önüne,
O kadar çok biriktirmişim ki eteklerine.
Sanki taş toplamışım sahiller boyu,
Kumlarda yatmışım çöller boyu;
Sulara sokulmuş ve susuz kalmış,
Sadece demlenmişim zaman boyu.

Tadım da sesim kadar acı,
Fazla kalmışız güneşin altında.
Acılaşmışız,
Bir insan için fazla yanmışız.

Yaz deftere duraksamadan,
Sevmek bir acıdır hiç tükenmeyen,
Tüketilemeyen.
Her eylem tek kişiliktir,
Her aşk tek kişilik,
Her hayat.
-Yanılmadan öte değildir kurdukların.-
Avut kendini.
Ben acılarımı saydım,
Sen başkalarını say.
Avut kendini,
Kurtuluş yoksa başka türlü.

Acıları soy kabuğundan.

Say bana acıları,
Ben de sana sayayım.
Hesaplaşalım vakti gelmeden,
Güz dökmeden yapraklarını,
Dile gelmeden dokunduğun yassı taşlar.
Say bana yaralarını,
Ben de soyayım önünde kabuklarımı.

8 Eylül 2016 Perşembe

Yosun

Dalgınım bir som balığı kadar,
Yosunlar arasına takılmış
ve avuçlarına yakın,
Bir insanoğlunun;
Ölüme yakın, elinde insanoğlunun.

Her yanımı yosun sarmış,
Her yanımı ama.
Ne kalabiliyorum bu boşlukta,
Ne de uzaklaşabiliyorum.
Karaya bu kadar yakınken,
Güneş renkli kum taneciklerini,
Yalnızca seyrediyorum.

Boş bir sahnedeyim,
Oyun da benim oyuncu da;
Hatta dekor da,
Seyircisiyim kendi hayatımın (da).
Müzik susmuş
ve duyulmaz olmuş alkışlar.

Hafıza balıklaşmıyor,
Yalnızca alıklaşıyor insanlar.

Yüzgeçlerim sanki bana tuzak,
Gözlerim başkasına yardım eder.
En kuytuda taşlar bile,
Yalnızca büyük balığa hizmet eder.

Pullarım döküldü,
Yosunlardan kurtulmaya çalıştıkça.
Boş yere,
Güzelliğimden de oldum.
Boş yere,
Yosunlara sarındım,
Örtsünler de üşümeyeyim diye,
Saklasınlar büyük balıktan,
Diye.

4 Eylül 2016 Pazar

Adam & Eve

"Karadut gibi kokuyorsun.
Orman meyveleri dallardan sarkıyordu el değmemiş,
Ben yürüdüğümde,
Sana doğru, dünyaya inişimde.
Korkularım siyah üzüm taneleri kadar çok,
Kuru dallar kadar meyyal yanmaya.
Böğürtlen gibi kokuyorsun,
Kıpkızıl, canlı;
Bildiğim her şey bu kadar."
Dedim.

"Ölüm senin için bir geçit,
Ötesi daha aydınlık buradan ve her şey daha basit.
Cennet, cehennem;
Hepsi önünde, zihninde değil ve ayrışmış birbirinden.
Cümlelerin karmaşık düşündüklerin kadar.
Kendin gibi kokuyorsun,
İlk günkü gibi."
Dedi.

3 Eylül 2016 Cumartesi

Rosetti Kırmızısı

Bir ölüm kaç kişiyi sürükler peşinden,
Kaç ölü bırakır ardında bir ölüm?

Bir ölüm kaç kişiyi sürükler peşinden,
Bir mezara kaç kişi gömülür,
Henüz soğumuş bedenlere sarılı eller,
Sıcaklığını nasıl yitirir?
Kızıl saçlarındaki ölgün şiirler,
Hayat bulamaz çıkmadan mezarından.
Geceyi bekler çıkmak için gün yüzüne,
Deliler, sözcükler ve sevgililer.
Bir baladın karanlık mısraları arasında,
Hayatını anlatacağım;
Seni hiç bilmeyen zihinlere,
Adını kazıyacağım.
Ölüm dedikleri bir avuntu yaşama dâir,
Tutku, kalbin gizli pınarı,
Yolu kesilmiş yolcuların dinarı,
Bir kervansarayda mapus kalışa dâir.
Uykuya dalış yalnızca bir ân,
Sakin bir ırmağa kendini bırakmak gibi.
Ya ölüm, derlerse,
Derlerse ölüm ne diye,
Bırakmak kendini bir uçuruma,
Dönmemecesine.
-Her gidiş kendimden bir parça yitiriş.-
-Kaç ölü bırakır ardında bir ölüm?-
Kızıllığın şafak vakti güneşin doğuşu,
Kızıllığın damarlarımda gezinen kan,
Kızıllığın sevgilim, içimden bir uyanış,
Bir daha uyumamacasına.

1 Eylül 2016 Perşembe

Ermiş

Gittiğim bütün kapılardan kovuldum;
Sana geldim sonunda,
Af varsa katında,
Bağışlanmak söz konusuysa,
Sana geldim sonunda.

Ateşin sıcaklığından bahsedildiğini duydum,
Senden daha çok,
Senin hakkında senden beklemediğim şeyler duydum.

Sana ne zaman geleceğimi biliyordun.

Mâdem sen yazdın bu yazgıyı,
Güzel birkaç şey de eklemen gerekir(di)
ve güzel şeyler de vardır illa yazgımda.

Çölün ortasına vaha koymayı unutmamış sen,
Gönlüm kuru -
-Kurak bir hayat-
Unutma beni,
Ki unutmabeni çiçeklerini sulayayım.

Sana gelmişliğim kabul müdür,
Yadsıyış mıdır senden arta kalanları.
Hiçbir cevap bulamadan onlarca soru sordum,
Sana geldim,
Bir gül kokusunca cevaplanmaya.

Her şeyimi yalnız sana anlatacağım.
Benim için yazdıklarını söyleyeceğim.
Seni dinler mi, deseler de,
Her şeyi anlatacağım.

Kimin kapısından kovulsam,
Bir duvar çıktı önüme.
Hangi yöne dönsem,
Merkezinde oluyordum çemberin.
Bir de baktım ki ardıma,
Başladığım yerdeyim.

İşte şimdi mahşeri soruyorlar,
Söyle bana hangi birini anlatayım?

Gittiğim bütün kapılardan kovuldum,
Ki gittiğim kapılar,
Aslında gitmemem gerekenlermiş.

Yolum, bir yolsuzluktan ibaret-miş.
Şimdi artta kalan erdemleri topluyorum,
Sana seni anlatmak istiyorum,
Benim dilimce,
-Ölümlü.

Ölümsüzler çok anlattı sana, seni,
Tesbihleri düşmedi dilden,
Ben kendi seçimimle dile getiriyorum,
Sana, seni,
Kendimce anlatıyorum,
Anla beni.

Şimdi olduğum yerdeyim,
Durağan.
Merkezindeyim çemberin,
Her yere aynı uzaklıkta.

Yenilsem de şeytana mühim değil,
Ki umuyorum kudretinin varlığını.
İyiliğin şeytandan da yüce değil mi,
Umuyorum ve bekliyorum.
Ki sen diyorsun,
Sen nasıl dilersen ben öyleyim.

Sana inanmadıklarında kaybolmuyorum,
Erimiyorum buharlaşan bir katre su gibi,
Sana kendimi teslim ederken,
Biliyorum varlığını ve görüyorum görmediklerini.

Arabî dediğinde onlara aklın kölesi,
Ben de diyorum anlamsızlığın hâcesi,
Hepsi bir yokluğun içinde,
Bir damla su, bir tutam et.

Sen versen de kalbi, beyni, ciğeri,
Kendileri biçimlendirecekler bedeni.

Benim sana delil saydıklarım,
Onlarca yokluğundu.

Bu yıldızlar, gökte işaretlediğin,
Bu gece, göğe diktiğin,
Bu Güneş, Venüs, Mars ve Jüpiter,
Birer isimden ibaret,
Yanılgıları daha da arttıran.

İsimlendirmeyi bize bıraktın,
Yaratmayı kendine aldın.
Sesleri bize verirken,
Suskunluğu kendine alıkoydun.

Şimdi herkes senden bir ses bekliyor,
Ki hoşuna gidiyor bu: Susmak.
Hiç konuşmadan yanıtlıyorsun,
Söylemesen de anlıyorum.

Her şey başladığında sen vardın,
Her şey bittiğinde de yalnız sen,
Kalacaksın, -var-.

Bir şey ne kadar çoğalırsa,
Anlamı o denli azalır.
Bir avuç kaldık sana inanan,
İnananlarda da inanmayan.

25 Ağustos 2016 Perşembe

İçimdeki Coşku Bir Tufana Evrilmek Üzere

İçimdeki coşku bir tufana evrilmek üzere.
İçim benden sarhoş.

En çok bileklerini öpmek isterim,
Boynundaki damarları,
Şakağının sıcaklığı hissetmek,
En çok seni yudumlamak isterim,
Bir kadeh şarap gibi,
Sarhoş etmeyen.

Sözlerinin tadı mayhoş.

Sarınmışım eğreltiotları gibi,
Eğri bitiyorum damının altında.
Uzaklaşamıyorum evinin saçağından,
Cumban geniş ve yüksek,
Sözlerin kadar.

Bu coşkum senden,
Bu sözler.

İçimdeki coşku bir tufana evrilmek üzere,
Yaklaşan kıyameti duyumsuyorum,
Ölmeden önce aslanın dişlerini gören,
Ürkek bir ceylan gibi.

Birkaç söz incisi kaptım kaçıyorum,
Karanlık ormanlara dalıyorum,
Saklayacağım,
Birkaç söz incisi biliyorum.

İçimdeki coşku bir tufana evrilmek üzere.

