30 Kasım 2013 Cumartesi

Çoban Elinde Kavalıyla Delirdi

Gün uzun türküsünü bitirdi
Karlı dallara yürüdü karanlık
Yalnızlık çekilmez bu vakit
Delirdi denizde yosun çayda balık
Gel artık

Gülten Akın


       Eline kavalı almış en güzel müziği ifşa ediyor çoban. Ne hazindir ki bu müziğin dinleyicisi koyunlardır. Bahtiyar olmak ve o müziği duymak için bir koyun olmak gerek imiş. Uzun türküler söylüyor güneş. Türküsü çok uzaktan gelsede sesinin güzelliğini duyuyor insanoğlu. Onun ulaşılmazlığı mesafesinden değildir, yakıcılığındandır. Kimse yanmayı göze alamaz, bu aşk dahi olsa.
       Güneş terk eder insanı, insana güvenmez hiçbir zaman, kimine yüzünü hiç göstermez, kimininse her gün tepesindedir. O da sever insanları, o da görmek ister bazı bazı, bazı insanları. Afrika'nın siyah çocuklarını sever en çok, onların üzerinden hiç ayrılmaz. Güneş terk eder insanı, insan onu terk edince.
       Güneşin terki karın gelişidir. Kar gelir güneşin yerine. Ateş yerini suya bırakır. Ateş yakmıştı, şimdi suda boğulmak vakti der insana. İnsan onun akıntısına karışır, kaybolur gider bir kanalizasyonun hattı içinde. Bir kar tanesi olur, erir gider. Bulutların üzerinden başlar yolculuğa yeryüzüne vardığında artık o erimiştir. İnsanda yok olur böyle. Doğumundan ölümüne doğru erir gider. Kimse hatırlamaz, kimse görmez. Kaybolup gider.
       Yalnızlık, en çok kimsesiz mevsimlerin yoldaşıdır. Mevsimler kimsesizdir, onların sahibi yoktur. Güneş Efendi yüzünü her vakit göstermez, Ay Hanım'da sadece karanlık çökünce teşrif eder. Mevsimler hep yalnızdır, hep birinden mahrumdur. Kış güneşten, yaz soğuktan mahrumdur. Yaz kışı, kış yazı arar. İkisi bir araya gelemez asla. İkisinin bir araya gelmesi, kaybolmasıdır ikisi arasında insanlığın. İnsan seçim yapamaz ikisi arasında, çünkü insan acizdir. En çok sevmeyi bilmez.
       Denizler her mevsimin baş tacıdır. Mevsimler önce denizlere uğrar, sonra gelip gösterir kendini. Su bir an soğur bir an ısınır. O bile karar veremez hangi mevsimde nasıl olacağına. Yaz olunca dondurur, kış olunca yakar. Denizde kararsızdır bizim gibi. Kararsız hâlimiz şimdiyi yaşamamıza engel oluyor.
       Çoban kavalını çalmaya devam ediyor. Eli sürekli kavalın üzerinde dolanıyor. Koyunlar bir çayırdan diğer çayıra geçiyor. Yemyeşil ovalarda hiçbir insanın ayak basmadığı topraklarda hakimiyetini gösteriyor. Ey insanoğlu, senin bile ayak basmadığın o topraklarda bir koyun sürüsü hayat sürüyor. Her yer betonla kaplıyken hâlâ toprak olan bir yer varsa, orası insana ait olmayan tek yerdir. Ne güneş insana aittir, ne de deniz. İnsan sahip olduğunu kirletir. Güzel olan ne varsa insana ait olmayandır. İnsan, köreltmek içindir.
       Derken çobanın kavalı sustu. Güneş Efendi tepenin ardından ayrıldı aramızdan. Ay Hatun çıktı karşımıza. Derken çoban sustu. Koyunlar ayrıldı birbirinden, koparılıp hapsedildiler dört duvara. Delirdi denizden koparılıp akvaryuma hapsedilen balık. Delirdi doğadan koparılıp dört duvara hapsedilen koyun. Delirdi ormandan koparılıp saksıya dikilen çiçekler. Delirdi özgürlüğü elinden alınan insan. Delirdi her ne var ise alemde. Alem oldu bir deliler diyarı.

