28 Eylül 2013 Cumartesi

Yalnızlık Diz Boyu

"Bakmayın etrafımda çok insan dolandığına; sırılsıklam yalnızım aslında." Edip Cansever

Yalnızlık diz boyunu aştı,
Boğacak yoluna çıkan herkesi,
Önüne çıkan herkesi kendine dahil edecek.
Bir yalnızlar ordusu kuruluyor belki.
Benim yalnızlığımdan bir ordu kuruluyor.
Bir savaş çıkıyor bende, yalnızlıkla boğuşuyorum.
Ne mağlupsun ne galip, arada kalmışsın, safın yok.
Saf nedir bilmez arada gezersin.
Ne gülebilirsin ne ağlayabilirsin.
Ölende sensindir, öldürende.
Ne yapmalı insan ki bu savaş bitmeli, bilinmez.
Kalabalıklaştıkça etraf, yalnızlaşır insan.
Gürültüde sessizlik başlar, insan duymaz artık.
Sağır olmuştur dolanır, kör olmuştur oyalanır.
Ne bilen vardır ne gören.
Ne yapacağını bilmez dolaşır.
Savaş ne olmuştur anlamaz, kaybettiğini görmez.
Kendine ait bir yer bulamaz, gömüleceği toprağı sevmez.
Böyle sürer gider yaşam.
Yalnızlık diz boyu aslında, farkında değilken.
Aştı boyu boğdu insanı, boğdu beni, görmediler.
Görenler kaçıverdi, kalanlar görüverdi, görüverenler seyre daldı.
Kimse uzatmaz elini, sen uzatmaz isen.
Yalnızlık boyu aştı, boy yalnızlıktan görülmez oldu.
Boyum giderek kısaldı, sesim giderek kısıldı, gözlerim giderek alacalandı.
Ellerim tutmaz, tutsa da fark etmez, tutacak el bulamaz.
Yalnızlık aştı boyu, artık önünde kimse duramaz.

27 Eylül 2013 Cuma

Yardıma Koş

“‘Eğer yardımına koşan birileri olsaydı, her şey ne denli kolaylaşırdı.’ diye düşündü Gregor.”

Franz Kafka - Dönüşüm

Yardım ettiğinde hayatın dahada kolaylaştığı gibi.
Elinin değdiği ne varsa bir anda farklılaşıyor.
Daha kolay oluyor, daha anlamlı ve daha açık.
Senin bıraktığın izler içinde bir gizemi barındırıyor.
O gizemi açığa çıkarmaya çalışıyorum.
Yaşamın büyük sırrına ulaşmalıyım.
Senin sırrın geliyor önce, senin sırrını çözerek başlayacağım.
Bana yardım etmelisin, ellerin benim sırrımı çözmeli.
En çok bana uzatmalısın ellerini, beni tutmalısın sıkıca.
Fırtınalar devirememeli, köklerimiz sımsıkı bağlanmalı birbirine.
Ayırt edilemeyecek bir mevkiye ulaşmalıyız.
Sen, kolaylaştırmalısın bize bu yolu.
Pusulam olmalısın ve bilinmez yollardan beni bilinene ulaştırmalısın.
İçinde sen olursan kolaylaşacak yaşam.
Yaşamın sırrı senle başlıyor benim için, sırrımın bir parçasısın.
Yardım edebilecek başka bir şahıs namevcut hayatımda.
Sadece sen varsın, diğer senlerden daha yukarıda, üzerinde.
Sana yakın olan yok, benden başka yakın olabilecek yok.
Bir sen varsın herkesten farklı, bir ben varım herkesten gayrı.
Uzağım insanlara, kolaylaştır işimi, ulaşayım sana.
Bütün yolları aşayım, varayım sana.
Kavuşayım, kolaylaştır yolumu, izini kaybettirme.
İzini takip edeyim, tut elimden, izinle birlikte bulayım.
Yardıma koş, yardımıma, yardım edersen kolaylaşacaktır.
Bana koş, hemen koş, hemen koşarsan olacaktır.

Kurtuluş Yok

“Huzurunu yaşadığı günde bulamayan insana kurtuluş yoktu.”

Aylak Adam - Yusuf Atılgan



Huzur sensin benim için.
Huzuru getiriyorsun bana.
Taşıyorsun parça parça bütün mutlulukları.
Bir gün onun tamamını görmeyi istiyorum.
Mutluluğun kocaman kucağına doğru koşmak ve ona sarılmak.
Sen mutluluksan eğer, sana sarılmak, bu kadar.
Bu kadar işte kaybolmuş bütün anlam, dünya bu kadar.
Bugünden ibaret, bugün ise yok, kurtuluş yok.
Sımsıkı kavramak ve onu bırakmamak istiyorum.
O bana kendini gerçekten gösterdiğinde bir daha bırakamayacak kadar sıkıca kavramak.
Kurtuluş sensin, hayat işte bugün.
Yarının meçhullüğüne aldanmamalı insan.
Sürekli, gelecek bir 'gelecek' fikri yutuyor insanlığı.
Dişleri dökülmüş ve ağzını açmış kocaman bir canavar; gelecek.
Bizi yutmamalı, bizden uzakta avlanmalı.
Huzur bugüne sığmalı, bugün yaşanmalı.
Hayır, hayat ertelenmez, ertelenemez.
Geçmiş gelmiyorsa, gelecekte gelmez.
Geldiği an biz nerede oluruz bilinmez.
Şimdi yalnızım, huzur bana çok yakın sayılmaz.
Zira huzur kaynağımdan uzaktayım.
Huzur tanımadığım uzak bir akraba, göremiyorum.
Hayır, kurtuluş yok işte, kurtuluşum yok.
Bende kayboldum bu canavarda.
Belki yuttu beni, belki sararmış dişleri arasındayım.
Koparıyor ve lime lime ediyor damaklarında.
Bu canavar yapıştı bana, kurtarmıyorsun.
Kurtuluş yok, huzur bugün yok, huzur kaynağım yok.

Mimarın Proje Defterinde

"Asıl mimar, kalbinde koca bir saray inşa edebilendir."

( A Moment to Remember )


O mimar sensin benim için.
Benim mimarımsın, kalbimde koca bir saray inşaa edensin.
Bütün bir kenti baştan aşağı yeniden yapansın.
Gönül ülkemde elinin uzanmadığı yer kalmadı.
Artık her yerde senin dokunuşun var.
Bir saray inşaa ettin, içinde yalnızca sen oturuyorsun.
Başka kimsenin yaşama izni yok bu ülkede.
Yalnız sen yaşıyorsun, herkesi öldürüyorsun.
En iyi muhafızlar bekliyor senin kapında.
Hepsi en iyi silahlara bürünmüş, korku nöbet tutuyor önünde.
Ne zaman sarayına birisi girmeye kalksa korkutuyorsun beni.
Sensizlikle sınıyorsun, sarayı yıkmakla korkutuyorsun.
O saray hep ayakta kalacak, yıkılma nedir bilmeyecek.
Her bir tuğlası bir başka coğrafyadan getirildi.
Her birinde farklı bir duygu var.
Bütün duyguları seninle tattım, sen bütün duyguların içindesin.
Korkuda sen varsın, heyecanda sen varsın, mutlulukta sen varsın.
Yalnızlıkta bile senden bir iz var, senin getirdiğin bir yalnızlık var.
Şimdi o sarayımın mimarı olan sen:
Beni benle yalnız bıraktığında ben benden çok uzaklaşmış olacağım.
Sarayın taşları zamanla yosunlanacak.
Ben onları sen yokken temizleyemeyeceğim.
Sarayın çiçekleri zamanla solacak.
Ben onları sen yokken canlandıramayacağım.
Sarayın merdivenleri zamanla kısalacak.
Ben onlara sensiz adım atamayacağım.
Kimse yaşamayacak o sarayda, kimse bilmeyecek.
Mimarın proje defterinde bana da bir sayfa ayır.
Sarayında bir zindanda olsa bana da bahşet.
Sen sultansın herkesten uzakta bir krallıkta.
Sarayında mutlu yaşa, orada kal.

Kış Gelmesin

“Kış gelmek üzere, oysa ki gönül kışa girmeye hazır değil…”

Nazım Hikmet RAN


Yağmurlar düşmeye başlar yakında, önce sağanak halinde.
Giderek arttırır şiddetini, çöker insanlığın üzerine.
Kara bulutlar, ak bulutlar, hepsi bir arada, iç içe geçmiş.
Bir yanda yağmur taneleri iner, bir yanda rüzgar eser.
Doğa kendisini şaşırmış gibi, sallar insanı, alıp götürür.
Bulutlar hiç ayrılmazlar artık tepemizden.
Bir süre misafir olurlar bize, tepemizden ayrılmazlar.
Yağmur giderek azalır, onun yerini bir başkası alır.
Başka bir misafir gelir aylar süren bir yolculuktan sonra.
Mevsimler döner birbirine, yıl içindeki döngü devam eder.
Kar'la tanışırız o zaman, kar kendini tanıttırır bize.
Bembeyaz bir renk tanır dünyamız, doğa örtüsünü değiştirir.
Kış gelir en çetin koşullarıyla, zorlar bizi.
Gönül hâlâ sıcaktır, sıcaklığı şiddetlidir.
Hazır değildir kışa, hazır değildir hazana, hazır değildir ayrılığa.
Gönül hep baharı sever, baharla yaşar, baharı farklı tutar.
Bizim gönüllerimiz hep baharda kalmalı.
Kar yağmamalı gönlümüze, gönül kuşumuz hasta olmamalı.
Göç etmemeli, içimizde yaşamalı, kalbimizin sıcaklığına sarılmalı.
Sonbaharın sarı örtüsüne hazır değildim henüz, sen yoktun.
Karın beyaz örtüsüne hazır değilim henüz, sen yoksun.
Sen gelince kat kat artan örtülere artık gerek kalmayacak.
Sarı örtüyle beyaz örtü bir başka olacak.
Hepsinde bir güzellik olacak, kışın laleler açacak.
İstanbul örtülere bürünecek, ben kalbime dönüp sana bürüneceğim.
Gönül yorgun düşmeyecek, bende senden ayrı düşmeyeceğim.
Gönül, sensiz kışa hazır değil, kış gelmesin.