23 Ağustos 2016 Salı

Blues

Vücudumu ele geçiriyor dinginliğin.
Kucaklayamadığım zamanın sıcaklığı,
Yuva yapıyor kafesin saçaklarında.
Bu yorgunluğun hazzı damarlarımda,
Gezinirken mütereddit sürelerce,
Yalnızca bir fısıltı duyacağım:
Yo ks un.
Avuçlarımda biriken ter değil,
Zaman aralığından süzülegelen,
Ilıklaşmakta olan kan damlaları,
Hiç durmadan dilimin zikrettiği,
Yarım kalmış ibadetler gibi:
S e n - s e n.
Kime anlatsam sırrını,
Varlığıma bir başka geçit açılır;
Dörtnala koşan atlar,
Sana sevdamı kaçırır.
Bakıra boyanmış dillerden,
Tunca çalan sözler çıkmaz.
Altına sarınmış güneşten,
Madenlerin sancısı yayılır;
Bölünen ve parçalanan,
Şehirlerin kancası takılır.
Gece yalnızlığın kucağında belirir:
Ku rt ul uş ya kı n
ve harfler seslere dönüşür,
Rüzgârın dudaklarında,
Anlaşılmaz ve anlaşılamaz,
Bir türkü gibi.

19 Ağustos 2016 Cuma

Yadsıyışlar VII

Her geçen gün daha da büyük bir çukurda buluyoruz kendimizi. Dört bir yanımız savaşla çevrilmiş, açlıkla, susuzlukla, ölümle, vahşetle, acımasızlıkla, çocuk savaşçılarla, kadın kölelerle, ölüm kokan erkeklerle. Her geçen gün biraz daha yuvarlanıyoruz kıyamete doğru bir tek kendimiz bunun farkına varamayarak. Her yol bir başka açmaza sürüklüyor insanı, mahpus kalmışız bu dünyada, prangasız ve tel parmaklıklar olmadan. Göğü gördüğümüz için özgür olduğumuz sanısındayız. Hâlâ yiyebildiğimiz, sevişebildiğimiz, konuşabildiğimiz için yaşadığımız sanısındayız. İşte tüm yoksunluklar burdan başlıyor. Maddelerle kuşanmış bir hayatın ortasında mânâlardan örgüler görmek istiyorum. Ben görmek istedikçe her şey daha da siliniyor doğası gereği. İnsan dilediğini göremez, gösterileni görür ancak, gösteren olduğu'çün. Başımızda gardiyan rolünde kalabalıklar ve onların yasaları. Oysa kurtuluş yok ve çözüm değil insana kendi bulduğu çözüm varsayımları. Hayatımız varsayarak geçiyor ve hiç iz bırakmıyoruz ardımızda. Ne bir dinozor kadar ne de soyu tükenmiş bir balık. Geçip gidiyoruz sadece ve yerimizi bize benzemeyen yeni bizler alıyor. Damarlarında gezinen kanı reddediyor artık insanlık ve tükürmek, kusmak, onu içinden dışarı atmak istiyor. Baba oğlunu reddediyor oğul babasını. Anne kızını tüketiyor kız annesini. Soy giderek toylaşıyor ve insan giderek vahşileşiyor. Geçmiş artık anılamayacak kadar uzakta ve şimdi bahsedilemeyecek kadar kana bulanmış. Her yanımızda savaş var ve günden güne bu girdaba daha da sürükleniyoruz. Her şey birdenbire oluverir. Ölümün sıcaklığı sardı tüm topraklarını yeryüzünün. Doğanlar ölenlerden fazlaysa ne çıkar, onlar da bir süre sonra  yalnızca yeni ölümlülere evrilmeyecekse. İnsan ne zaman ölümlü olur söyle bana, insan ne zaman kendi olur, insan ne zaman gerçekten insan olur, insan ne zaman ölmek ister, ölümü anlar ve ölür? Sanat, insanı ölüme hazırlar, dediğinde biri, görmeliydik onun buna ne kadar hazırlanabildiğini. Ölüm, avuçlarımızda tuttuğumuz bir bağ değil bizi yeryüzüne bağlayan. Bizden bağımsız ve bizi köleleştiren, bizden ayrıksı ve bize kendini hissettirendir o. Yeryüzünden tanrının gölgesini/halifesini arayacaksak eğer ölüm yeter bize, insanoğlunun giderek içten içe çürüyen bedenleri değil. Yeryüzünde bir mucize arayacaksak tam da şimdi, ölüm yeter bize, gençliğinin zirvesindeki çocuğun ölümü, olgunluğun tepesindeki adamın ölümü, doğurganlığının kutbundaki kadının ölümü, dünyaya ilk kez bakan bebeğin ölümü; ölüm yeter bize, anlamak için bazı gerçekleri. İşte gidiyorum çeşmi siyahım, dediğinde biri, takılıp ona gitsek, ne kaybederiz ve ardımızda ne bırakırız; birkaç damla gözyaşı, birkaç kürek toprak, beyaz bir mezartaşı ve birkaç cümleden fazla? Ne ardımızda bırakabileceğimiz bir şey kaldı ne de ardımız. Ölüm kol geziyor yeryüzünde ve eriyoruz. Ne umut var ne de kurtuluş yeryüzünde. Yerin yalnızca yüzünü görmek acı hepsinden. Saklanan her ne var ise ortaya çıkmalıydı, buna kendini saklayanlar da ve konuşmalıydık tam da şimdi. Her şey senin istediğin ve söylediğin gibi olacak muhakkak ama biz de istemeli ve söylemeliydik içimizdekileri, ölümü tatmadan ve yoldaş olmadan onunla ve vakit varken hâlâ ve güneş doğuyorken doğudan, konuşmalıydık yine de. Zihnim giderek dağılıyor ve kendime gelemiyorum artık. Düşüncelerim savuruyor beni ve toparlanamıyorum artık. Bildiklerim karışıyor birbirine ve çözemiyorum artık. Ölümü de yadsıyorum savaşı da. Her geçen gün daha da büyük bir çukurda buluyorum kendimi. Bu çukuru da yadsıyorum kendimle beraber.

10 Ağustos 2016 Çarşamba

Yadsıyışlar VI

Hayatın neresinden başlıyor bu kaos? Dalga dalga büyüyen bu düzensizliğin içinde geriye yalnızca koyu bir boşluk kalıyor. Dünyanın/insanların tam ortasında koca bir boşluk. Nereye elimi atsam hep aynı kaos. Dünya batıyor. Göz göre göre. Her şey yeni kalıyor ve eskimeyen bunca şey insan için yalnızca maddi bir şeye dönüşüyor. Ruhaniyetin bile maddeleştiği günde neyden bahsedilebilir; eskilerin çamurla/kille/taşla yonttukları tanrı putları şimdi insanların zihninde daha başka şekillerde putlaştı; herkes bir şekil verdi tanrıya, herkes bir biçim, işte bu gerçek seçim. Öyle ki bunlardan sıyrılamayacak hâle geldik artık. Her şey ölürken biz de dalga dalga onlarla batıyoruz "en" dibe doğru, dibin "en"i olursa. Artık neyden bile korkulacağını bilemez hâle geldi insanlar -belki de hep böyleydi-. Bütün duygular kaosa doğru yuvarlandı. Bir gün Sisiphos artık taşını Olimpos'a taşımayı bıraktı ve o taş üstümüze doğru yuvarlandı. Şimdi biz o boşluğu doldurmaya çalışırken birileri de Zeus'un boşluğunu doldurmaya çalışıyor. İnsanlar ise burdaki seçimi görmüyor, Zeus mu yoksa Sisiphos mu olacaklarına karar verenin kendileri olduğunu anlamıyorlar. Kaos daha büyük kaoslara dönüşüyor ve giderek genişliyor. Herhangi bir şehirde ortaya çıkan bir fikir bir ânda dünyanın öbür ucunda yankılanıyor ve fikirler birer bayrak gibi dalgalanmaya başlıyor. Oysa fikirler insan zihnide/dilinde/erdeminde var olup çarpışacakken bir ânde insan eyleminde/gücünde/kuvvetinde kendini göstermeye başlıyor. Moskova'dan doğan bir fikir Washington'da karşılanırken Pekin'e yanıtı Berlin veriyor, her şey daha da karmaşıklaşıyor. İstanbul karşılığını Kahire'de, Tahran'da, Riyad'da buluyor, reddediliyor. Dünya batıyor. İnsanın bulduğu her sistemin onu daha da köleleştirdiğini/yoksu(n-l)laştırdığını düşünüyorum. Her sistem bizi dibe daha da yaklaştırıyoruz. Bunun nedenini aradığımdaysa karşıma yalnızca insanın doğal içgüdüleri çıkıyor. Herkes en çok kendisiyle meşgul, yasası her şeyi belirliyor. İnsan kendinden hiçbir zaman sıyrılamaz. Öyleyse nasıl bütün bir insanlığı kuşatabilir? İnsan kendini bile tamamen anlayamaz. Öyleyse nasıl bütün bir insanlığı anlayabilir? İnsan kendisi için bile bazen yeterince zeki/duygusal (v.s.) olamazken nasıl bütün insanlardan bunu bekleyebilir; nasıl bütün insanlar aynı olabilir? Her insanın hamuru aynı topraktan yoğrulsa da her insana aynı biçim de verilmedi aynı öz de, aynı olan yalnızca bir nefes, geriye kalan ne varsa yalnızca ayrıksı/aykırı/ayrıştırıcı. Artık bu kaosun içinden kafamızdaki tüm putları yıkmak istercesine bağırmak istiyorum, oysa sesim o kadar cılız ki, bazen ben kendimi duydum mu, diyorum. Dünya batıyor. Zihnim dağılıyor. Uyuşuyor tüm düşüncelerim sanki bir düşün içindeymişçesine. Her düş bir kişi için ve hepsi bakir. Aynı rüyayı bir başkasının da görmesini beklememek gibi aynı davranışları/cevapları/soruları/sözleri de bir başkasından beklememek gerek. Bir başkasının herhangi bir şey beklememek gerek. Zihnim daha da dağılıyor, bir cam kâsesinin yere düşüp parçalanışı gibi etrafa saçılıyor zihnim. Kaos yerini düzene bırakacak tekrar bir gün, her şey ebediyen sonlandığında ve biz mutlu olacağız, belki azınlıkta insanlar olarak, belki de çoğunlukta, ancak bir gün düzene kavuşacağız çünkü eğer bir düzen yoksa, çünkü eğer bir cennet yoksa, çünkü eğer ötesi yoksa, dünya için bunca acı fazla.