Hiç İçin Hiç

''Az şeye sahip olanın köleliği de az olur, yaşasın asil yoksulluğum..."
 Nietzsche

       Ellerim bomboş yüzyıllardır. Hiçbir şey olmadı. Hiçliğe sahibim. Hiçlik benim! Hiçliği kim alır elimden? Hiçlik, sahip olduğum tek şey. Hiçliğe sahip olanın artık arayacağı bir şey kalmaz. O âb-ı hayat gibidir. Uğradığı yerde sonsuza kadar kalır. Hiçliği yudumladıktan sonra insan artık ölümsüzdür. Ölüm gelip geçer. Duygular gibi delip geçmez.
       Hiçlik, varılabilecek mertebelerinin en bilinmezi. Hiçliğe varan oradan geri dönmez. Hiçlik, hiçlik, hiçlik. Bir hiçliği paylaşmak istiyorum, hiçliği seninle paylaşayım. Biz seninle hiç olalım. Hiçe gidelim el ele. Biz senle hiçliğe ne kadarda güzel gideriz. Sen şarkılar söylersin, ben seni dinlerim. Nasıl olduğunu bile anlamadan hiçe varırız.
       Kocaman bir kapıdan gireriz oraya, oranın kapısı büyüktür. Bir kale gibidir, bir ev gibidir, bir oda gibidir. Giderek küçülür kendi içinde. Bizde senle giderek büyürüz. Biz büyüdükçe o küçülür ama; biz yinede oraya sığmayı başarırız. Hiçliğin sırrı bu, biz ona çok sonra ereriz.
       Gel biz seninle hiçe gidelim. Hiç'in ülkesinde her şey güzeldir, derler. Orası bir masallar ülkesiymiş. Mutlu olmak varmış orada, gel biz seninle hiçe gidelim. Hiç'in meyvelerinden yiyelim. Onun meyveleri renk renktir. Biz seninle Hiç'in denizinde yüzelim. Onun sularında boğulalım beraber. Hiçlik diyarında yolumuzu kaybedelim. Yolumuzu kaybettikçe daha bir hiçliğe varalım. Hiç olalım biz seninle. Gel bir an önce, hiçliği bekletmeyelim.
       Hiçlik makamı var bilinmeyen bir yerde. Yerini herkes bilseydi çok kalabalık olurdu. O yüzden biz senle yalnız gidelim. Bizim ülkemiz Hiçler Ülkesi olsun. Ben sana, sen bana; birbirimize orayı anlatırız. Kim bilir nice güzel canlılar vardır orada. Tavşanlar koşuyordur çayırlarda, koyunlar yayılmıştır. Sincaplar dolanıyordur ağaçların çevresinde. Bir ağaçkakanın sesi geliyordur çok uzaktan. Hiçler Ülkesi, bizim ülkemiz. Gel biz senle oraya gidelim, orada visale erelim.
       Hiçler Ülkesi'nin yolunu sen bulmalısın, yönü sen göster bize. Kuzeyler güney olsun, doğular batı. Yukarısı aşağı olsun, aşağısı yukarı. Sen ben ol, ben sen olayım. Kim kimdi unutalım, bir bedende birleşelim, ikinci bedeni ortadan kaldıralım. Gel biz senle ben olalım, benlikte birleşelim. Hiçliğe varalım, hiç olalım. Yok olalım, en varım diyenden daha var gibi. Biz yok olalım, yok oldukça var.