Milenka

Frank'ın ruhu ruhuma değdi ve ben Milenka'yı aramaya çıktım.
Onun izini sürüyorum, o yokken onun arayışını teslim aldım.
Şimdi her yanımda bu arayış için hazırlıklar var.
Beynim onun varlığını kabul ediyor giderek.
Kalbim bugüne kadar biriktirdiği tüm sevgiyi onun için harcıyor.
Harcandıkça artıyor bu sevgi, verdikçe çoğalıyor.
Bir garip hâle dönüştü, ne olduğu bilinmiyor.
Milenka geldi bana, ben onu tutmak istiyorum Frank gibi.
Milenka yaşıyor aslında, ondan daha sahici.
Daha güzel ve gözleri daha berrak.
Sözleri daha iyi seçiliyor ve yazısı çok daha görkemli.
Frank koşuyor Milenka'nın peşinden, izini sürüyor.
O duruyor önümde, duruyor içimde, içimde çoğalıyor.
Çığa dönüştü, giderek artıyor, içimde erezyonlara neden oluyor.
Yer yerinden oynadı daha doğrusu organlarım yerinden oynadı.
Uçuyor misali yer değiştiriyor ne varsa.
Buldum seni Milenka, sen bana sandığımdan daha yakınmışsın.
Gördüm seni Milenka, sen gözümden bile daha yakındaymışsın.
Sevdim seni Milenka, sen sevdiğimden daha sevilesiymişsin.
Hepsi senin için, sana dair hepsi, sen hepsi içinsin.
Milenka, senin fikrin giderek artıyor bende.
Frank tuttu kolumdan sürüklüyor sana, yaşadıklarını yaşattırıyor bana.
Bırakmıyor peşimi Frank, bıraktırmıyor seni.
O bana dokundu, sana doğru dönmem için, artık başka yöne dönemez oldum.
Ben Frank oldum sen Milenka, yaşıyoruz yaşadıklarını.

22 Eylül 2013 Pazar

Ruh Kangreni

'Aşk bir ruh kangreni; o kadar çabuk ilerliyor ki..'

Oblomov - İvan Gonçarov


Sende damarlarımda öyle ilerliyorsun işte.
Hiç kimseye hesap vermeden istediğini yapıyorsun.
Ruhumun ellerini ellerinle yakaladın.
Yakınlaştırdın kendine, bağladın zincirlerle.
Ruhum senden uzaklaşamıyor artık.
Ruhunun elleri ruhumun boynuna sarıldı sonra.
Sıkmaya başladı hiç durmadan, ruhuma soluk aldırmadan.
Bileklerimi kavradın sımsıkı, kangren oldu ruhum.
Bedenimi kavradın sımsıkı, bırakmadın asla.
Ruhum ruhunla olmaktan mutlu.
Ruhum özgürlüğü tattı senin ruhunla olduğu müddetçe.
Şimdi uçup gidemiyor artık.
Kanatları kırılmış bir kuş gibi kanatlarının dibinde.
Yardımını bekliyor, uçmayı özlüyor.
Beraber uçacağımız günü anıyor.
Ruhum, ruhunu seviyor.
Ruhun için hizmet ediyor, ona bağlanıyor.
İkimizin arasında kimsenin görmediği bir damar var sanki.
Benim kanımla senin kanını birbirine karıştırıyor.
Benim damarlarımda senin, senin damarlarında benim kanım dolanıyor.
Kimsenin bilmediği bir damar bu, biz dahi göremiyoruz.
Ruhumla ruhun arasında bir bağ var.
Beni senden uzaklaştırmıyor, seni benden uzaklaştırmıyor.
Kangren olduk böyle birbirimize bağlanmışken.
Ruhlarımız kangrenli artık, birbirimizi bağladık.
Bağımlı olduk birbirimize, körcesine tutkun.

Sen'cilim

Gözlerin çok güzel ama bana baktığın zaman,
Dudakların çok güzel ama benim ismim çıktığı zaman,
Sesin çok güzel ama ben duyduğum zaman,
Bencilim ben.
Kokun çok güzel ama ben kokladığım zaman,
Gülüşün çok güzel ama sebebi ben olduğum zaman,
Ellerin çok güzel ama ben gördüğüm zaman,
Ve ağzın, yüzün, burnun ve her şeyin çok güzel ama bana ait olduğu zaman.
Biraz sen'cilim, birazda bencil.
İdare et cancağzım.

Sencilim işte, senin içinim, seninle yaşıyorum.
Sen yanımda olsanda, olmasanda; sencilim.
Seni yaşıyorum yalnızken dahi, seni taşıyorum.
Her yere seni götürüyorum, sen gelmesende.
Ayak sürüsende benlesin, bencilim.
Konuşmak istersen yalnız benle konuş,
Susmak istersen dahi yalnız benimle sus,
Gökyüzünü ancak benim yanımda seyret,
Benimle gör kuşların uçuşunu,
Deniz atları ben yanındayken yanında olsun.
Sen'cilim, sana bağlıyım, bağımlıyım.
İdare et canımıniçi.

21 Eylül 2013 Cumartesi

Aforizmalar V

  • Sen sev de, ben severim sadece, senin sevdiklerini sevdiririm kendime.
  • 3 Ocak'ta dünyaya geldim, ama bir Eylül günü doğdum.
  • Gözlerin, kirpiklerin ve ben aynı kafesteyim artık, birde göz kapaklarımdaki resmin.
  • Her gece kalbime saplanan bıçaklar değilmiş, kirpiklerinmiş.
  • Göz, gözler, gözlerin, yeşil, yemyeşil, yeşilimtırak gözlerin, sevgili, sepsevgili, sevgili gözlerin.
  • Kirpiklerin canıma değse canımı alırlar, gözlerin ki ben onları tutamam.
  • Zehrini bir yudumda içtim, artık kanımdasın, canımdasın, en çok bendesin artık.
  • Küllerimden anka kuşları doğuyor, küllerinden yeni bir insan doğuyor, en başta ben.
  • Gökler şarkı söyler sen bakınca, gök susar sen susarsan ve yağmur damlaları düşmez toprağa.
  • Sevgi geldi, sevgisizlikten çatlamış avuçlara. Sıcaklık geldi, sarılmayı bilmediğinden soğumuş göğüslere.
  • Bunca insan arasında kimsesiz olmak ve kimseyi değil yalnız birini aramak büyük bir cezanın parçasıdır.
  • İnsan yalnız kalınca kendisini bir tepeden yuvarlanmış zanneder ve nereye varacağını kimse bilemez, ya uçuruma ya özgürlüğe.
  • Mahkum bir köle özgür bir şahtan daha yüksektedir eğer sevgiyi kalbinde taşıyorsa.

20 Eylül 2013 Cuma

Yusuf'dan Züleyha'sına III

Züleyha'ya;
Nil'in suyu çekilmeye başladı artık, giderek kayboluyor, bir daha hiç akmayacak gibi.
Sen yoksun, çölleşti artık suyun bol olduğu her yer, çöl bollaştı artık.
Balıklar yok artık bu nehirde, sen seversin diye intihar ettiler belki, bir daha gelmeyecekler Mısır'a.
Herkes nereye gitti böyle, doğa neden terketti burayı böyle anlayamıyorum.
Deniz nerede kaldı hiç bilmiyorum, ne yöndeydi bu çölün bittiği nokta haberim yok.
Nil'in suları çekildi ve artık timsahlar başıboş kaldılar, şimdi hepsi et peşindeler.
Yolumu kesiyor timsahlar ve Nil'in suyunun kesilmesini bana bağlıyorlar.
Yokluğun timsahları bile kışkırtıyor ve hepsi bana saldırıyor Züleyha, paramparça etmek istiyorlar.
Oysa zaten paramparçayım, derimin altında et kalmadığını bilmiyorlar, etimin kuru ve yavan olduğundan haberleri yok, timsahlar artık istemezler beni, ben zaten istem dışındayım.
Artık rüya göremiyorum, rüyalarıma siyahlık egemen, sadece siyah görüyorum ve uyanıyorum.
Uyuduğumu bile bilmiyorum, uyku uzak bir diyarda ulaşmamın zor olduğu bir dost belki.
Rüya görmüyorum artık, görürsem içinde sen oluyorsun, daha doğrusu yokluğun oluyor.
Uyumak istemiyorum, uyku bana sensizliği gösteriyor, uykum felakete dönüşüyor ve ben uyanmak istiyorum.
Uyanmak istediğimde bırakmıyor beni, yaka paça içine çekiyor ve bedenim kımıldanamıyor, uykum ağır bir şekilde devam ediyor.
Uyanıyorum sonunda, bu sefer sensizlik yine peşimi bırakmıyor ve hatırlatıyor kendini, her yerde yokluğun var.
Bu yokluk, yokluklar içinde en belirleyici olanı, en tesiri olanı ve benim ne yapmam gerektiğime karar vermemi en engelleyeni, yoklukların şahı.
İnsan bazen köleliği şahlığa tercih ediyor, herkes elindeyken o herkesin içinde olmayan kişi her şeyin oluyor.
İşte o zaman anlıyor insan, güçsüzlüğünü, acizliğini, bağımlılıklarını ve bağlılığını.
Bağlar kopmak bilmiyor bazen, sen onu çözmek istersen o seni boğmak istiyor, sen nefes almak istersen o aldığın nefesi boğazına tıkar.
Yutkunursanda bırakmaz seni, öldürmezde, öyle tutmasını bilir, o yüzden insan bağlarını koparmaya çalışmamalı boş yere, fayda etmiyor nasıl olsa, işe de yaramıyor.
Köle olmalı insan en iyisi, istediğine köle olmalı, o zaman peşini bırakıyor bu bağ, bağın efendisine dolanıyor, işte Züleyha, firavun olmak değil çare, istediğin insan olmak, istediğin insanla olmak.
Köle olmalıyım bir anlamda, köle olmalı Züleyha'ya, köle olunmalı kölesinin kıymetini bilene.