7 Ağustos 2016 Pazar

Yadsıyışlar V

Kabul var mı gerçekten de yeryüzünde? Bir yürek gerçekten de bir başkasını sarmalayabilir mi yalnızca sevgiyle; ama kanmadan gözlerin gördüğüne, kulakların duyduğuna, ellerin saydığına, hazların sarmaladığına; bir yürek gerçekten sadece sevdiği için kabul eder mi? Bu bozuk düzenin içinde sağ salim kalabilmiş midir yürek, varabilmiş midir limana, bunca yoksunlaşmanın içinde o gerçekten de kendini kurtarabilmiş midir, her şeyin bozguna uğramasına izin veren Tanrı onu kayırmış mıdır? Gizler geçiyor yüreğimden, dile gelmeyen, sadece geçen ve giden. Yalnızca bir el sallayış kalıyor insana yürekten gelip geçenleri gördükçe. Zaman her şeyi yıpratıyor. Kimisi toz olup savruluyor kimisi ise yalnızca yıllanıyor. Üzüm şaraplaşıyor, çöpü ayıklanıyor ve fark ortaya çıkıyor. Herkes düşmanı birbirinin, oysa cennette yeteri kadar yer var. Herkes katili/zalimi birbirinin, oysa yeryüzünde yeterince maktül/mazlum var. Mezarlıklardan taştı ölüler, musalla taşlarında ölüler yıkana yıkana harap oldu, bedenler eridi bir kar tanesi gibi, kilise avlularında leşler sergilene sergilene aşındı, diller yıprandı bir su damlası gibi. Herkes düşmanı birbirinin ve herkes arzuluyor cehenneme gitmesini bir başkasının, korkuyor cennetinin küçülmesinden, ufkunun darlığından. Yoksa nasıl izah etmeli tüm bu cinayetleri, tacizleri, saldırıları, savaşları ve köleleştirmeleri. Geçip giden her kuşak ardında daha büyük bir enkaz bırakıyor, büyük bir mirası devrettiğini sanarak. Miraslar birer katile dönüşüyor oğullar için ve insanlar eziliyor bu yükün altında. Bu çalıp çırpmaları kim buyuruyor bunca insana, nerde yürek ve niye suskun. Yürek bu kadar suskunsa, bu kadar sessiz kalabiliyorsa, gerçekten hâlâ atar mı yalnızca sevgi için? Siyah lekelerle o kadar kaplanmış ki yürekler, artık görünmüyor ne içi ne de dışı, görünmüyor ne hangi renkte olduğu ne de hangi renge boyandığı. İçimiz birer kara çalılığa dönmüş, her adımda daha da parçalandığımız, ayaklarımızı kestiğimiz, ellerimizi çizdiğimiz, ilerleyemeyip kalakaldığımız. İçimiz birer kara çalılığa dönmüş. Gerçekten kabul yok artık, gerçekten sevmek, gerçekten inanmak yok artık. Zamanı geçti ve geçti zaman. Kimse farkında değil ve herkes bir zaman için ancak. Yol durmadan bir başka yolla kesiliyor ve âdemoğlu yolunu hep bir başka yol için terk ediyor. Dönüyoruz etrafımızda hiç durmadan ve sarhoş olmuşuz üzümden değil de dolanmaktan bir daire etrafında. Başımız dönmüş içmekten değil de yalnızca içmenin hayalinden. Dört dönüyoruz etrafımızda ve görmüyoruz kendimizden başka bir şey. Yürek kurumuş ve kararmış bir et artık. Uyan insanoğlu, derdim, insanoğlu yaşasaydı. Ne gerçekten kabul var artık ne de varsayış. Âşk kesiliyor insanların kendi ürettikleri engellerle ve yaşayamıyor bu dünyaya âit olmayan hiçbir şey, ki uzanıyor âşkın tarihi bu dünyadan da öncesine, oysa hafızamız kitlenip kalmış şu sayılı zamana, sayılabilecek kadar kısa zamana, on yıl, yirmi yıl, yüz yıl, bin yıl, bir milyon yıl, on milyar yıllık bir zamana. Küçülmüş ve kısalmışız zamanla. İşte yadsınıp kalmış yürek. Kim inkâr edecek? Nefret değil bu sevgi olmadığı gibi. Gerçekleri allayıp pullayarak düşleştirmekten yorulmadı mı modern zaman, insanoğlu süslenip boyanmaktan yorulmadı mı; boyası aktı artık yüzlerin ve ortaya çıktı etler, ki kurtlanmış et sarkıyor her pencereden. Bunca suskunlaşmış yüreklerde kabul yok artık. Kim inkâr edecek?

Yadsıyışlar IV

Büyük bir susuzluğun içindeyim ve nasıl dineceğimi bilmiyorum. İçimdeki derin ve karanlık mahzenlerde gezerken ayağıma takılan her şey beni yüzüstü düşürüyor ve sanki karşıma geçip kahkahalar eşliğinde hâlime bakıyor. Ruhum, bir köşeye geçmiş de bedenime ağlıyor. İkisini birbirinden ayırmak mümkün mü? O hâlde benliğim kendi için ağlıyor. Bencil değil ruhum ve farkediyor bu gerçeği. İnsan samimi olarak kendinden başka kim için ağlayabilir? Ölen bir yakını için ağlıyorsa bu aslında kendi yakını olduğu içindir; bir yolculuğa çıkacağı için ağlıyorsa bu aslında âit olduğu yerle arasına bir mesafe girdiği içindir; yoksul, evsiz, aç susuz insanlar için ağlıyorsa bu aslında onların kendisine bir gün onlar gibi olabilirliği hatırlattığı içindir; herkes kendine ve kendine yakın olarak duyumsadıklarına ağlar. Bu bir yadsımadır gerçeği ve insanoğlu çok meyillidir buna. Gerçekleri yadsıyarak kendimizi bir hayal dünyasına ittik ve geçen bunca zaman ondan kurtulmaya çalıştık ve Allah da bize bunun için peygamberler/evliyalar/azizler yolladı ki o bile farketti belki de bizim bunu kendi başımıza yapamayacağımızı ama belki de şimdi yalnız bıraktı bizi usandığı veya belki de artık bunu kendi başımıza yapabileceğimize inandığı için ki biz mi Allah'a inanırız yoksa Allah da bize inanır mı? Susuyorum ve bir damla su bile bulamıyorum. Tüm bu kelimeler bana su damlacıkları gibi gözüküyor, hepsi birleşecek ve bir çanak su olacak birazdan ve ben dudaklarımı o güzel çanağa dayayıp doya doya içeceğim kendi kanımı içer gibi büyük bir zevkle. -Gece yaşayan vampirdir, gece yazan nedir?- -Gece yaşayan vampiri avlayan kurtadamdır, gece yazan adamı avlayan düşünce nedir?- Susuzluktan bahsettikçe her şey suyu çağrıştırmaya başlıyor. Bir çocuk derin bir kuyuya usulca bir taş bırakıyor ve çıkan hafif sesi dinliyor rüzgâr onun saçlarını yağmur taşıyan bulutlara doğru savururken. Şimdi neyden bahsedersem bahsedeyim dudaklarımın kavrulmuşluğu onu emip yok ediyor, sanki dilim her kelimeden bir damla su çıkarma emelinde. Giderek kayboluyorum mahzenlerinde içimin. Yüzüstü düştüğüm yerden kalkıyorum ve etrafıma bakıyorum. Bir mezarlık gibi burası, her yerde ölüler, ölüler birer kelimeden ibaret, cümleden, bağlaçtan, rakamlardan ve formüllerden. Hayatı yadsıyan şeylerden ibaret. Mezarlık dedikleri yalnızca artakalmış taşlardan ibaret, kemikler bile eriyip terketmiş bu diyârı, yalnızca çağrışımı güçlendiren anılardan/yapıtlardan ibaret. Gece ilerledikçe ilerliyor, ben de. Ben de ilerliyor muyum? Gerisingeri dönme arzusu var içimde. Oysa ne güzeldir dönüş. Dönmek güzeldir, bir yer vardır çünkü hâlâ dönülebilecek. Ev, kutsanır tam da burdan başlayarak. Dönüşün kutsal mâbedi. Evler burdan başlanır boyanmaya, süslenmeye, arınmaya ve saklanmaya. Mahremiyet örülmeye burdan başlanır. Ev, bedenin bedeni/derisi. Şimdi mahzenden çıkıyorum artık, aslında farkı yok gece vakti bir mahzende olmakla evde olmak arasında. Bir mezarlıkla bir salonda olmak arasında da fark yok yalnızsan. Bir ölüyle oturmak da farklı değil bir diriyle oturmaktan, yalnızca oturduğun müddetçe. Korkmuyorum ne ölüden ne diriden ben bu kadar coşkunluğun içindeyken. Yaşıyorum insanoğlunun kurallarını ve özgürlüklerini yadsıyarak. Kendi söylemleri içinde boğulup gidecekler. Özgürlükleri de birer tutsaklıktan ibaret düşleri/düşünceleri kadar. Şimdi artık susuzluğumu gidereceğim. Gökten yağmur boşanıyor ve ben bir aracıya ihtiyaç bile duymadan kavuşuyorum suya. Su değiyor dudaklarıma ve dudaklarımdan kızgın kuma damlayan su nasıl buhar çıkarırsa aynı öyle bir buhar çıkıyor. Susuzluğum yassılaşıyor. Yadsıyorum şu ân geriye başka her ne kaldı ise.

3 Ağustos 2016 Çarşamba

Yadsıyışlar III

Her şey bir damla sevgiyle başladı inancıyla dünyaya geldim. İçime yerleşmişti bu şey, ben olmuştu. Her şey Allah'ın bir nûru sevmesi ve her şeyi ondan çoğaltmasıyla meydana geldi, kanısıyla doğdum. Yaşadığım bunca yıl hiçbir şeyi değiştirmedi. Ya inancım beslendi içten içe, ya da hiçbir şey anlamadım yaşadığım müddetçe. Her ikisi de olabilir. İkisini de aykırı bulmuyorum. Her şey baktığım açıya göre değişiyor. Bunun önünü alamıyorum. Ben baktıkça değişimler görüyorum. İçten içe ve dışa doğru hızla yayılan. Zaman dönüşümü çalıyor/geçiyor/aksettiriyor. İnançla doğdum. Belleğime seslendim bunca yıl: Hatırla, hatırla: Hatırla! Doğumdan öncesini hatırla. Bir mağarada geçen dokuz ayı hatırla, mağaraya düşmeden önce var olduğun âlemi hatırla, Allah'ı hatırla, sûretini, sesini, varsa veya gördüysen. Verdiğin sözü, söz verdiğin ânı hatırla. Süzül belleğimden gördüklerimden ve gün yüzüne çık. Haçbir şey hatırlamıyorum. Ya olmadığı için ya da belleğim de sınırlandırıldığı için. Var olan her ne var ise hepsi birer zerreden ibaret. Her şey sınırlı ve içinden çıkılamıyor. Bu sınırları Allah'ın mı yoksa insanın mı veya her ikisinin beraber mi koyduğu meselesi ise beni içinden çıkılmaz sınırlara doğru sürüklüyor. Bir sürüngen misali bu soruların etrafında süründürülüyor, koşturuluyor, yassılaştırılıyorum. Kelimelerin anlamlarını hatırlamakta bile güçlük çekiyorum artık. Gördüklerim hiçbir zaman olduğu gibi kalmıyor. Değişiyor, dönüşüyor, gelişiyor. Evren giderek genişliyor, demiştim bir keresinde birine ve ilave etmiştim: Evren, doğal bir süreç olarak mı genişlemeye devam ediyor yoksa dünya/dünyadakiler giderek küçüldüğü için mi biz onun genişlediği kanısındayız? Düşündükçe battım, battım, ta ki batacak bir yer kalmayana dek. Peki dip var mıydı gerçekten? Hayır, ne göğün ucu var ne de yerin dibi. Sonu olmayan kuyularla dolu dünyam. İnanmaya ne zaman başladığımı bilmiyorum, ya da buna ben mi başladım yoksa bu bende var mıydı, buna ailem/çevrem/topluluğum mu karar verdi yoksa Allah'ın kendisi mi yoksa ben mi, bilmiyorum, mesele bu mu, onu da bilmiyorum. İşte bunlar bende bilmediklerimin sayısını hızla arttırıyor ve ben buralara doğru indikçe donuklaşıyorum, her sorum "bilmiyorum" ile yanıtlanıyor içimde, yine de devam ediyorum, bilene dek. İnsanların hiçbir şey bilmedikleri yerde ben bildiklerimden bilinmezler çıkararak onlardan ayrılıyor ve onları yadsımaya başlıyorum, onlar anlamıyor, onlar, kim onlar? (Bilmiyorum.) İnançla doğdum, bu benim doğamda var, hiç terk etmediyse beni, bu benim varlığımda/özümde/yapımda/günümde/arzumda/yaşamımda var. Her şey bir damla/kova sevgiyle başladı ve öyle devam etti. Devşirildikçe devşirildi bu sevgi, sonunda avuçlara/külünlere/çeşmelere/avlulara sığmaz oldu, en çok da avuçlara. Dokunarak, tadarak, görerek, duyarak hissediyorum bir yanımla. Bir yanımla bu evrene/çağa/güne âitim, bir yanımla ayrıksıyım. Ayrıkotu muyum ben yoksa ısırganotu mu; av mıyım ben yoksa avcısı mıyım kendi kendimin; tutsak mıyım ben yoksa efendisi miyim kendimin; gün müyüm ben yoksa kendi kendini sonlandıran bir gece mi? Bir damla sevgiden hâsıl oldum, bir avuç sevgide yüzdüm, bir kucak sevgide boğulacak ve öleceğim. Ruhum huzurla dolacak, mümkünse, yerde. Ruhum huzurla dolu mu, mümkün değil, henüz, yerde. Yalnız sevmenin hatrına bile olsa -sevdiklerimin, sevdiğim bunca şeyin hatrına bile olsa, ki bunlar bile inanılamayacak derecede değerli- seveceğim seni. İnançla.

1 Ağustos 2016 Pazartesi

Yadsıyışlar II

Şimdi gece ve ben neyi anlatacağımı bilmiyorum bu ıssız saatte. Saatlerin daha da yalnızlaştırıp koyulaştığı vakitteyim. Tüm şehir uyumuş sanki. Oysa bir yerlerde hayat hiç durmadan akmaya devam ediyor olmalı. Gece ilerleyecek, ilerleyecek ve sonunda bir günle nihayetlenecek. O zaman ben belki uyumuş olacağım, belki de uykunun alaca çağında. Şimdi geceyi yadsısam ne çıkar, kelimelerimi benden başka kimse anlamlandıramazken. Gece çok düşündürür/yalnızlaştırır/acıtır derim ben. Gündüz insanlara çalışsınlar diye verilmiş sanki, gece de düşünsünler. Gündüz insanlara yaralansınlar diye verilmiş sanki, gece de yaralarını sarsınlar diye. Oysa benim için tam tersine işliyor zaman. Aslında tam tersi de değil, daha karmaşık. Gece yaralanıyorum, gündüz yaralarımı sarmaya çalışırken kendimi herkese göstermiş oluyorum. Aslında tam böyle de değil. Yaralarım o kadar belirgin ki ve o kadar daimi ki hep olduğu gibi. Geceyle gün arasındaki fark bu anlamda ortadan kalkıyor. Geceyi yadsımak da bu ânda ortadan kalkıyor. Sanki yadsınacak bir şey değilmiş gibi oluyor. Oysa o da diğerleri gibi, en az diğerleri gibi. O kadar berraklıktan uzak ki her ne kadar yıldızlar gözümüzün önünde olsa da. Elimi uzatsam toplayabileceğim yıldızlar aslında binlerce, milyonlarca ışık yılı uzakta. Gece bunu saklıyor benden. Onu bana yakın göstererek kandırıyor beni. Her şeyi kolayca avucumun içine alabileceğimi sandırıyor. Oysa ne kadar da yalancı. Gerçekte hiçbir zaman avcuma alamayacağım bir şeyi bana o mesafedeymiş gibi gösteriyor. Bu büyük yalanı kim, nasıl ortadan kaldırabilir sanki. İşte o zaman gece de yadsınacak bir şey oluyor benim için. Türlü türlü hayaller kurduruyor. Gündüz masallar anlatılmaz hiç, gece beklenir, uyku çağı. Çün, inanç geceye özgüdür belki de gece gibidir. İnançla gece iç içe geçer. Yakınla uzak keşfedilemez, farkedilemez, seçilemez. Bu onu doğurur. Gündüz, her şeyi açıkça gösterir. Oysa inanç, her şeyin açık olmaması ilkesine dayalıdır, bu yüzden "inan"ç denir (tabi kimilerine göre. İbni Arabî'nin dediği gibi belki de; gerçek açıkça ortadadır, yalnızca bazılarının gözleri onu göremeyecektir çünkü onlar, akıllarının tutsağıdır.). Şimdi gece vakti, geceyi inançla mı tamir etmeliyim. Bu gece onarılmalı, sökükleri dikilmeli gökyüzünün/rüyâlarımın/hayallerimin/arzularımın. Bir dolunay gecesi hatırlıyorum. Lanetli falan değildi. Büyüleyiciydi. Ay çok uzaktı ama çok güzeldi. Ona elimi hiç uzatmadım ama onu avcumda hissettim. Parmaklarım onu gölgeleyerek önünden geçti. Sustu o, benim gibi. Dolunayla karşılıklı sustuk biz. İlerde rüzgâr ırmak dibindeki kavak ağaçlarını hışırdatır, öte dağlardan gelen sesler taş evlere çarpıp yankılanırken. Her ne kadar geceyi yadsısam da şimdi olduğu gibi ona karışıyorum. Ben geceye karıştıkça o beni daha da belirgin kılmak istercesine güne doğru daha hızlı hareket ediyor. Durma, koş gece, daha yadsıyışım bile bitmeden.