Kölelik değil beni sende tutan, sana köle olmanın getireceği bahtiyarlık.
III

19 Eylül 2013 Perşembe

Yusuf'dan Züleyha'sına II

Züleyha'ya;
Saraylar insan hayatında bazen modern zindanları temsil ediyor, zenginliğin içerisinde yokluğu.
Belki de bunca var olan şeyin aslında gerekli olmadığını ve bunca varlıktaki tek noksanlığın -senin- gerekli olduğunu.
Bu saray ne kadar zengin olursa ben o kadar yoksul oluyorum, ne kadar kalabalık olursa başım ben o kadar yalnız oluyorum.
Ne kadar haşmetli olursa üzerimdekiler ben o kadar çıplak hissediyorum kendimi ve sen olmayınca o kadar güçsüz.
Koridorlarında yürüyen kalabalıklar ancak yalnızlığı vurgulamak için ve yokluğunu hatırlatmak.
Bunca insan arasında kimsesiz olmak ve kimseyi değil yalnız birini aramak büyük bir cezanın parçasıdır.
Yokluğun Züleyha, buradaki herkes ve hatta herkesten daha çok kadar etkileyici.
Bütün Mısır'ı doğrudan etkiliyor sanki, aklım sende kalmışken hiçbir işimi yapamıyorum.
Hiçbir söz çıkmıyor ağzımdan, ellerim sana yazmaktan başka bir işe yaramıyor, senden başka hiçbir şey yazamıyorum.
Bu bir büyük felaket aslında, sensiz olmak kuyudaki hayatımın bir devamı niteliğinde.
Bir nevi kuyudan beri süren bu sürgün devam ediyor, hayatım sürgünün içerisinde geçip kayboluyor.
Evet, hayatım kayboluyor, nereye gittiğini ve ne yöne doğru hareket ettiğini ben bilmiyorum.
Bir tepenin zirvesinden yuvarlanmaya başladım ve nereye kadar yuvarlanacağımı kimse bilmiyor.
Tepenin eteklerinde beni bekleyen bir uçurum olmalı, tepe dik ve toprağı sert.
Sanki toprağın tadına bakmış gibiyim, ağzıma kumlar dolmuş, ben o kumu yemeye mecbur kılınmışım.
Yaşamak için o kumu yemeliyim, sensiz yediğim her şey kum gibi, tadı yok, mecburiyet.
Oysa yaşama isteği yok ki hiç, sadece vazifemi yapma mecburiyetim var, yaşama zorunluluğu.
Altından bir kadehti su içtiğim, değerli değil oysa avucundan bir yudum su içmek kadar.
Altından önüme konan çatal bıçaktı, değerli değil hiç senin çatalından yemek kadar.
Altından ipek işlemeli giysiler giyenler var her yanımda, güzel değil oysa hiçbiri senin kadar, tırnağın kadar.
Ne Mısır güzel bütün gizemine karşın, ne Nil güzel ne de Keops.
Hepsi sen olunca güzel, senin yokluğunda bütün gizemini kaybetmiş ve gözden düşmüş.
Senle olunca güzel hepsi Züleyha, senin gözlerinle görünce güzel, sen görmeyince yoklar, yokluktalar, boşluktalar.

Paha biçilmez eserlerle dolu bir zindanda yaşıyorum, görkemli Mısır'da bir köleyim, sana.
II

18 Eylül 2013 Çarşamba

Yusuf'dan Züleyha'sına I

Züleyha'ya;
Senin olmadığın bu yerlerde sıcak artık içime işledi Züleyha, daha amansız oldu çölleri buraların.
Nil'in suyu çekildi sen yoksun diye, artık bir avuç su içemez oldum.
Dudaklarım çatladı burada, hayır susuzluktan değil, suskunluktan.
Yakında konuşmayı unutacağım Züleyha, dilimi yutacağım ve konuşmayı unutacağım.
Ağzımı açacağım ve hiçbir kelime çıkmayacak benden, ses tellerimi kaybedeceğim.
Sen yokken konuşamıyorum, konuşacak kimseyi görmüyorum, hiç kimseyi görmüyorum, sadece sen olmalısın.
Senin olmadığın her gün bana kuyuda geçirdiğim anları hatırlatıyor oysa, kuyunun dibindeyim.
Kuyunun dibinde bir yerlerde bir parça ışık için bekliyorum, terkedildim, yalnızlığı yaşıyorum.
Şimdi bana ışığı gösteren kimse yok, yukarıdan bana seslenen kimse yok.
Züleyha, sen yokken bu kuyudan çıkış yok, ilelebet hapsoldum, benim ışığım yok.
Mısır çölleri hiç bu kadar kavurmamıştı beni, saraylar zindan olmamaştı böyle.
Her yerde özgürce gezebilirken hiç böyle bir esarete tutulmamıştım, böyle nefessiz kalmamıştım.
O kuyu bile bu kadar havasız değildi, ne yaptında beni böyle soluksuz bıraktın anlamıyorum.
Bugünler büyük bir ceza gibi, yokluğun cezaların en acımasızı, en merhametsizi.
Sen Züleyha, beni bu çölün ortasında bırakıp nasıl gidersin aklım almıyor, bu çöl canavarlarla kaplı.
Bu çölün her yanında beni saran canavarlar var, her biri başka bir koldan saldırıyor.
Gündüz korku saldırıyor, gece yokluğun saldırıyor, başka zaman umut saldırıyor.
Hepsi yaralıyor beni, sözlerin yıkıyor beni içten içe, yakıyor çölün ateşi.
Çölün her yanında sen çıkıyorsun karşıma, gördüğüm serapların hepsinde sen varsın.
Suya değil susayışım, sanadır. Su değildir ileride gördüğüm, senin hayalindir.
Beni buralara getiren sensin işte, senin peşinden geldim bu çöle, sıkıştım kaldım.
İlerliyemiyorum artık, ne yana baksam sen varsın, ben hangi yana gideceğimi bilmiyorum.
Kayboldum senin çölünde, kurtarıcı rehberim olan sen yoksun, ben burada çürümeye mahkumum.
Gölge yok hiç soluklanmam için, su yok hiç kana kana içmem için, hava yok hiç ciğerlerimin içine çekmek için.
Sen yoksun hepsinden fazla, sana doymam için, ruhumun açlığını gidermem için.
Ruhum bu kadar düşmüş, bu kadar sürünürken yerlerde, bedenim farklı değil artık.
Hepsi aynı günlerin, bir torbaya doldurulmuş gibi bütün günler, torbadan ne çıkarsa, yani hepsi aynı.
Sensiz işte bütün günler Züleyha, torbaya sensiz günler doldurulmuş, hergün bir yenisi çıkıyor.
Eskisinden daha beter günler geliyor Züleyha, her gün daha kötüsü.

Sensizliğin kuyusunda, sensizlikle beraberken.
I

17 Eylül 2013 Salı

Cennetten Kovulduğum Gün

Adem'in cennetten kovulduğu gün bugündü işte.
Ve Adem'in soyundan gelenler bugün kovulacaklardı kendi cennetlerinden.
Hissediyorum işte, milyonlarca yıl önce tamda bugündü, akşama henüz vardı.
Bugün yeryüzü ile tanışmıştı Adem, en çokta Havva'sızlıkla tanışmıştı.
Cennet işte bugün kimsesiz kaldı, kimsesini kaybetti, tıpkı Adem gibi.
Kimse ona dönene dek kimsesiz kalacaktı.
Yeni köşkler yapacaktı kendine, geleni karşılamak için.
Kevser suyunu gürleştirecekti Havva, seni karşılamak için.
Tubaa'nın meyveleri daha tatlı olacak.
Hepsi senin için.
Kovulduğumuz cennete girdiğimizde cenneti yaşamamız için.
Sürgün acılarla dolu.
Dünya, cehennemin bir başlangıcı belki de.
Cennete girmek için ödediğimiz bedel bu dünya.
Oysa o kadar uzakta ki cennet, ona doğru uçsam sanki kaçacak gibi geliyor bana.
Cennete doğru bir adım atsam, cennet koşup kaçacak gibi geliyor.
Bunların hepsi sen gittin diye geliyor başıma.
Anla halimi Havva, sen gittin, cennette gidiyor senin peşin sıra.
Bugün kovulduğumuz gün işte.
Bugün yaşandı bütün olanlar, bugün kopar dedin elmayı, elma boğazımda kaldı.
Nefes alamıyorum Havva, boğazımda adem elması var.
Elman var bana sürekli seni hatırlatan.
'Havva Elması' olması gerekirdi bu elmanın adının, bu bedenimde senin bıraktığın iz, senin hatıran.
Her yerimde bıraktığın izler gibi.
Ellerimde sürekli yazdığım adın var, sürekli tazelediğim.
Avuçlarımda senin adın var, kanımda senin kanın var.
Boğazımda senin elman var, her yerimi işgal edişine başka emsal gerekmez.
Adımdan önce andığım bir ismin var, en güzel isimlerden.
Sevdiğim, seveceğim bir varlığın var, düşlediğim.
Benim Havva'm var, herkesten sakladığım, içimde.

17.09.2013 Bir Salı günü, saat henüz öğle 4 üzeri, Adem cennetten çıkarılarak dünyaya indirildi, sürgünü başlamıştı, artık Havva yok idi, elma Adem'in boğazında kalmıştı, yutkunurken beliriyordu en çok, belli ediyordu Havva'sızlığını.

Katilime Teslim Olmuşken

Bir ses geldi geceyi bölen, bir çift ayak sesiydi kulağıma takılan.
Çıplak ayaklardı odamda dolaşan, ayaklarındı, tanıdım.
Ayaklarını tanırım bilirsin, sendeki her şeyi tanırım.
Bana yaklaşıyordu ayakların giderek, ben başımı kaldıramıyordum.
Karşımda durmuştun sanki, bana bakıyordun.
Ben sana bakamıyordum, bakmaya korkuyordum.
Korktuğum durumlar hep başıma gelirdi, ve sen gelmiştin işte.
Almaya gelmiştin bendeki canı, yok etmeye gelmiştin.
Hep korkmuştum bundan, korktuğum geldi başıma.
Çok hızlı geldi.
İnfazını bekleyen mahkum gibi bekledim.
Bu korkuyla yaşadım her daim ve geldi infaz vakti.
Yaklaşmıştın bana, ben başımı kaldıramıyordum hâlâ.
Elinde bir şey vardı, avuçlarınla sıkıcı kavramıştın.
Senden bir parçaydı yine, kirpiklerinden bir teldi.
Sımsıkı tutmuştun o kirpiği, beni hiç o kadar sıkı kavramamıştın oysa.
Kaldırıyordun elini havaya, saplıyordun kirpiğini göğsüme.
Defalarca kez yapıyordun bunu, sürekli saplıyordun acımadan.
Ellerin hafifti, sanki saplayışını hissetmiyordum, acısını duyuyordum sadece.
Ellerin, ne kadar güzeldi, ayakların ne kadar özeldi.
Kirpiklerin, ne kadarda sendi!
Sapladın işte, göğsümde bir kirpiğin var şimdi.
Bende bıraktın bir yanını işte, ben ise sende bıraktım her yanımı.
Göğsüme sapladığın kirpiğin öldürmedi beni hayır.
Göğsüm zaten boştu, sendeydi kalbim, unutmuştun, boşluğa sapladın.
Oysa sendeydi benim yaşam kaynağım.
Bu kadar zahmete gerek yoktu, elindeydi zaten varlığım.
Yok etmek için gelmene gerek yoktu, ayak seslerinle korkulu geceyi böylemeye zahmet etmemeliydin.
Saplayışın acıtmadı, ellerin çok güzeldi, kirpiğin çok güzeldi.
Güzel bir yanın kaldı bende.
Beni öldüren buydu işte, bunca güzelliği bölerek yapmandı.
Güneşin doğuşuna beraber uyanacağımızı düşünürken, henüz gecesinde saplamandı kirpiğini.
En güzel katilin, en güzel silahıydı, kirpiğin.
Her yanımda sende kaldı ölürken, ölen sadece bedenimdi.