Yadsıyışlar I

İçine girdiğim yadsımanın içinde sana anlatmak istediğim bir şey bulamıyorum. Yadsıdığım tüm gerçekler günü geldiğinde tepeme üşüştü, bir yılan nasıl çöreklenirse çölde bir kuyu ağzına, öyle sindin zihnime. Her ne kadar gerçeklerden/senden sıyrılmaya çabalasam da hâlâ olduğum yerdeyim, o günkü yerdeyim, ilk olduğum yerde. Neyi yadsıyorum ben burda, kime karşıyım ve ne yapacağım? Yalnızca kendimin yabancısıyım. Herkes aynı birbirinin. Tüm sesler, soluklar kadar benzer birbirine. Yalnızca kendimin yabancısıyım.Yürüyorum ardıma bakmadan ve önümde ne olduğuna göz atmadan. Önüm de ardım kadar boş ve anlamsız. Yalnızca yürüyorum hiç bakmadan. Bir, iki, üç. Taşlar bozuk ve yerinden oynamış. Bir, iki, üç. Adamın kundurası eskimiş. Bir, iki, üç. Her tütün bir acıya bedel olsa dünya tarihi baştan yazılırdı. Yalnızca yürümek kolay mı bu devirde. Her devir benzer birbirine. Savaşları, acıları, kayıpları ve ölümleriyle. Hiçbir şey iyi değil ve olmayacak. Kafatasımda bir engereğin kıpırdanışını hissediyorum. Yalnızca yürümek mümkün mü? Mevsimlerden en çok kışı seviyorum. Kalın giyinmeyi ve örtünmeyi örtünebilecek ne varsa. Kapanmayı seviyorum içten içe her şeyin giderek açıldığı bu amansız çağda. Her şeyi bir kayıp/acı/yitiş/tutunamayış olarak niteleyen insanlar arasında da olsa, her şeyi bir eğlence/sevinç/dünya olarak kabul eden insanlar arasında da olsa, hayatı baştan var etmek anlamsızlaşıyor. Daha kaç kere yeni baştan oluşturacağız dünyayı? Üstelik bu sadece zihnimizde. Neron, Roma'yı istediği gibi düzenlemek için nasıl yakmayı göze aldıysa, ben de kendimi şekillendirmek için önce yok etmeliyim eskiye âit ne varsa. Oysa belleğim izin vermiyor hiçbir şeye ve (bence) zehirliyor beni içten içe (kendi derdinin çaresi her ne kadar kendi de olsa). Şimdi kendimi yadsıyacağım, sonra bir başkasını, hayatı, dünyayı, şeytanı ve bu böyle sürüp gidecek. Yadsıyışların sonu hiç gelmeyecek çünkü bu dünya dönmeye devam ettikçe sürüp gidecek. Anlamını anlamaya çalıştığım ne varsa önüme dikilecek. Nasıl ki insan gözünün önündekini en zor/geç/son görürse öyle kavrayacaklar bunu da. Bir gün kendimden de geçeceğim, bunun bilincinde yaşayacağım. Silinen tüm bilinçleri kendimde/kendimle var edeceğim. En küçük sesleri bile, söylendiğinde yutulan sesleri bile nasıl hesaba kattığımı yazmayı sileceğim. Silmesem de ya farketmeyecekler ya da unutacaklar. Unutmaya yazgılı bir yüzyıl. İnsanlar kaybediyor belleğini de bilincini de ve bu sonunu hazırlıyor insanoğlunun. Kendi kehanetimi kendim yazacağım ve Nostradamus'u ardımda bırakacağım. Bilinç, bellek ve seçimler silindikçe her şeyden daha da uzaklaşılacak ve insanlar gitgide birbirine daha da benzeyecek. Her şey anlamsız, silik, zamane bir biçime indirgenecek. Bunun altından bir inanç yükselecek. Asırlar ve asırlar geçecek. Ben ve yadsımalarım o zamana dek silinmiş, unutulmuş ve yok olmuş olacağız. Eğer o vakit geriye benden bir damla kan veya bir nefeslik söz kalırsa yeni bir Nostradamus olacağım veya Nostradamus eski bir Abdullah olacak.

28 Temmuz 2016 Perşembe

Sait Faik Abasıyanık’ın “Çarşıya İnemem” Hikâyesi Üzerine

Abdullah Ezik
20130113044

Sait Faik Abasıyanık’ın “Çarşıya İnemem” Hikâyesi Üzerine

Sait Faik Abasıyanık’ın “Çarşıya İnemem” adlı hikâyesi Alemdağ’da Var Bir Yılan kitabında yer alan bir metindir. Kitap, ilk kez 1954’te Varlık Yayınları tarafından yayımlanmıştır.
Hikâyede ana karakter kendi yaşantısını, tanıdığı insanları, semtindeki çarşıya neden inmediğini vs anlatır. Böylece okuyucuya kendisinin nasıl bir hayat sürdürdüğüne dâir izlenimler ve tablolar sunar. Yer yer bu süreç boyunca çeşitli rahatsızlık duyduğu şeyleri anlatır, insanların davranışları arasındaki farklılıklara değinir. Hikâyesini anlatırken okuyucusuyla da sürekli bir diyalog hâlindedir. Anlatıcı yazar metninin okunacağını bildiği için yazış biçimi de buna göredir. Bilinçli bir kalemden çıktığı hikâyenin her satırında kendisini hissettirir. Karakter yapmacıklı tavırlara girmez. Bir konuşma yapıyormuş gibi bazen canı sıkıldığından bazı olayları atlar, bazen ayrıntılara yoğunlaşır. Onun bu tavırlarında Dostoyevski’nin hikâyelerini hatırlatan tavır da göze çarpar.
Hikâyede mesafe “dolaysız söylem”dir. Her şey ana karakter tarafından anlatılmıştır. Bu aktarımda anlatıcı metnin yazarıdır. Sait Faik, ister kurgu olsun isterse gerçek, kendisini bu karakterden ayırmadan metnini sunmuştur. Metne dışarıdan herhangi bir müdahale söz konusu değildir. Cümle yapıları tamamen buna odaklıdır. Anlatıcı kendi duygularını açıkça ifade etmektedir. Herhangi bir sorumluluğa girmeden her şeyi aktarır.
“Sanki yazı yazmaya yeniden başlıyorum. Aylardan beri elime kalem almadım. Alsaydın sanki bir şey mi yumurtlayacaktın? Sanmam. İyi oldu! Doğrusu buna ben de memnunum. Ama bu akşam neden her şeyi beni oturup bir şeyler karalamaya zorluyor? Hani biraz daha dişimi sıksam, yalan da söyleyebileceğim. Beni, bilmediğim bir şey zorladı diyebileceğim. Değil. Hep böyle olur. Bir vapur beklerken, iki ayağım bir pabuçtayken yazı yazarım.”[1]
Ana karakter-yazar kendisini hiç saklamaz. Metnine hâkim olduğunu bilinçli olarak gösterir. Zaten bu durum Sait Faik’in kendisine has geliştirdiği hikâye anlayışının da bir göstergesidir. Yazıyı yazma serüveni de böylelikle metne dâhil olur.
Dolaysız söylem sırasında herhangi bir başka anlatı mesafesi devreye girmez. İlk elden tüm durumlar aktarılır.
Hikâyenin anlatı, “ana karakterin kendi hikâyesini anlattığı” perspektif üzerine kurulmuştur. Dolaysız söyleme bağlı olarak gelişen bu perspektifte ana karakter başından geçen bu “çarşıya inememe” durumunu anlatır. Bununla beraber onun çevresindeki insanlara bakış açısı da sergilenir. Sevdiği ve hoşlanmadığı insanlar apaçık ortadadır. Hikâyenin giriş cümleleri de bu ana karakterin aynı zamanda metnin yazarı olduğunu göstermektedir. Metnin devamında da yine bu hâl devam eder. Mesela, başka bölümlerde de ana karakter şöyle anlatır/yazar hikâyesini:
“Sanki birisi sormuş, ‘Nasıl yazarsınız?’ diye de konuşuyormuşum gibi bir hâl aldığıma aldırmayın.”[2]
“Giyindim tekrar sokağa çıktım. Kahveye girdim. Karşısına geçip oturdum. Beni görünce sapsarı kesildi.”[3]
“Evimde, odadayım. Çarşıya inemem.”[4]
Metin, içsel odaklanmak ile kaleme alınmıştır. Ana karakter kendi hikâyesini anlatırken okuyucu onun neler düşündüğüne, nasıl hareket etmeye karar verdiğine, ne hissettiğini bilir. Bir başka kimsenin hareketleriyle ilgilenilmez. Her şey ana karakterin üzerine kurulmuştur. Başka bir şeye ilgi gösterilmediğinden dolayı içsel odaklanmadan başka bir odak da söz konusu değildir. Yazar dışsal ve sıfır odaklanmayı bu anlamda pas geçmiştir. Hikâye aktarılırken ana karakterin kurduğu şu cümle odak noktasını da keskin bir biçimde ortaya kor:
“Hikâyeyi böylece bitirebilirim. Benim bitirişlerimden biri olur bu.”[5]
Böyle metne giriş, açıkça duyguları dile getiriş de “içsel odaklanmayı” kanıtlar niteliktedir. Hikâyenin tamamında bu tarz devam etmektedir.
Hikâyede “homodiegetik anlatı” söz konusudur. Anlatıcı, bir karakter olarak da metnin içindedir. Anlatıcı ile ana karakter birbirinden ayrışamaz. Metinde kullanılan teklik birinci şahıs üzerine kurulu dil de bunu göstermektedir. “Geldim.” “Gittim.” “Yaptım.” “Kahvenin önünden geçtim.” “Arka masalardan birine oturdum.” gibi cümle yapıları da bu durumu açıklar niteliktedir. Homodiegetik anlatı dolaysız söylem ve anlatı perspektifiyle birleşir. Bunun sonucu olarak da zincirleme bir şekilde her şey birbirine bağlı olarak ilerler.
“Çarşıya İnemem” adlı hikâye anlatma zamanı olarak ağırlıklı bir şekilde “sonradan anlatma” tekniğiyle yazılmıştır. Bununla beraber yer yer “eşzamanlı anlatma” da söz konusudur. Örneğin anlatıcının hikâyeyi yazdığı ânı metne dâhil ettiği kısımlar bu “eşzamanlı anlatma”ya, hikâyenin kendisini, yani çarşıya inmemesini anlattığı kısımlar ise “sonradan anlatma”dır. Karakter, çarşıya uzun zamandır inmemektedir ve bunun nedeni kendisi bilmektedir. Daha önce yaşanmış bir şeyi aktarmak üzere eline kâğıt kalem almıştır. Bunu yazarken bu süreci de yazarak iki zaman kavramını iç içe geçirir. Anlatıcının,
Öyle ya, neden? Pekala okunacak kitaplarım var.”[6]
dediği kısım o ânda olanları aktarmaktadır örneğin. Bundan sonraki sayfada ise artık anlatıcı asıl konuya gelmektedir. Girişi de bunu gösterir niteliktedir:
“Çarşıya inemem demişTİm. Neden inemem? İşte meselenin can alıcı yanı burada ya. Şu üç beş satırlık yazı süresince açıklamak istemediğim acayip bir sır varDI. Bunun anahtarı, çarşıya inemem, cümlesindeyDİ.”
-DI’lı (görülen geçmiş) zamanla kurulan bu bölümler eklerden de açıkça görüldüğü üzere sonradan anlatmayı doğrular niteliktedir. Diğer kısımlarda ise ağırlıklı olarak geniş zamanlı fiil çekimleri kullanılmaktadır.
Metnin düzeni “analepsis”tir. Daha önceden yaşanmış bir durum anlatılmaktadır. Çarşıya inememe durumu çok uzun bir süredir gündemdedir. Olan da zaten artık bu durumun yazıya geçirilmesidir. Bu nedenle daha sonra olacakları düşünmek söz konusu değildir. Bu süreç, hikâye anlatılırken düşünülmüş ve sonuçlanmıştır. 
Metnin içinde duraklamalar ve özetler kullanılmıştır. Metinde yazma süreci anlatılırken birden gülünç olma durumuna geçildiği şu kısım bir duraklamadır:
“İnsanoğlu gülünç olmak için doğmamışsa gülünç etmek için doğmuştur.”[7]
“Ah bu yasaklar! Kendi kendimize, bizim başkalarına, başkalarının bize, devletin halkına, halkın devlete,…”[8]
Daha sonra ise, genellikle tanıdığı kişileri anlatırken anlatıcı özetleri kullanmıştır. Özetlerin sayısı duraklamalardan fazladır. Metne kısa bir süre için giren, daha doğrusu kendilerinden bahsedilen bu kişiler olayın nedenini açıklamakta kullanılan birer parçadan ibarettir.
“Şimdi ben size desem ki orta halli bir memurum.”[9] kısmıyla kendisine dâir bir senaryo üretir.
“O fırıncı yok mu o? O, kırbaç gibi sabahları işçi çocuklara yağlı böreğini otuz beş kuruşa okutan…”[10]
“O, kıyma makinesinden geçen ete yarım kilo yağı koyan öğütücü, … kasap…”[11]
“Sonra onlar mı var çarşıda yalnız? Bizim kahveci İskanavi var.” [12]
Çeşitli esnafın anlatıldığı bölümlerde anlatıcı özetler yapar. Kısaca tüm esnafı ve onların etrafında bir yanıyla da tüm toplumu okuyucusuna sergiler. Bir yanıyla tüm kasaplar, berberler, kahveciler böyledir.
Hikâyede sıklık “tekil anlatma”dır. Aralarda geçmişe dâir göndermeler de söz konusudur ancak ağırlık bu “tekillik” üzerindedir. Örneğin daha önce tanıttığı berbere daha sonra gittiğinde söylediklerine göndermelerde bulunur. Aynı durum kahveci için de söz konusudur. Bu şekilde az da olsa “tekrarlayan anlatı” söz konusudur.[13]