Yandığımla Kaldım

"Ne acıdır insanın bildiğini anlatamaması. 'Ben' deyip susması, 'Sen' deyip ağlamaklı kalması." (Nazım Hikmet)


Acı, sadece acı kaldı geriye.
Saf bir acı oysa bu, kimsenin haberi yok, sen dahil.
Anlamadın belki anlamamaya niyetliydin.
Hep yanımdaydın, uzaktasın sandın.
Acıydı geriye kalanlar, güzel olanları yıktın.
Kavurdun cehenneminde beni, yanıklarla doluyum.
Bir çizik attın gönlüme, kanattın.*
Neyim kaldı geriye bilmem, bir şey kalmadı benden, eridim sende.
Erittin beni, kattın kendine ve götürdün.
Sonsuzlukta kocaman bir cehennem kaldı.
Ah bu ayrılık, deli o, benden daha deli, delirtiyor beni.
Sözlerim kaldı içimde, sürekli onları tekrarlıyorum kendime.
Onlar dolanıp duruyor dilimde, sen duymuyorsun.
Kalbimi işitiyorsunda o kalbi elinde tutmuyorsun.
Sözlerini söylüyorsunda sözlerimi bilmiyorsun.
Sende delisin, mahvettin her şeyi, yakmak içine işlemiş.
Yaktın giderek, nasıl yaktıysan sürüyor hep, dinmeyecek.
Ah yandım ki ben, her yanımda ateşinin izleri.
Gözlerim görmez, ellerim tutmaz, ayaklarım yürümez.
Ben daha nereye yürüyeyim ki, sen yoksun ben neye yürüyeyim ki.
Sen olmadan ben nasıl yaşayayım ki, körüm ben, başkasını görmüyorum.
Dilsizim ben, başkasını konuşmuyorum.
Yol yorgan bilmem ben, cehenneminden çıkmıyorum.
Yanıyorum sende, yanacağım böyle hep.
Oysa ellerinde ölmeli, sol yanında gömülmeliydim.
Kapandı deflterler, kapattın hepsini, sükuttan bir duvar ördün.
Bırakmadın beni, yaşayacaksın içimde, herkesten koruyacağım seni.
Kimse dokunamaz artık sana, kimseye dokundurtmam.
Kimse dokunamaz bana, ellerinin değmediği elime kimse değemez.
Yaşamam ben artık, yaşatmadıysan bende yaşamam.
Son artık, son söz, bittim, bittiğimle kaldım, sensiz kaldım.
Yandım ben, yandığımla kaldım, yaktın.

16 Eylül 2013 Pazartesi

Son-bahar Olsa Gerek

Son-bahar olsa gerek bu bahar.
İlk'ine pek benzemiyor,
Karanlıktan hiçbir yer seçilmiyor.
Son-bahar, olsa gerek.

Son umutlar tükendi artık,
Çölde susuzluğa yenildi yaşayan son bedevi,
Âmâ duvara çarptı kendini ve dişleri döküldü,
Son-bahar, olsa gerek.

Son-şarkılar söylendi savaştan evvel,
Davullar vuruyordu zaferler için,
Beklenmeyen bir yenilgiydi bu, şimdi ölüler toplansın,
Son-bahar, olsa gerek.

Son-gün toprağın üzeri kanla doldu,
Her yerde sürüyle insan uzvu,
Yeryüzü ki al al her santimi, ölü bahar bu,
Son-bahar, olsa gerek.

Son-şiirini okudu yaşlı ozan,
Ölüm onun kucağındaydı, sallanıyordu beşiğinde,
Kendini bıraktı sessizce, son sözüydü dilindeki,
Son-bahar, olsa gerek.

Adem'den Havva'sına XVII

Havva'ya;
Zifiri bir gecede, bulutsuz bir gökyüzü var, lacivert tonunda tepem, ortasında kocaman bir fener, gözlerinden.
Gözlerin kafesinden fırlamış şimdi de bütün dünyayı etkisi altına almış, hep tependeyim diyor sanki.
Hep tepemde, hep üzerimde, her adımımda beni izliyor, hep yanımdasın işte, yakınımda.
Şimdi çıksam ve yollara düşsem Havva, üzerimde senin gözünün olduğunu bildiğim için adım atamam.
Oturur bir köşeye seni düşünmeye yolda devam ederim, uzanır hafif nemlenmiş çimlerin üzerine tepemdeki gözlerinin içine bakar seni düşünmeye son sürat devam ederim.
Elimle havaya yazılar yazarım, kimse okuyamaz o yazıları, yalnız ben bilirim ne yazdığımı, gözlerin belki fark eder yazdıklarımı.
Bugünlerde gözlerinle takıntılıyım Havva, gözlerini çok düşündüğümden midir nedir bilmiyorum, gözlerinin dibine düştüm.
Gözlerinden bir ağaç var, her dalında senin gözlerin var, ben o ağacın dibine düştüm, gözlerinden yeşil bir ağaç var, gördüğüm en güzel yeşil ve sevdiğim tek yeşil, gözlerinde bir yeşil var, yeşili yeşil yapan anlamı o içeriyor.
Gözlerinden ağacın dibine uzanayım, gözlerinin gölgesinde olayım, orada uyukluyayım, uyandığımda yine göz ağacından süz beni, hep izle.
Gece çok gece, gözlerin çok büyüleyici, beni büyüledi yine, yine takılıp kaldım gözlerine, ilerleyemiyorum, başka bir düşünceyi düşünemiyorum, sen gözlerinde başlıyorsun en başta, önce gözlerin diyor sonra seni düşünüyorum.
Göz, gözler, gözlerin, yeşil, yemyeşil, yeşilimtırak gözlerin, sevgili, sepsevgili, sevgili gözlerin.
Tepemden gözlerimi çeviriyorum, başka yana bakayım diyorum, gözlerinde gözlerimle çeviriyor yönünü, başka yöne bakmama bile müsaade etmiyorsun, yalnızca sana bakayım istiyorsun ve işte istediğin oluyor, sadece sana bakıyorum, senden başka bakacak kimsem yok Havva, başka bakmam gereken yön yok, sen ne yöndeysen ben o yöne bakarım, gözlerinden çıkamam, gözlerinde gözlerimi görmeye alışmışım, başka bir göze bakamam, başka bir göze göz demem, yalnızca etten bir organdır o, bildiğim tek bir göz var ise o da senin gözlerindir, gerisi boş, gerisi hikâye, hikâye anlatmasını bilmeyenlerin hikâyesi.
Şimdi tepemde değil yanımda olmanı isterdim Havva, gözlerini yanımda görebilmeyi isterdim, sol yanıma dönünce seni hep orada görmeyi isterdim, gözlerimi kapatıp açayım ve sen orada ol Havva, ne olur orada ol, başka yerde olmaman gerekir, gözlerimi açtığımda yanımda ol, solumda.
Sol yanın ağır olsun istedim Havva, sol kulağında olsun küpelerin istedim, solun sağından ağır olsun diledim, sırrımdı sırrın olsun sende bil diledim.

Sevgili, sepsevgili, ençoksevgili, -uzatmadünyasürgünümübenim- sonsuzlukta yokluğunla dolu sürgünüm bu.
XVII

15 Eylül 2013 Pazar

Adem'den Havva'sına XVI

Havva'ya;
Günler geçiyor Havva, gözlerinin esaretiyim sanki, esir etti gözlerin beni, gözlerimi her kapayışımda karşıma gözlerin çıkıyor.
Beni içinde gözlerinin olduğu bir odaya kapattılar, odanın duvarları katrandan bir siyaha boyanmış, hiçbir şey gözükmüyor.
Neden katrandan bir siyah bende bilmiyorum, sadece siyah işte tek farkı katrandan oluşu, belki de içinde kaybolmak için uygun bir renktir.
Yansıması bile yok odanın, içine girenin kaybolması için.
Gözlerin ise tam karşımda giderek büyüyor, yeşili daha belirgin, kirpiklerin ok, uçları sivri, kalbime saplıyorsun onları.
Şimdi biliyorum ki kalbime saplanan bıçak değilmiş, kirpiklerinmiş.
Her gece, her gündüz, her gün, her an, her saniye kalbimi deşen o kirpiklermiş, o kadar yakıcı ki uçları akrep zehrine batırılmış olmalı.
Derinleşiyor giderek kirpiklerinin değdiği noktalardaki yaralarım, deştikçe deşiyorsun, canım yanıyor, canan'ım yanıyor.
Bir bakıyorum odanın kapısı yok olmuş, oda kafesim olmuş, kafesin çıkışı kaybolmuş, ben kafeste kaybolmuşum, gözlerinin içinde kaybolmuşum.
Göz bebeklerin giderek büyüyor, gözlerinin akı aydınlatan tek şey odayı, yoksa odanın siyahlığı karanlığı çıkarmış meydana.
Benim içinse farketmiyor, gözlerin beni olduğum yere mıh gibi saplamış, ben kımıldayamıyorum, kımıldamama izin vermiyorsun, tuttun bırakmıyorsun.
Göz kapaklarımı kapatayım diyorum karşıma bu sefer yüzün çıkıyor, göz kapaklarıma resmini çizmiştim, silinmiyor oradan, her daim karşımdasın, yani yanımdasın, sol yanımda.
Göz kapaklarımda seninle uyuyayım diyorum, bu sefer odadaki gözlerin beni belli belirsiz bir dürtüyle uyandırıyor, esaretinden bırakmıyor, yüzünü değil gözlerini görüyorum en çok, belki inatçısın.
Ne yapacağım bu odada bilmiyorum, gözlerinin niyeti nedir ki beni bırakmıyor, beni içine hapsetti, kendi içinde tutuyor.
Bir gün bir yolunu bulursam ilk olarak bu odanın rengini değiştireceğim Havva, nar çiçeğinin rengine boyayacağım, duvarlarına resimler yapacağım pek başarılı olmasamda, gözlerinin olduğu bu odanın rengi siyah olmamalı, en güzel renklere boyanmalı içinde senden bir işaret olan bu oda.
Senin gözlerinin olduğu bu oda belki bir hazine sandığı, benden başka içinde kimsenin olmadığı bir oda burası, hazine odam benim.
Benim içindir ki gözlerinin olduğu bu oda, sonra gelecek olan Karun'un hazine odalarından çok daha değerlidir.
Gözlerin, kirpiklerin ve ben aynı kafesteyim artık Havva, birde göz kapaklarımdaki resmin.
Ben bu kafesten çıkmayacağım, bu kafes ki artık evim olmalı benim, yerim, yurdum ve her şeyim.

Kirpiklerin canıma değse canımı alırlar, gözlerin ki ben onları tutamam.
XVI

14 Eylül 2013 Cumartesi

Adem'den Havva'sına XV

Havva'ya;
Susadım, çok susadım, çöldeki bedevi gibi sana susadım Havva, susuzluğum geçmiyor.
Yürüdüm, çok yürüdüm, nereye vararacağımı bilmeden yürüdüm günlerce, sana varamadım, seni bulamadım.
Attığım her adım sanki karınca adımıymış gibi kısaldı, yollar hiç bitmeyecekmiş gibi uzadı gözlerimin önünde.
Bir yere varamadım, seni göremedim, seni bulamadım Havva, kaybolmuşsun, dünyanın hiçbir yerinde seni göremedim.
Düşünmek delirtiyor artık, düşünceler beynimi kemiriyor giderek.
Seni bir daha hiç göremeyecek olmak kabullenilmez bir düşünce, sonsuza kadar ayrılışımız onulmaz bir duygu oysa.
Düşünsene Havva, sonsuza kadar birbirimizi hiç göremeyeceğiz, sen bir daha hiç gözükmeyeceksin bana, gözlerim bir daha seni hiç göremeyecek.
Sen nerede ne yapıyorsun hiç bilmeyeceğim, nasıl bir ömür süreceksin habersiz olacağım, bir daha hiç duymayacağım sesini, nefti bir yalnızlığa hapsolacağım ben, sen hiç bilmeyeceksin.
Yaşam gelip yaşam gidecek, ömür gelip ömür gidecek, insanlar gelip insanlar gidecek, ölüm gelip ölüm gidecek, sen hiç gelmeyeceksin Havva, bir daha hiç görüşemeyeceğiz.
Bu fikir çıldırtıyor işte, onulmaz bir yere sürüklüyor beni, bütün kapıların dışarısında bırakıyor beni.
Sonsuzluğu düşündükçe göğüs kafesim daralıyor, dünya daralıyor ve beni içine hapsediyor.
Giderek daralıyor bildiğim ne varsa ve beni ufacık bir kutuya sıkıştırıyor.
Yüzün, o yüz ki yüzlerin efendisidir gördüğüm ne varsa hepsinin efendisi, bir daha hiç bilmeyeceğim o yüzü.
O yüz ki, artık yok olmuş gibi yok oldu hayatımda, bir daha hiç görmeyeceğim bir yüz, yüzlerin efendisi, efendimisss, sahibimiz.
Delirmek, aklı başında yaşamaktan daha kolay olmalı, delirsem bir daha seni göremeyeceğimi düşünmek durumundan kurtulurdum, bütün düşüncelerim kaybolurdu.
Bu kadar çok düşünmek beni delirme noktasına sürüklüyor zaten, yokluğun delirmek için iyi ve bulunmaz bir neden zaten.
Havva, seni göremedikten sonra neyi gördüğümün önemi yok, senle göremedikten sonra neyi gördüğümün önemi yok.
Önemini kaybediyor her varlık, giderek karamsarlaşıyor dünya, daraltıyor beni, ah bu delilik, uğrasa ya artık bana, bu yokluk düşüncesinden kurtarsa artık beni.

Ah bu ayrılık, bazen delirtiyor, bazen delirmeme bile izin vermeden yaşatıyor, ki bu aslında yaşamak değil, sürdürdüğümde yaşam değil.
XV

13 Eylül 2013 Cuma

Adem'den Havva'sına XIV

Havva'ya;
Sıcak bir günün ardından senin sıcaklığın sarmalıydı beni Havva, sıcaklığına sığınmalıydım.
Bu sıcak günde, senin sıcaklığında kavrulurken yine sen esmeliydin içime, senden gelen rüzgarlar ferahlatmalıydı beni.
Sonra kış kadar soğuk olup dondurmalıydın beni, üşümeliydim yanında, sarılarak ısınmalıydık belki.
Birbirine o kadar karışmış bu mevsimde, yaz da sensin kış da.
Bütün mevsimlerde senin etkin söz konusu, sen nasıl istersen öyle şekillenecek gibi geliyor bana.
Hiç yoksa benim hissettiğim mevsimler sana bağlı, sen nasıl istersen öyle hepsi.
Hem yakıp hem dondurman bundandır, daha öncede söyledim belki, sen ateş ve suyun kendisisin.
Bir içim su idin, yoksun şimdi, belki senin için hiç olmamıştı.
Bedenimi kasıp kavuran gün kadar kasıp kavuruyorsun içimi, en derinlerine kadar.
Boğazımda takılıp kaldın Havva, sesim soluğum çıkmıyor artık, sesimi soluğumu ele geçirdin.
Sesim çıkmıyor artık, ses tellerimi sıkıyor olmalısın, senden başka kimseyle konuşmayayım diye.
Boğazıma yapışmış olmalı ellerin, sen yokken nefes almayayım diye.
Oysa ne konuşacak birisi var, ne nefes almaya gücüm.
Ancak ağaçlarla konuşurum Havva, sensizliği paylaşırım onlarla, seni anlatırım.
Hiç görmeselerde seni tanımış olurlar, seni bilen birileri olmuş olur benden başka.
Geriye kalanlar benle gidecekler, geldiğimiz gibi gideceğiz, bütün sırları içimizde götüreceğiz beraber.
Bilinenlerin tamamının bilinmeyen bir yüzü var oysa, herkesten uzakta bir sen varsın benim için.
Bir sen var oldu bende, senin kadar güzel, senin kadar yakın bana, senden başka.
Adem'in zihni hiç bilmediği kadar geniş Havva, senin her zerreni hatırlayacak kadar geniş.
Havva ismi fısıldandığında kulağına, seni bütün hücrelerinle düşünecek kadar gerçekçi.
Ses tonunu duyumsayacak, gözlerinin parıltısını yakalayacak kadar inançlı.
Oysa o kadar kayıp ki günler, zihin bir gün kararırsa ne yaparım bilmem, bilemem Havva.
Körelir mi acaba insan zaman ilerledikçe, gözleri görmez, kulakları duymaz, kalbi başkasını sevmez olur mu acaba.
Aklı başka bir kişiyi düşünemez, yüzü başka bir yüzü görmek istemez olur mu acaba insan.
Tüm bunlar için zamanın ilerlemesi gerekmez bazen, hepsini yaşar insan, yaşatırlar.
Ölü vakitler başka ölü vakitleri doğurur, ben tüm bu ölü vakitlerde ölürüm, ölümle koyun koyuna yatarım, ölüme kavuşmayı bekler, sürgünün başka evresine geçerim.

Yüzünü bir ben görüyorum içimde hapsetmişken, cimriyim, seni benden başkasına göstermem.
XIV

12 Eylül 2013 Perşembe

Adem'den Havva'sına XIII

Havva'ya;
Günler giderek uzuyor mu anlamıyorum artık, oysa mevsim güz, kısalması gerekmez miydi Havva?
Bu ılık havada, güneşin batışı giderek ağırlaşırken, beraber seyretmeliydik kızıl semayı.
Mevsimlerden sonbahar, yağmur bol olur, yağmurun altında beraber ıslanmalıydık aslında.
Sürgünde olmasak, koca bir kışı beraber geçirirdik Havva, karın altında beraber yürürdük.
Doğa beyaz örtüsüne büründüğünde bende sana bürünürdüm, her yanımda sen olurdun.
Yağmur, sevginden kavrulmuş bedenime değse ben onu hissetmem artık.
Yalnızken yağdığında zaten pek mahzun olur, dayanamam, yağmur yağmasın Havva, sen yokken yağmasın.
Sahra çölüne dönsemde sen yokken yağmur tanesi düşmesin, sürgün çöl gibi olsun, çöldeyim zaten.
Şimdi bulutlar gezinirken semada, ben onlara bakamam, başımı kaldırıp gökyüzünü seyredemem, uzandığımda yüzümü kaldırıp onları seyredemem.
Bütün bulutlar senin olduğun yere seyahat ediyormuş gibi geliyor bana, hepsi sana gidiyor bulutların, beni yalnız bırakıyorlar, artık bulutlarla da kavgalıyım.
Gün gelecek bütün doğa sana doğru hareket edecek, ağaçlar ayaklanacak ve sana doğru yürüyecekler.
Betonlar alıp başını benim yanıma gelecek, sen doğayı seviyorsun diye ben betonlarda sen yeşilliklerde yaşayacaksın.
Beni terkeden o kadar çok şey var ki artık bende olan bir şey kalmadı.
Gökyüzü o kadar sen gibi ki, öldüğümde benim yüzümün gökyüzünü görmemesi için yeryüzüne çevrili olması gerekiyor.
Gökler, çok uzaktalar, elimi uzattığımda dokunamam ona, bulutlara değemem, yıldızları avuçlayamam, dolunayla konuşamam, seninle olamadığım gibi.
Yeryüzüne dönük olsun yüzüm, toprakla bağdaşayım, eriyeyim, etimle toprağa karışayım, dönene kadar eve.
Bir fidan çıkar belki benim olduğum topraktan, eğer bedenim gibi çölleşmez ise toprak.
Korkuyorum ki mezarım dahi çölleşecek ve bu kuraklık dünyaya bir lanet getirecek.
Lanetli olmalıyım ki, bazı sırlar kendilerini kaybettiriyor.
Kışı görmek istemiyorum ben, bir kış günü doğsamda, bir kış daha görmek istemiyorum.
Gözlerim olsun yine, ancak kışı görmesin ömür, ömür törpüsü törpülesin yılları.
Havva olmadan tükenen Adem, yağmur üzerine yağmadan, kış gözlerine gözükmeden sürgünde kaybolsun.
Sürgün nasıl olsa sürecek sonsuza dek, nasıl olsa bitmeyecek.
Madem ki öyle o vakit, vakit hızlı da geçse yavaş da geçse, pek anlamı yok, bunun bir sonu yok.