[1] Sait Faik Abasıyanık, Alemdağ’da Var Bir Yılan, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, Ekim 2012, syf: 95
[2] A.g.e. syf: 95
[3] A.g.e. syf: 102
[4] A.g.e. syf: 102
[5] A.g.e. syf: 102
[6] A.g.e. syf: 95
[7] A.g.e. syf: 96
[8] A.g.e. syf: 98
[9] A.g.e. syf: 96
[10] A.g.e. syf: 99
[11] A.g.e. syf: 99
[12] A.g.e. syf: 99
[13] A.g.e. syf: 102

25 Temmuz 2016 Pazartesi

Av

Bir av olmuşum,
Dönüp durduğum bu ormanda;
Kapan da benim,
Kapanan da.
Silinip gittiğim bu yaslı ovada,
Bir diş parçalasa boğazımı,
Soğuk uyluğumu,
Ellerimin kıvrak oyumunu;
Bir diş parçalasa yüreğimi.
Rüzgârı yanaklarımda duydum,
Korkuyu damarlarımda,
Ölümü yakında bildim,
Acıyı kanımda.
Koş hiç durmadan,
Ormanın en kuytu yerine,
Sessiz ve hızlı,
Varsa eğer kurtuluş:
Yalnız tenhada gizlidir.
Hiç el değmemiş,
Gözden alabildiğine saklanan,
Bir av olmuşum.
Bu yeşil peri gecesinde,
Kovalayan da benim,
Kovalanan da.

24 Temmuz 2016 Pazar

Yatağımıza Serdiğin Ne Sevgilim Gecenin Bu Saatinde

Yatağımıza serdiğin ne sevgilim gecenin bu saatinde;
Çiçekler görüyorum kurumuş,
Bir çarşafa dolanarak yatmanın anlamı ne;
Sevgilim ellerimde hiç silinmeyen kan lekeleri görüyorum.

Karnın giderek şişiyor ve ben durduramıyorum;
Bir çığ mı taşıyorsun içinde,
Giderek büyüyor ve ben korkuyorum.
Bir çocuk nasıl yırtarak çıkar seni dışarı,
Nasıl bir yağmadır bu içini kemirip duran,
Bir Moğol sürüsüne karışıp geçiyoruz yastığının ucundan;
Bir acı dalgası olup yaslanıyoruz sana.

Sen hiç bağırmıyorsun dinginleşmeler boyu,
Bir bilseydin içim neden bu kadar koyu;
Anlardın neden bu savaş, kıyamet ve sonsuz sancı.
Sana söylüyorum sevgilim iyi uyu bu gece,
Ben nöbet tutarım rüyâların ardında gizlice,
Sana anlatacak daha çok şeyim var, gizim, vaadim,
Yastığına gömülecek daha çok başım var.

Yatağımıza serdiğin ne sevgilim günün bu saatinde;
Yıldızlar yetmez mi sana, ay, dünya ve güneş,
Bir toz savurur gibi havaya gözlerime sürdüğün nedir;
Kara sevda mı derdin aşk mı hayal mi;
Üstümüze çektiğin bu aydınlanmış çarşaf nedir?

13 Temmuz 2016 Çarşamba

Horoz Ötmeden

Zamanı gelmedi mi artık terk etmenin:
Ölüm mü vuracak boynumuzu biz uzatmadan?
Korkunç bir zamanın içine hapsolmuşuz;
Dil istemediklerimizi söyler,
Rüyâlar boşluklara teşne.
Biz iki yabancıyız seninle,
Her şeye ve herkese.
Biz iki gölgeyiz seninle,
Yalnızca kendimize ait olan.

Vurun boynunu artık kelimelerin,
Daha söylenecek neyimiz kaldı?
Acı tohum ektiler cinselliklere,
Hazzı doğum sancısına taşıdılar.
Bir köleden farkımız yok artık,
Anlamsız hangi asırda olduğumuz.
Daha söylenecek neyimiz kaldı?

Söyle bana ey susamış kadın:
Bir yudum şaraba değişir misin kanımı?
Artık yitirme vakti,
Tüm kazandıklarımızı bırakma vakti.
Bu ses, çan, çığlık,
Bu ölümü kucaklama vakti.

Kavra eline ne gelirse hiç duraksamadan,
Mutsuzluk büyük olacak belli.
Seni sıcağı sıcağına bir kez saramadan,
Her şey geçip gidecek belli.

Kime anlatsam bu bozuk düzen üstüne çöken hayatı,
Bir yılan ki çöreklenmiş rüyâların üstüne,
Dinlediğin bu hafif tıngırtı,
Boğazdan geçen gemilerin sesi değil
veya denize dalan çocukların sesi.
Bu duyduğun bir kulenin yıkılışı,
Dosdoğru insanlığın göğsünden,
Sessiz ve sakin ve insan kadar kendinden emin.

Kaç zamanda karışırsa şarap kanına,
Karışacaksın kanıma o denli.
Kaç kez inkâr ederse sapkın efendisini,
O kadar kabul edeceğim seni.
-Horoz ötmeden!

11 Temmuz 2016 Pazartesi

Komodin

Doydum hazlara,
Komodinin üstünde para.

Şehvet çek ellerini uyluklarımdan,
Gece şarkılar söyleten baldırımdan,
Şeytan da kollar karanlığı,
Günah da.
Kim sessizliği inletmek istemez,
En derinden gelen iniltilerle;
Kim hazzın kucağına düşüp de kurtulur,
Yardımı olmadan dinginliğin?

Doydum hazlara,
Komodinin üstünde para.

Bedenden geçer tüm ayinler,
Bedeni söyletir tüm dinler.
Kalbin avuçlarında eriyen bir buz,
Eriyişini izleyip sus.
Kapatsan da kapıları,
Ortada mahremiyetin.
Perdeler ardına saklansan da,
Gösterir gölgelerin.
Saklama artık aldığın hazzı,
Tüm düşüncelerin yassı.

Doydum hazlara,
Komodinin üstünde para.

Kadınmışım erkekmişim,
Doğmuşum ölmüşüm,
Bir bedenim, anlamışım,
İnsanmışım.
Harfler birer tılsımlı kuyu,
Battıkça çıkıyorum sanki,
Kıvrımlarla sarhoş olmuş,
Baktıkça görüyorum sanki.