Gökyüzü kadar enginsin sen ve uçucu, ben ise yeryüzü kadar tutucu ve dibe bağımlı.
XIII

11 Eylül 2013 Çarşamba

Adem'den Havva'sına XII

Havva'ya;
Zehrolan bir gün, zehrolan bir hayat var önümde Havva, zehrolan düşünceler.
Yalnız başıma aşmam gereken koca dağlar, uzanan okyanuslar var.
Hepsinin ötesinde ne olduğunu bilmediğim koca bir alem var.
Ne kadar vaktim var bilmezken, üzerime düşen bir sürü yıldırım var.
Ödevlerim var Havva, hepsinden pekiyi almam gereken bir sürü ödev var.
Zehre bulanıp önüme konmuş, yememin söylendiği yemekler var.
Bir su var önümde, baştan başa zehir gibi, zehir tadında, senin tadında.
İçtim ben o suyu, kana kana içtim ve artık vücudumun her zerresinde bu zehir var, sen varsın, her yanıma işlemiş bir sen varsın artık.
Bu zehir terk etmez artık bedenimi, giderek kemiriyor beni içten içe, her seferinde daha güçlü ve etkisini giderek arttırarak.
En sonunda aklıma ulaştı zehrin ki, aklım bu zehrin etkisiyle hiçbir düşünceyi benimseyemez oldu, sadece seni düşünmekle meşgulüm.
En sonunda kalbime ulaştı zehrin ki, kalbim bu zehrin etkisiyle hiçbir varlığı bilmez oldu, sadece senin varlığına olan sevgimi körüklemekle meşgulüm.
İçimde giderek yayılan bu zehir, artık hastalıklı bir kişiye dönüştürdü beni.
Daha kimseye yaramam, hiçbir işe yaramam ben artık, şifayı kaptım senden, artık yaşayamam.
Üzerime düşen yıldırımlar mı beni çarpıyor, ben mi onları çarpıyorum bilmiyorum.
O kadar yoksunum ki bu duygu artık tavan yaptı bende Havva.
Sana çarpıldığımdan beri yıldırım çarpması nedir bilmiyorum, senin çarpıntıların daha güçlü.
Seni her düşünüşümde kalbimin çarpışı daha gür, daha kuvvetli, daha kararlı.
Bir yıldırım gibi çarptın beni, yandım ben, karardım içten içe ve kimse görmedi.
Ağaçlar şahidimdir, deniz şahidimdir, kuşlar şahidimdir ve kalem şahidimdir ve yazı şahidimdir, oku.
Oku Havva, sana yazdım, senden ötürü yazdım, dünya üzerinde cennetten bir parça olduğunu düşündüğüm senin için yazdım.
Delirmek için yazdım belki, delirişimi kanıtlarıyla sunmak için.
İçime takılıp kaldın Havva, damarlarımda kaldın, çıkmadın dışarıya, bende takıldın kaldın.
Salmadım seni dışarıya, kalbimden kovmadım ve aklımdan çıkmadın.
Girdiğin yerleri terketmiyorsun, gitmek gibi bir huyun yok senin, bırakmıyorsun peşimi.
Her yer senle dolu, dünya üzerindeki her varlık sana benziyor Havva, seni arıyorum oysa bulamıyorum.
Zehir karıştı artık kanıma, ne ben bu zehirden arınırım, ne de bu zehir beni bırakır.

Zehrini bir yudumda içtim, artık kanımdasın, canımdasın, en çok bendesin artık.
XII

10 Eylül 2013 Salı

Adem'den Havva'sına XI

Havva'ya;
Sabah denilen olgu, aslında yanımda seninle uyansaydım benim için bir anlam ifade edecekti Havva.
Sabah uyandığında seni ilk gören olmayı isterdim, senin sabah uyandığında ilk beni görmeni isterdim.
Her gece son kez seni görerek uyumak isterdim Havva, uyumadan önce en son beni görmeni isterdim.
O vakit ölüm gelse idi ben seni görerek ayrılmış olacaktım, seni görmüş olacaktım en son.
Başlangıcım ve sonum sende olsun istedim, her güne senle başlayıp her günü senle sonlandırmak.
Sonda olmazdı, başlangıçta olmazdı, hep senle olurdum ben, bütün vaktimde sen olurdun.
Ne son kez seni görerek uyudum, ne de ilk kez seni görerek uyandım.
Ne sabah oldu bana ne akşam, ikisi arasında kaldım.
Vakitsiz bir yerde vakitsiz bir zaman dilimindeyim sanki, burada bulunan bütün canlılar beni ayıplıyor sanki.
Sen yoksun yanımda diye hepsi bana kinle bakıyor gibi geliyor.
Her gece baykuşun sesinin beni ürkütmesi, her sabah balıkların benden kaçması ancak beni ayıplamak için olmalı.
Sürgün, ayrımsamak demek belki de, bütün canlılar beni ayrımsıyor, hiçbiri kabul etmiyor.
Hiçbir canlıyla dost olamadım ben, belki çok yabancıydım onlara, belki sen yoksun diye yabancı oldu bana herkes.
Bu diyarda herkes seni tanıyormuş gibi geliyor bana, herkes senin büyünün etkisi altında ve herkes seni öyle sahiplenmiş ki, herkes senin için güzelliğini koruyor sanki.
Hepsi seninle yaşamak istiyor, sana görünmek istiyor ve seni göremedikleri içinde bana saldırıyor.
Sürgün tam anlamıyla hapishanede geçiyor ama bu sürgün ki tam olarak küçük bir yerde değil bu koca dünyada bir sürgün olarak geçiyor.
Aslında her yere gitmekte serbestim ama gel gör ki ben bulunduğum yerden başka bir yere gidemiyorum, niçin gitmem gerektiğinide bilmiyorum, kalakaldım.
Zamanın geçmesininde bir mantığı yok, sabah yok öğle yok ikindi yok akşam yok.
Yokoğlu yok, yoklukla doluyum, senin yokluğunla doluyum Havva, yokluğun doldu içime.
Sabahları bir anlam ifade etmiyor gecelerin ifade etmediği gibi.
Seninle geçmeyen zaman, zamanlıktan sayılmıyor Havva, sadece ölü anlardan ibaret.
Senle geçmeyen yaşam, yaşam değilmiş, anladım, anlatmak istedim.

Ölüm değildi beni korkutan Havva, yanlış anlama, sensiz ölmekten korkardım.
XI

9 Eylül 2013 Pazartesi

Adem'den Havva'sına X

Havva'ya;
Önce akşam çöktü şimdi de gece çökecek dünyaya, daha çokta bana.
Hepsinden daha fazla yalnızlık çökecek içime, çöreklenecek içimde.
Hiç etkisinden sıyrılamayacağım bir hal alacak, içimde bir yurt kuracak kendine Havva.
Yalnızlık, sensizliğin yerini alıyor yine, yine beni evsiz barksız bırakıyor.
Sen yanımda yokken kendimi bir yere ait hissedemiyorum.
Kendimi yurtsuz hissediyorum, aidiyeti kaybediyorum, elim bomboş kalıyor.
Sadece ellerim değil üstelik, dünya bomboş kalıyor, aklım bomboş kalıyor ve yaşam.
Akşamın oluşu yalnızlığı daha da körükler gibi aslında, senin olmayışını vurguluyor.
Bugünde seninle uyuyamadık Havva, seninle şöyle bir oturup konuşamadık.*
Seninle şöyle bir akşam üzeri demini yaşayamadık Havva, içimizi birbirimizle ısıtamadık.
Dünya, bizim sürgünümüz için yaratıldı bir yandan sanki, o kadar uçsuz geliyor.
Yürüyerek biter bitmesine amma velakin sen yokken ayaklarım yürümüyor.
Beynim ayaklarıma söz geçiremiyor, aklımı sende unutmuşum, düşünemiyorum.
Ne bir düşünceyi paylaşabiliyorum ne bir sözü ne de bir fikri.
Sensizlik kendini o kadar belli ediyor ki başka bir olayı farkedemiyorum.
Oysa biz beraber olduğumuzda, dünyada değil cennetteydik.
Kevser vardı orada, Tuba vardı, sen vardın.
Oraya aittik biz, burası değil bizim yurdumuz, oraya dönmeliydik beraber.
Bu sürgün bitecekti, bitince dönecektik cennete.
Şimdi cennet ağlıyor mudur biz orada değiliz diye, ağlıyor mudur beraber dönemeyeceğiz diye, belki.
Ya da o da sürgünde midir ve anlamıyor mudur?
Havva, yok ki bu sürgünde bir çıkar yol, yok sana çıkan yol.
Bu sürgünde biter, asıl sürgün benim içimde oysa, ben kendimi dünyaya sürülmüş hissetmiyorum.
Ben sürgünümü içimde yaşıyorum, içimde ki sürgün daha büyük bedenimin sürgününden.
Kayıp bana yıllar, yollar, yerler.
Kaybolup gitmişim, yokmuşum gibi, kimse farketmiyor, kimse yok.
Boğulup gideceğim bu yalnızlıkta, görmeyecek kimse, olmayan kimse.
Havva, bir gecenin karanlığını beraber seyredemedik senle, bir gecenin yankılanışını gözlerinden göremedim.
Bu gece biter, yarın yeni bir gece başlar, bugünkünden farklı olur mu bilinmez.
Gece hep aynı gece, değişmesi gereken gece değil.
Sürgün bu, çok uzun bir sürgün, sonu yok, sonun başlangıcı yok.