Doydum hazlara,
Komodinin üstünde para.

10 Temmuz 2016 Pazar

Gardırop

Dinle, sana bir gardırop aralığından anlattıklarımı:
Şehvet ele geçirir çürümüş bedenleri ve haz yükselir,
Ruh öldükçe yükselen madde çırpındırır göğüsleri;
Her haz peşinden büyük alçalmaları getirir.

Bir kadın ve erkek kucakladığında birbirini doludizgin,
Çiğnenir tüm yasalar, koyucusu insan da olsa Tanrı da;
Beden, hapsolduğu kale ruhun, esiridir ancak şeytanın,
Çiğnenir tüm melekler, koruyucusu azizler de olsa Tanrı da.

Bir aralıktan seyredince de aynı dünya,
Hazlar aynı haz, şehvet aynı şehvet ve acı:
Aldatmak doğası gereği hayatın.

Yanılsamalarla dolu hayatın neresini kurtaralım?
Kadınla erkeği neresinden bölelim?
Bir haz ve şehvet yumağıdır insan.

8 Temmuz 2016 Cuma

Kanat Çırpış Süresince

Bir kuşun kanadında yer bulamıyoruz kendimize,
Hepsini öldürmüşüz,
Hepsini yakmış, boyunlarını vurmuşuz.

Bir çift gözden görüyorum geçen günlerin buğusunu.
Kim ne derse desin:
İnsan bir boşluktan ibaret,
Varlık şarabını içe içe tüketmiş.

Ben çalıp ben oynayacağım,
Ben söyleyip ben dinleyeceğim.
İnsan yalancı peygamberler ve halifelerle boğuşurken,
Ben yükselip ben alçalacağım.
Zaman boynunu vuracak herkesin,
Ben yine de kalacağım.

Tüylerini yolmuşlar kuşların,
Ayaklarını kesmişler;
Birini bile alnından öpmeden,
Yoluna durmuşlar.

Neye geldik buraya;
Bir ağaç dalına tünemişiz mecalsiz.
Artık hiç hâlim yok.
Ben susar ben gömülürüm,
Bir kuş kanadına,
Bir kuş kanadına,
Ben yatarım.

Kime inanacağımı bilmiyorum.
-Çağım zenginliğiyle dolu tüm zamanların.-
Kıyamet üstüne kıyamet görüyorum.
Bir kuş kanadına yatıyorum;
Uçacağız beraber, uçacağız
Rüzgâr yanağımızı yalarken.

29 Haziran 2016 Çarşamba

Oluşum

Öleceğim,
Oluşumumu tamamlamadan,
Sarınmadan bir kalp tarafından,
Rüzgâr ülkesine varamadan.

Sonra dirileceğim,
Hiç ölmemişim gibi,
Hiç sarhoş olmamış,
Daha önce hayatı tatmamış gibi.

Doğacağım,
Benliğimin bittiği yerde,
Kendimden büyük olumlar çıkararak,
Ala göğün durduğu yerde.

Yıllar ne aldı benden,
Geriye bıraktıklarında neler var;
Zaman sadece yıpratır mı,
Biraz da bıraksa insanı kendi başına.

25 Haziran 2016 Cumartesi

Mistik

Hakikatin peşinde olan bir mistik gibi,
Uzun yollar katettim içimde;
Yalınayak, yalınlığın peşinde.

Nerde başladı hayat;
Dünyaya geldiğimde mi yoksa,
Oluştuğunda mı belleğim?
İlk andığım annemin sütü müydü yoksa,
Feryat mıydı beni karanlıktan koparan?

Ne zaman ben olacağım;
Koptuğunda mı tüm bağlarım yoksa,
Hepsinin altında yükseldiğimde mi;
Ölmeden önce yaşayabilecek miyim?

Gerçeği aradım bayır bucak demeden,
Altına bakılmadık taş bırakmadan,
Yüzülmedik su, yürünmedik ova koymadan.
Gerçeği aradım,
Bulduğum bir şey yoktu;
Yansımamdan başka.

Her söze anlamlar gizlemek marifetmiş,
Söz ovasında;
Ben terkettim, terkettim.

Unutma,
Aşk ne senle başladı ne de senle sonlanacak,
O hep var oldu ve hep var olacak.

Kendine gömüldüğünde yeni gizemler bulacaksın,
Kendine, hayata ve Allah'a dâir;
Yeni açmazlar edineceksin,
Kilidine hiç dokunulmamış ve mührü bozulmamış,
Bir kapı bulacaksın.

Düşler, kurtuluş muydu hayattan yoksa,
Onu reddetmek mi?

Herkes cenneti yeryüzünde istiyorken,
Neden perdeler ardına gizlendi o;
Tüm gözlere buğusu çökmüşken cehennemin.

Herkes sevdiğinin peşinde,
Bundandır tüm yolculuklar,
Sevilen de.

Bir oyuncaksın, bir av, bir gölge;
Kırılacaksın, avlanacak, silineceksin.
Bir etsin, bir kemik ve buhar;
Pişeceksin, kaynayacaksın, uçuşacaksın.
Eğer izin verilirse, yaşayacaksın.

Ne ararsan ara,
Bulduğun düşündüğünden farklı olacak.
Neyin peşinde olursan ol,
Yalnızca aldanacaksın.

Allah bir nefes üfledi içine,
Sana kendinden verdi;
Unutma ki halife olurken yeryüzüne,
Gökyüzünden silindin.

Ona ne dediklerinin bir önemi yok,
Sessizlik vardı başlangıçta,
Söz sonra doğdu.
Ona nasıl seslendiğinin bir anlamı yok,
Kalbin işi kelimelerle değildir.

Ruh bağlandı bedene,
Özgür değil o da;
Anla artık,
Uçan her şey bağlı yere.

Bir ayağın çukurda doğdun.
Bir gözün hep öte âleme bakar.
Sözlerinin yarısından çoğu uçucudur,
Geriye çok az şey kalır.
Asırlar süren bir hayatın da olsa,
Yaşamın tek bir nefese sığıverir.

Örtünsen de bir soyunsan da,
Anlamadıktan sonra varlığınla.
Nemrut da olsan bir İbrahim de,
Konuşmadıktan sonra onunla.

14 Haziran 2016 Salı

Başıboş Yahudi

Vadedilmiş toprakları arıyordum,
Yolunu yitirmiş bir yahudi olarak.
Bir iz, bir anıt, bir kitap peşinde,
Tanrı'nın sözlerini arıyordum.
Üzeyir, dirilip söylediklerini tekrarla bana,
Kapanıp kalmışım bu âna,
Sanki mezarlıklar içinde dolaşıp,
Lâhitlere yatıyorum her gece yana yana.
Vadedilmiş toprakları arıyordum,
Dicle ile Fırat'ın suyu kurumadan önce,
Firavun çıkmadan Mısır'dan,
Musa hiç gelmeden dünyaya,
Bir peygamber olmak istiyordum hayata.
Neresini vadettin ey Tanrım,
Kimse işitmedi sesini
ve kimse bilmedi orasını.
Bilmediğimiz yollara sapıp,
Olmayan geçitlerde kaybolduk
ve yayıldık dünyanın dört bir yanına,
Senin vadinden sapıldı diye.

ve bir gün her şeyden sıyrılmış,
Dolaşıyordum gökyüzünde,
Kurak yeryüzünün üstünde,
Ormanlar ateşle harmanlanmış,
Sular kum deniziyle örtülmüş,
Erkekler kadınlarınca terkedilmişti.
Hiçbir kitapta adı geçmemiş
ve senin hiç dile getirmediğin
Bir büyük mucize doğdu hayatıma
ve buldum tüm tarlaların en bereketlisini
Suların en rahmetlisini,
Toprakların en kabul sevenini
ve buldum senden bir iz ey Tanrım;
Ben bir onu yarattığın gün geldim dünyaya,
Bir de onunla karşılaştığımda
ve ben bir beni yarattığında buldum seni,
Bir de onunla tanıştığımda.

Şimdi başıboş bir yahudi sayılmam artık,
Hesap kitap peşinde koşan,
Bağlanmış dünyaya,
İsa'yı taşlamış, Musa'yı terk etmiş,
Üzeyir'i senden doğurtmuş.
-Şimdi peygamber olmak istemem,-
Bulmuşken onu,
Bulmuşken mucizemi.

Vadedilmiş toprağımsın,
Tanrı'nın asırlık sözü
ve hiç vazgeçmaz Tanrı sözünden,
Ben de senden.

Seni, sen olmadan anlattım,
Kendimi soydan soya atlatarak.

Kızıl Işık

Bak, bir ışık yakıyorum sana,
Kıpkırmızı,
Biraz önce vişne yemiş gibi dudakların.

-Yeni imgeler doğursun zihnim.-
Bilincim her şeyi taşıyor sana doğru,
Yolumun neresi eğri neresi doğru,
Yürüyorum, yürüyorum;
Ardımsıra kızıl bir ışık.

Renklerin savaşı bu içimdeki,
Dünyayı güne boyayan dışardaki.
Dişlerin yeni yanmış bir kandil ışığında,
Dişlerin bin bir söz büyücüsü,
Her gece bin bir tıslama arasında.

Vişneçürüğü lekeler ellerimde,
Yolumda karadut izleri,
İşaretlenmiş gibi her yanım;
Alnımda dişlerinin izleri,
Kızıl ve kızıl, şafak kadar.

Korktum sıraladığım kelimeler arasına adını kondurmaya.
Bir ürperti geçti yakınımdan,
Bin iz bıraktı ardında.
Korktum adını yazamazsam diye dağların doruğuna,
Kartalların oluğuna,
Çınarların silinmez kabuğuna.
Bir ürperti geçti içimden.
Yazdım adını kalbimin oyluklarına, mahzenlerine.