Sürgünüm dünyada değil, ben içimden sürgün oldum.
X

8 Eylül 2013 Pazar

Adem'den Havva'sına IX

Havva'ya;
Soğuk bir gündü Havva, rüzgar saçlarımı savuruyordu gökyüzüne doğru.
Yollar genişliyordu giderek, içim giderek daralsa da.
Rüzgar değiyordu tenime, ben hissetmiyordum rüzgarı, dokunamıyordum.
Sadece soğuk olduğunu hatırlıyorum, başka hiçbir dokunuşu değil.
Yerler camdan gibiydi, her adım atışımda kayacak gibi oluyordum.
Tutunduğum yerler bir anda elimden kayacakmış gibi hissediyorum, senin gibi.
Bir anda yere kapaklanacağım, kimse de beni kaldıramayacak.
Ben ayağa kalkana kadar yerde öyle yüzükoyun uzanacağım.
Kalkmaya mecalim olmayacak, isteğim olmayacak, arzum olmayacak.
Bir gün olacak, mecburiyetler kaldıracak beni ayağa, ben o güne kadar yüzükoyun yatacağım.
Yüzüm hiçbir şeye dönmeyecek, gözlerim başka bir şey görmeyecek.
Ne yaşamı göreceğim, ne yaşayanları.
Yaşam pınarından akan su giderek çoğalacak, benden uzakta.
Giderek siyaha boyanıyor dünya, her rengin içine biraz siyah karıştı.
Tonları değişti hepsinin, biraz daha mat oldular, soldular sanki.
Oysa ben anlamam ki hiç renklerden Havva, tek bildiğim bildiğin renkleri sevdiğimdi.
Senin sevdiklerini severdim, sen sev derdin bende severdim Havva.
Ben bilmezdim ki hiç hangi renk neye aitti, benim için renklerde iki sınıftı.
Bir senin sevdiklerin vardı birde senin sevmeyipte uzakta bıraktıkların.
Şimdi ikisini birbirine karıştırıyorum, neyi sevip neyi sevmemem gerektiğini bilmiyorum.
Birbirine karışan çok obje var aslında, bilmediğim onca nesne.
Hepsini unutacağım şimdi, ne kadar yavaş ne kadar hızlı olur bilemem.
Bu siyahlıkta yerde yüzükoyun yatarken unutacağım bütün renkleri.
Zamanla siyahlaşacak hepsi, katran karası olacak, kartalın kanadından bir katran siyahı.
Zamanla grileşecekler, beyazlaşacaklar, unutulacaklar.
Unutulmaya mahkum olanlar gibi, yaşamı unutanlar gibi.
Havva, soğuk bir günde soğuk bir hâlde yazıyorum, üşüyorum.
Ve ısıtacak bir ses yok beni, ısıtacak bir varlık, yoksunum.
Yoksun kalmaya mahkûm.

7 Eylül 2013 Cumartesi

Adem'den Havva'sına VIII

Havva'ya;
Bugün buharlı bir gün Havva, her yerin sislerle kaplı olduğu bir gün.
Bütün gerçeklerin net olarak görülemediği bir gün.
Gerçeklerin, gerçekliklerini kaybetmeye hazır oldukları bir zaman aslında.
Her anın yavaş yavaş zehirlendiği amansız bir an.
Yazılacak kelimelerin acı içerdiği, acınası bir yazı.
Dünyanın ağzını açtığı ve içinde her şeyi yutmaya hazır bir canavar gibi beklediği garip bir gün.
Bugün, dünden daha farklı, daha önceki günlerden çok daha farklı bir gün.
Anlamın kayıp olduğu, kayıpların bulunamayacağının anlaşıldığı bir gün.
Bu topraklarda karınca kolonileri birbirleriyle savaş halindeler.
Birbirlerinin şehirlerini talan ediyorlar, yıkıp geçiyorlar.
Benimde şehirlerim talan edildi işte Havva, bütün kulelerim düştü bir yandan.
Hayat zaten zor iken diğer yandan bir kamçı indi sırtıma.
Bir iz bıraktı vücudumda, bir daha silinmeyecek gibi duran.
Bir acı bıraktı üzerimde, bir daha gitmeyecekmişçesine sert.
Bütün darbeler serttir aslında, hepsi beklenmeyen yerden gelir.
Darbenin nereden geleceğini bilseydim de bu darbeye karşı koyamazdım.
Bu darbe ki, geldiği yerin güzelliğine sığınır aslında.
Şimdi bu tarumar şehirde bir başıma yeni bir şehri inşaa etmeye çalışıyorum.
Düşen kulelerin yerine yenileri yapılmalı.
Yıkılan güzellikler yerini başka güzelliklere bırakmalı belki de.
Yeni bir gün doğar yarın Havva, ama güzel bir gün doğar mı bilmem.
Bir gün doğar ufuklarda, benim üzerime de doğar ama içime yeni bir gün doğar mı bilmem.
İçim hep karanlık, hep karanlıkta kalmaya meyilli.
Yalnızlık, sevgili yalnızlık, gerçek bir dost, sevgilim.
Her şeyden uzakken hiçbir şey istememek, hepsini geride bırakıyor.
Mesele yalnız olmak değilmiş aslında, mesele yalnızlığı sevmekte.
Yalnızlığın limanlarında kendine yer bulmakta.
Yalnızlık belki de benim için yaratıldı Havva, ben bilmem, ama severim.
Bu sisli günün içinde de yeni yerler keşfederim.
Yeni canlılar bulurum ormanın karanlık kıyılarında, nasıl olsa karanlığa alışkınım.
Hapsolduğum şeyi seviyorum, yalnızlıkla kuşanmışım.
Karanlık her yerde, ben yolumu bilmiyorum, yolun aydınlığını bekliyorum.

4 Eylül 2013 Çarşamba

Ol'a Bakış

"Kun Fe Yekun" (Yasin 82)
"Ol der ve olur!"

"O" ol derse olu her şey.
Sende bir şeyler yap ki, Ol desin.
Her şey olurluğun içerisinde bu dünyada.
Olunamayacaklar öteki taraf için ayırılmış.
İmkansız insanın zihninin hapsedildiği kara bir kutu.
Kara kutuda insanın gözleri görmüyor.
Olabilirlik insanın içini kemirir.
Olmasını istediği şey için mücadele etmeli insan.
Oldurmaya çalışmalı.
Oldurmaya çalışan oldurmaya çalıştığını kazanır.
İnsanın uzanabileceği yakınlıktadır istekleri.
Henüz bir çocuğun imkansızı tanımaması gibi.
Çocuk özgürdür, özgürlüğün ne olduğunu bilir.
Kısıtlanmayan bir olgudur insan.
Kısıtlanmaması gerekir.
İnsan büyüdükçe ona kısıtlanan şeyler öğretilir.
Kısıtlanarak yaratılmamıştır hiçbir şey.
Kısıtlananlar mucizesini kaybeder.
Bir ağacın gövdesiyle kısıtlanamayışı gibi.
Kökü vardır, yaprakları vardır, dalları vardır oysa.
Gökyüzünün sadece bulutlarla kısıtlanamayışı gibi.
Yıldızlar vardır, kuşlar vardır, ay vardır oysa.
İnsana bazı şeyler büyüyünce öğretiliyor.
İnsan beyni kara kutuya konuluyor.
Öğretilen her bilgi doğru değildir.
Bazıları hapsedilmiş bilgilerdir, kısıtlıdırlar.
Oysa doğa kısıtlı değildir, dünya kısıtlı değildir, insan kısıtlı değildir.
Kısıtlayan insandır.
Bildiği her şeyi bir formun içine hapseder.
Her bilgiyi başka bir bilgiyle açıklamaya çalışır.
Oysa her bilgi kendine özgüdür, başka bilgilere gebedir.
Bu döngünün bir parçası.
Dönüşümde bir yan aslında, farkedilemeyen.

2 Eylül 2013 Pazartesi

Sarsılmalar

Ben ve Olric sizleri sarsmaya geldik. Dünya tarihinde eşi görülmemiş bir duygululukla ve kendini beğenmişçesine ve kendinibeğenmişçesinesankibizdenöncebirşeysöylememişçesinegillerden olmaktan korkmadan kapınızı yumrukluyoruz."

Oğuz Atay, Tutunamayanlar



Sarsılmalı koca dünya.
Bütün insanların dünyasını sarsmalıyız.
Herkes ağır bir uykuda.
Yenik düşmüşler.
Mağlubiyeti tatmışlar, ayağa kalkamaz haldeler.
Sarsılmalarım var benim.
Sürekli kendini yenileyen.
Hergün farklı şiddetlerde.
Sensizliğin şiddeti hergün biraz daha fazla.
İnsanlar sara nöbetlerine tutulmuş.
Herkes titriyor artık.
Titriyorum sensizlik nöbetlerim tuttuğunda.
Hepsinin durumu farklı.
Bir tek biz ayaktayız belki.
Belki farklı bir konumda.
Ama duruyoruz işte burada.
Koca rüzgarlar geliyor üzerimize.
En geriden şiddetle savurmak istiyor.
Direniyoruz her şeye, her türlü.
Bütün dünya depremlerle boğuşuyor.
Her insanın içinde bir deprem var.
Kendisini sarsıyor her birey içten içe.
Kimse farkında değil ki yaşamın.
Boğuşmakla meşgul herkes.
Bir birini boğmakla en çokta.
Sarsılmalarım var benimde.
Sen yokken benim başımı döndüren.
Gelip durdurmalısın bütün depremleri.
Sarsılırken sarmalısın beni.
Sarsmalısın kendime gelmem için.

Küllerimden Yanıyorum

Küllerimden doğup tekrar sana yanayım mı ?

Yanayım mı her defasında senin için bir kez daha?
Bu yangın yayılmalı belki her yere.
Bütün dünya bu ateşi paylaşmalı.
Bu ateş ki şiddeti paylaştıkça azalmıyor.
Artıyor ne kadar bulaşırsa.
Senin için zaten defalarca kez yanıyorum.
Kaç kez yanmam gerekiyor daha bilmiyorum.
Ama her gün senin için bir daha yanıyorum.
Sürekli sönüp alev alıyorum.
Külleniyorum bazen hiç farketmeden.
Ateş sönmüyor oysa, küller tekrar alev alıyor.
Bu ateşi paylaşıyor bütün vücudum.
Her yanım ayrı bir alevin içinde.
Yeniden, yeni baştan.
Yana yakıla dolanıyorum sokaklarda.
Dağılıyorum, her anım paramparça.
Yanıyorum ben her saniye.
Her gün biraz daha.
İnsan bir küle dönüyor.
Küllerinden anka kuşları doğuyor.
Küllerden yeni bir insan doğuyor en baştan.
Küllerden tekrar yanmaya başlıyor işte o zaman.

Sen Doğunca Doğdu Dünya

Dünyanın doğumu yeni bir başlangıç,
İkimiz için belki bir hediye bu.
(Planeur)



Dünya doğdu belki, sen doğunca.
Sen doğmayınca doğmuş olmuyor tam olarak dünya.
Sen doğdun diye güneş daha parlak doğdu bugün.
Daha aydınlık dünya.
Yaşanılası artık bu topraklar, bu yerler.
Senin varlığın dünyayı başka bir gezegen kılıyor.
Mars dünyalaşamıyorsa içinde hava olmadığı için değildir.
Sen yoksun diye dünyalaşamaz.
Jüpiter dünyalaşamıyorsa içinde su olmadığı için değildir.
Sen yoksun diye dünyalaşamaz.
Sen dünyalaşmasını sağlıyorsun olduğun her yerin.
Yaşanabilir kılıyorsun olduğun yerleri.
Büyük sözler söyletiyorsun sol yanında kim varsa.
Sözler söylettiriyorsun bu senden bir emirmişcesine.
İkimiz için bir doğum bu.
Belki dünyanın doğumu.
Belki dünyanın içinde olduğu galaksinin bir doğumu.
Bizim olduğumuz bir doğum oysa bu.
Herkesten uzakta, baş başa doğuşumuz.
Bu doğum bizim doğumumuz.
Yalnız başımıza, herkesten o kadar ayrıkça.
Sadece seninle baş başa.
Mavi bir göğün altında, mavi bir yerin önünde.
Yeşil bir dünya var artık.
Bu bir başlangıç, buna inananlar için.
Başlamak, inanmakla başlar.
Sana inanmakla başlıyor buna inanmakta.
Bugün huzurlu bir gün, huzurun ne olduğunu anlatan bir gün.
Uzun cümlelere gerek olmadan anlatılabilecek bir gün.
Yine de uzun cümlelerin kurulması gerektiği bir gün.
Heredot'un anlatması gereken bir gün.
Ovidius'un şarkılar söylemesi gereken bir gün.
Bugün çokça üzerine yazılması, yankılanması gereken bir gün.
Bugün, ölmemesi gereken bir gün.
Bugün doğum, dünyanın bir doğumu, yalnız başına.

Ressamın Peşinde

Kafam cam kırıklarıyla dolu doktor. 
Bu nedenle beynimin her hareketinde düşüncelerim acıyor. 
Anlıyor musun?
Oğuz Atay

Her tarafı dolu artık, beynimde boş bir yan yok.
Her yerine seni doldurdum.
Her olayda seni hatırlatıyor.
Baktığım her tabloda senin çizgilerini görüyorum.
Her resmin altında senin imzanı arıyorum.
Adını arıyorum bütün resimlerde.
Bütün tablolarda sana ait bir koku arıyorum.
Tiner kokusundan ayırt etmeye çalışıyorum sürekli.
Senin elinin değdiği fırçaların peşinden koşuyorum.
Resim galerilerindeyim sana ulaşmak için.
Van Gogh'tan çıkıyorum yola.
Raphaello'dan Monet'ye kadar aramalarım.
Hepsine seni soruyorum.
Gece rüyalarımda Picasso'yu bekliyorum.
Senin nerede olduğunu sorabilmek için.
Sen ne yandaysan o yana gidiyorum.
Fırçanın kıvrımı nereyi işaret ediyorsa oraya bakıyorum.
Bazen Sharlock Holmes gibiyim senin peşindeyken.
Pabuçlarının yollarda bıraktığı izleri araştırıyorum.
Arayışındayım her yanda senin.
Parmak izini kovalıyorum her yerde.
Ellerinden çıkmışa benzeyen bu şahane resimler,
Ellerinden çıkmışa benzeyen güzelliklerin ardındayım.
Koridorlar sanki senin izlerinle dolu.
Yolda bıraktığın ipuçları var.
Sordum Van Gogh görmemiş seni.
Michelengelo bulamamış seni.
Bir ben bulmak isterim seni.
Seni, bende bulmak isterim, bende yaşatmak.
Bütün düşüncelerime sen saplandın işte.
Her yanında sen varsın beynimin.
Düşünceler yakıyor bazen.
Cam kırıklıklarını topla artık, can kırıklıklarını.

Eylül

Bak Eylül geldi yine.
Yağmur gelir yakında uzaklardan.
Unuttuğu yurduna döner özlemle.
Koca dağları aşar da gelir vakti zamanında.
Yağmuru özledim belki, belki yağmuru özleyen seni.
Sen ve yağmur karıştınız birbirinize.
Ve yine yağmurun altında karışalım birbirimize.
Yağmur ıslatsın bizi.
Sırılsıklam olalım dinmeyen büyükçe yağmurun altında.
İri damlalar halinde düşsün üzerimize.
Bak Eylül geldi yine.
Sen geleceksin diye geldi belki de.
Yağmuru biriktiren bulutlar geliyor şimdi de.
Herkes geliyor İstanbul'a.
Çok uzaklardan, herkesi terkedip geliyorlar.
Güneş, bulutların arkasına saklanıyor.
Biraz daha loş artık sokaklar.
Ve akşam olmadan boşalacak caddeler.
Kimse kalmayacak, herkes kapanmış olacak köşesine.
Yağmurdan kaçarken insanlar, yağmur koşacak bize.
Yağmur, yağmuru sevince; yağmur olacak.
Önce saçlarını yıkayacak.
Her telinden süzülecek iskarpinlerine.
Yüzüne değecek benim iznimle.
Avuçlarında biriktireceksin yağmur suyunu.
Ellerine değecek, parmaklarından süzülecek.
Avuçlarında ki su göklere fırlayacak.
Bak Eylül geldi yine.
Eylül'ümüz geldi belki, geldi bizim için.
Eylül gibi gel sende.

Seni güneş sandım kendimi ay,
Tutulmalıydım, tutulmalıydım.


1 Eylül 2013 Pazar

Sesinde Yankılanır Dünya

Sesin, geceyi bir anda gündüze çeviren, karanlığı bölüp aydınlığa kavuşturan, siyahı beyaz, korkuyu sevinç, hüznü mutluluk, beni sen yapacak kadar etkileyici. Sesin bir kadeh şarap gibi, içmek istiyorum doya doya. Kanımdan bir şarap senin sesin, duydukça duymak istiyor, sarhoşluğunu yaşamak ve bu sarhoşluktan kurtulmamak istiyorum. Sesinin sarhoşuyum ben aslında, ilk kez duyduğumdan beridir bu sarhoşluk, bir daha kendime gelemeyişim. Sesin, sesimin titremesine neden oluyor. Sesin, kelimeleri yutkunarak söylememe neden oluyor. Sesin, sözcükleri söyleyememe neden oluyor. Sesini duyunca kendimden geçiyorum, unutuyorum her şeyi, cümleleri bile değil kelimeler, harfleri. Sesin beni etkisi altına alıyor. Nasıl bir büyün var henüz bilmiyorum, sesin bu büyünün en önemli parçası belki de.
Senin sesini ilk işittiğim an beni saran bir çember vardı. Bu çemberin dışına çıkamadım hiç. Sevgiden bir çemberdi bu, beni bile bile hapsetti. Bu çember ki benden ayrılmadı, sesini her işitişimde daha da güçlendi. Sesin bütün geometrik şekillerin dışında beni kaplayan bir güç. Sen ki beni sesinle yakıyorsun diri diri. Gün oluyor ki sesin beni bade içmiş gibi yapıyor, gün oluyor ki sesin beni zehrine katıyor. Bazen göklere götürüyor seninle beraber, bazen 7 katlı yerin dibinin 8.katına çekiyor. Sesin, daha önce hiç duyulmamış bir ses, bir nefes, bir kafes. İçine gireni dışarı bir daha hiç bırakmayan bir kafes. Sesin, seslerin en sahicisi, en kararlısı, en vurgulusu, en güzel tona sahip olanı, en güzel vurguya sahip olanı, en güzel makama sahip olanı, en güzelin en güzeli, en, en, en. 
Senin sesin çağlayanlarda yankılanan bir ses. Senin sesin göğün gürlemesi. Senin sesin piyanonun hafif sesi. Senin sesin yağmurun sesi. Senin sesin muhabbet kuşunun sesi. Senin sesin. ağaçların sesi. Senin sesin rüzgarın sesi. Hep işitir hep dinlerim. Senin sesin her yerde benimle, peşimde. Her şeye salmışsın ki sesini benim peşimi hiç bırakmıyor. Her yerde benle konuşuyor, benle oluyor, benle yürüyor, benle duruyor. Senin sesin bir yudum su, içtikçe susuyorum. Sesin ateşten bir ip. Ben ona dolanıyorum. Sesin ateşten bir zırh. Ben onu giyiniyorum. Sesin, yanan bir kadeh, ben onu elimden bırakmıyorum. 
Hadi uyu şimdi, rüyanda seslen bana, sesinle yak yine, sesinle var ol, hep yanımda, hep solumda, her zaman ki yerinde.

İnsanca Bir Amaç

Hayat herhalde bir katakulli değildi. Ama neydi! Bu hayatın bir manası olmak icap ederdi. İnsan dünyaya sadece yemek içmek ve koynuna birini alıp yatmak için gelmiş olamazdı! Daha büyük ve insanca bir sebep lazımdı.
Sabahattin Ali


Ve o sebep gelip beni buldu.
Ben öyle duruyordum.
Ve o sebep gelip benim gezegenime çarptı.
Bir deprem oldu, bir çığ düştü, seller bastı her yanı.
Bir yıldırım düştü beynimin içine.
En hassas noktasına bir düğüm atıldı kalbimin.
Ben amacımı buldum.
Belki de amaç gelip beni buldu.
Ben seni buldum yani, sen gezegenime geldin.
Gezegenimde senin var olduğunu anladım.
Varlığından habersiz olduğum güzelliklerinde olduğunu.
Dünyaya geldin işte, dünya bana geldi.
Sen geldin diye yeryüzüne, yeryüzü kendine geldi.
Ağaçlarda çiçekler yeşerdi.
Yağmur geldi sıcaktan kavrulmuş topraklara.
Sevgi geldi, sevgisizlikten çatlamış avuçlara.
Sıcaklık geldi, sarılmayı bilmediğinden soğumuş göğüslere.
Renk geldi, daha önce sevgiyi tatmamış yanaklara.
Sevgi geldi sen geldin diye bana.
Gelmeni bekleyen her şey, bir anda geldi vakit kaybetmeden.
Amacını bulan insan amacına nasıl yönelirse,
Bende öyle yöneldim sana; bağımlıcasına.
Yaşama sebebini bulan insan hürdür artık.
O amaç için yaşar elbet.
Başka bir yaşam biçilemez artık ona.
Ben yolumun sende olduğunu gördükten sonra,
Başka bir yolda yürüyemem artık,
Başka yollar beni hedefime götürmez.
Yaşama sebebimi buldum artık ve hürüm.