10 Haziran 2016 Cuma

Şimdi Yarıçıplak Uyuyorsun Sevgilim

Şimdi üstün yarı açık uyuyorsun sevgilim. Uykun baskın, uyanıklığı sevmezsin. Rüyâlar daha fazla hayata bağlıyor insanı gerçeklerden. Böyle olunca da insan her uykusunun sonsuzluğa uzanmasını istiyor. -Belki ölüm düşü burda başlıyor insanlar için.-
Şimdi üstün yarı örtük uyuyorsun sevgilim. Elin belirsiz kıpırdanışlarda, göğsün inip kalkarken kimseye hesap vermeden.
Şimdi ben, oturmuş bir başıma, eski şiirleri ve sözleri karıştırırken zihnime yalnızca seni dolduruyorum, sanki bir boyacıymışımcasına her yanı senin rengine boyuyorum. Ne yapacağım da kurtulacağım bu renklerden, insan kaç renge bürünür hayatı boyunca, ben her renge boyansam da renk vermeyeceğim sevgilim.
Yarıçıplak yatıyorsun. Gece sıcak senin için. Oysa sıcaktan çok kurak benim için. Her insan ıssız ve çorak bir toprak. Bomboş yatağım. Bir ölüyü bekliyor sanki. Cümlelerim kısaldıkça anlamları daha bir keskinleşiyor ama bununla beraber sanki beni daha bir hızlı solup alıp vermek zorunda bırakıyor. Uzun cümleler yazdığımda nefesimi daha kolay kontrol edebildiğimi düşünüyorum sevgilim. Sen ne dersin, bilmek isterdim. Gece sıcak, bir yandan diğerine dönüyor, uyumaya devam ediyorsun...
Bir İskandinav filmi olsaydım şu saatte. Sorunu kendi içinde başlayıp nihayetlenen. Oysa ne filmi olduğumu bile bilmiyorum. İnsan gece vakti ne olduğunu daha bir şaşırıyor sanki. Oysa gündüz olsa, ben şuyum, derdim gözümü kırpmadan. Zihnime doluşanlar ve gözümün önüne gelenler beni hep geri itiyor. Bu gecenin eli, çok sert ve kırıcı. -İnsan korumalı kendini geceden.-
Victor Hugo okuyup İskandinav filmleri izliyorum, birinde rastlantıların zenginliğinde ve romantikliğinde, diğerindeyse sorunu daha da dışarda arayan bir gözde dolanıyorum. Ne anlatmak istediğimi ben de bilmiyorum, o yüzden cümlelerim anlaşılır mı emin değilim. Oysa bu yazdıklarımı TDK'nın okumayacak olması rahatlatıyor beni veya bir sınav kâğıdım olmadığını bilmek, hatta bunları senin bile okumayacağını bilmek. Şimdi sen uyuyorsun...
Şimdi yarıçıplaksın. Yarıçıplak nasıldır tenin, bilmiyorum. Gece, ilham verir, unutma... Gece açar tüm kapıları. Cinler geceleri mi sırları çalarlardı göğün kapısından kapatılmadan önce, hatırlamıyorum. Unutur mu zihin her şeyi? Reddediyorum.
Ellerin yaşlandı mı, beliren damarlar rengini koyulttu mu, tırnakların hâlâ aynı mı, diye gelir peşinden sorular ilkinin ardından. Hepsinden sıyrılıyorum. Tenini porselenleştireceğim aklımda. Ona hükmedebildiğim kadar.
Gece gidecek böyle peşinden beni de sürükleyerek. Bak, cümleleri devrikleştirince de soluk almam için bir parça daha vaktim varmış gibi hissediyorum, sonra bazı kelimelerin aslında cümlenin içine tam oturmayıp onu değiştirmem gerektiğini hissettiğimde ama bunu yapmayarak da vakit kazandırıyorum kendime. Kendimle oynuyorum, kedinin yumakla oynayışı gibi, fareyle oynaması sert biraz, bu yazının teninin porselenliği kadar "naif" olmasını istiyorum. "Naif" kelimesini seviyor ve ona sığınıyorum.
Şimdi üstün yarı açık uyuyorsun. Örtmek isterdim üstünü. Üşüme, gece ne kadar sıcak olsa da aldatıcıdır. Her şey bir aldanışın parçası.
Sessizlik. Her zamanki gibi. İnsanlar ölü doğar, yaşamı içinde bulur bazıları.

6 Haziran 2016 Pazartesi

Bir Kadeh Venüs

Dolu zihnim,
Kim bilir nerelerden,
Biriktirdiklerimle.

Bir gün bilincin denizinden,
Kıyıya vuracağım;
Dişi bir ahtapot gibi,
Gözlerim kan çanağı.

Şişti avurtlarım,
Acıdı avuçlarım,
Seni kavramaya çalışırken.

Saatler geçti,
Akrep soktu kendini;
Zaman böğrümü deldi.

Şimdi düşünüyorum,
Bir âh kopsa dudaklarımdan,
Benden başka kim işitir;
Herkes sağır başkasına,
Dil yalnızca kendinden feryat eder.

Hiçbir şey olmuş değil,
Her şey oluşum hâlinde,
Sonsuza dek sürecek.

Ben düşünüyordum,
İnsanlar yan vagonda sevişirken;
Hangimiz yaşıyorduk,
ve anlıyorduk hayatı?

Şimdi seni içiyorum sevgilim,
Dudaklarından başlayarak,
Akıyorsun içime,
Doluyorum seninle.

Gün kutludur gece kadar,
Gün altı hazirandır.
-Haydarpaşa-

Venüs Çağı

Bir çağ battı içimde,
Bir başkası yükselirken.
En derininde soluğumun,
Bir yenisi daha başlamayı dilese,
Yetinmese kendinden öncekilerle,
Neye yarayacak,
Tüm bu yaşananlar,
Alıp verilen nefesler,
Birbiri peşi sıra düşen,
Mor kum taneleri;
Eflatun'un kaftanı ve
İbni Arabi'nin pabuçları,
Neye yarayacak,
İçinde insan olmasa?

Oysa kimse yalnız kendine âit değil.
Geçmiş bekler bedeni,
Gelecek çöker omuzlar üstüne,
İnsan sıyrılamaz çevresinden,
Kimse âit değil yalnızca kendisine.

Kaç çağ geçtiyse ilk günden bugüne,
Ne daha karanlıktı ne de daha aydınlık;
Tüm örtüleri kaldırsaydık eğer,
Gördüklerimiz ne daha fazla tozlanmış olurdu,
Ne de daha az eskimiş.

Bilincim, yıllanmış bir kadeh şarap -kadar değerli-,
Acılar mahzeninde;
Gün yüzü görmemiş bir üzüm tanesi,
Tanrı bağlarında.

Venüs'ten Beri

Bana kutsanmışlıklar öğretildi,
Kendimi bildim bileli,
Sevgilim,
Seni kutsamam öğretildi.

Bir kavanoza hapsedilmiş,
Kalbimi gördüm,
Boşluğa düşmüş,
Sesi sonsuzlukta yankılanmış.

Hiçbir şey öğrendiğim gibi değil,
Soyundu tüm anlamlar,
Şimdi büyük bir çıplaklığın ortasındayım,
Hiçbir şey başlangıçtaki gibi değil.

Seni anlatmak istesem,
Neye ihtiyaç duyardım,
Beni sevmeni istesem,
Neye ihtiyaç duyardın.

Şimdi sana seslensem,
Bu boğuk gecenin yüreğinden,
Sesim içimde yankılanır,
Varmaz sana.

Anladım ki hiçbir şey eskisi gibi değil,
Venüs'ten beri,
Anladım ki bir defa seven,
Bin defa gelendir her seferinde aynı başlangıca:

Bana kutsanmışlıklar öğretildi,
Sevgilim. (...)

29 Mayıs 2016 Pazar

Kumral Günler

Alamut Kalesi'nden aşağıya düştüm,
Üstümde sabahın ilk ışıkları,
Kartalların izleyen bakışları,
ve senin gözlerin.

Bağrıma ateşte dövülmüş kızgın bir hançer saplanmış gibi,
Aldığım her nefesi vermekte zorlanıyorum;
İçimden dışarı açılan tüm geçitler kapanmış gibi,
Kendimi aşmaya çalışırken boğuluyorum.

Nice zaman geçirdim kimse bilmez bozkırlarda,
İremler yurdunda ne vakte dek oyalandım oysa;
Öldürülen sultanların kefenlerinden bana,
Nice hayatlar biçildi.

Üstümde Sabbah'ın bakışları, üstümde yalancı peygamberlerin,
Üstümde ilahların bakışları, yalancı tanrıların;
Ulaşılmaz bir yükseklikte,
Üstümde senin bakışların, Alamut'ta.

Yalanlar çağında günleri renklendiriyorum,
Gülleri boyuyorum, güzleri ayıklarken.
Her güne bir ten sığdırıp,
Kumrallara karışıyorum.

İnsan, her ân dolmaya hazır bir kadeh.
Doldur beni ey gece! 
ve sevgilim sen, iç beni! 
Buluruz ruhumuzun sarhoşluğunda birbirimizi!

Geceye kumral dedim. 
Oysa ne değişkendir insan teni 
ve ne gizemli. 
Önüme hiç bilmediğim bir kitap açtım 
ve seni okumaya başladım ordan: 
Sevgilim, kumral bir geceydi,
Her şey başladığında, 
Tepemizde göğün çıplaklığı ve sesler, 
Aksini kulaklarımızda duyduğumuz, 
Kumral bir gökyüzüydü.

Açıldı önümde hiç bilmediğim bir kitap,
Okudum ve söyledim,
Sevgilim...