29 Kasım 2013 Cuma

Yeniden

       Dün gece rüyamda gördüm seni. Yeniden sevdim. İnsan sevdiğini yeniden sever mi? Severken bir daha sevebilir mi? Sevgi, ne kadar ucu bucağı açık bir duygu böyle. Katlandıkça katlanıyor, azalmıyor. Sevgi azalmak değildir; sevgi, artmak, sınır tanımadan sonsuza kadar artmaktır.
       Dün gece rüyamda gördüm seni. Yine bembeyazdı ellerin. Yine sevgiyle doluydu gözlerin. Baktıkça doyamıyorum, doyumsuzca yaşıyorum. Seni yeniden seviyorum. Severken bu yeniden artıyor. Bir gecenin sonu gelmiyor. Gece sonlanıyor, sen sonlanmıyorsun.
       Dün gece rüyamda gördüm seni. Bir kez daha başladım sevmeye, en baştan başladım. Yine yanımdaydın işte, bir rüyanın tesiriyle. Yine benimleydin, seninle bir an geçirdik. Kimse bilmiyor bu anı, hatta sen bile.
       Dün gece rüyamda gördüm seni. Kimseye anlatmıyorum rüyamı. Kimse bilmeyecek bunu, bir ben bileceğim. Bu rüyayı tekrarlayarak yaşayacağım. Hırsız, bilmediği bir şeyi çalamaz ve görmediğini. Hiçbir hırsızın bu rüyayı çalmasına izin vermeyeceğim. Kendime saklıyorum, kendimle beraber gideceğim. En gizli odalarında saklayacağım kalbimin. Kalbimin her yerinde var olan sen, belki görürsün orada rüyamı, belki seyre dalarsın.
       Dün gece rüyamda gördüm seni. Yeniden gördüm bir süre sonra. Daha önceki rüyalar gibi değildi. Hiçbir rüya bir öncekine benzemiyor. Sen kendini tekrar etmiyorsun. Yeniliyorsun kendini her seferinde, yeniliyor güzelliğin kendini. Uzun bir düşünüşün bir sonuydu bu rüya. Uzun uzun kurulan hayallerin. Rüyalar alemine girdiğinde diğer alemlerden sıyrılıyor insan. Bir başka alemde bir başka biçimde yaşıyor. O rüyada kalsaydım bende, o alemdeki seni sevmiştim, hazır senleyken sende kalsaydım. Yeniden seviyorum seni, en baştan.
       Dün gece rüyamda gördüm seni. Rüya, rüya olamayacak kadar güzeldi. Hiçbir rüya, hiçbir zaman, hiçbir şekilde bu kadar güzel olamaz. Özlem giderek artıyor. Özlem güzel kılıyor özleneni, özlenen ise bambaşka bir yerde. Rüyalar, hiç göremediklerimizi gösterdiği için mi bu kadar güzel? 
       Dün gece rüyamda gördüm seni. İyice arsızlaşmış bir hasret her seferinde bir bıçak saplıyordu göğsüme. Delik deşik olmuş göğsüm delik deşik olmuş beynim gibiydi. Tüm fikirler tüm duygularla çarpışmaktaydı. Sen, bir köşeden seyrediyorsun. Dün gece bir rüya gördüm ben. İçinde sen vardın, güzelim. Dün gece bir rüya gördüm ben, yeniden sevmeye başladım seni, sevgim hep artmaktayken. Severken yeniden sevmeyi tattım, güzelim. Sevgi ne ölümsüz bir duygu ki sınır tanımıyor, senin gibi. Her hâliyle her yere geliyor. Güzelim, dün gece bir rüya gördüm, içinde sen vardın.

27 Kasım 2013 Çarşamba

Psikologun İçindeki Psikopat

       Psikolog, içinde bir psikopat taşıyordu. Her dinlediği psikopatlık artık onun içine işlemişti. Bir psikologun içinde psikopatlık vardı. Psikolog tuttu intihar etti. Yaptığı en psikopatça hareket buydu.
       Psikolog koltuğa oturmuş sessizliği dinliyordu. Uzaktan bir yerden bir senfoninin sesi gelmekteydi. Her yer huzurlu görünüyordu, huzur oradaydı. Birden şeytan belirdi karşısında. Bir fikir belirdi içinde bir yerde. Bu dinginliğin ne kadar süreceğini bilmeliydi. İnsan hükmetmek için doğmuştu madem, o zaman hükmünü sınamalıydı. Hüküm sınanmalı. Karar verdi Psikolog. Karar vermek karar verebilecek güçte olanlar içindir. Hiç dışına çıkmadığı bu odanın, bu dünyanın, bu evrenin bir bilinmeyen noktası olmalıydı. Ulaşılmaza ulaşmak gerek. Daha önce hiç yapılmamış bir şey yapmak gerek, dedi. Psikolog karar verdi, hiç yapmadığı bir şey yapmalıydı.
       Bir Psikolog'un yapabileceği en psikopatça şey psikopat olmak olmalı. Karar verdi Psikolog. İnsanı anlamak onun gibi olmaktan geçer. Bu huzurlu sessizlik rahatsız etti onu. Sessizlik her insanı rahatsız eder. Alışık değildir doğa sessizliğe. Sessizce yerinde duran hiçbir canlı yoktur. Herkes kendi içinde konuşur kendisi gibi olanlarla. Psikolog kendiyle konuştu, bir yandan şeytanla. Şeytan içine giriyordu. Şeytan kandırıyordu onu, ilk atasından beri. Onu alıp başka düşüncelere götürüyordu.
       Bilinmeyeni bilmek istedi Psikolog. Nereye varacağını bilmek istedi. Bu cümleleri sonlandırmak, psikopatlığı anlamak istedi. İyileştirdiği bunca hasta gibi olmak. Kim bilir nasıl bir hazdı, hazzetmeyi istedi. O anı yaşamak, o duyguyu paylaşmak. Bir psikolog, bir psikologla psikopatlığı konuşmak istedi. Bir psikolog, bir psikopatla psikologluğu konuşmak istedi. Kendi beyninde dolandı bir yerlere. Psikolog dayanamadı. Vakit tamamdı.
       Her yer sessiz. Sessizlik hüküm sürüyor. Psikolog hüküm sürmek istedi bu sessizlikte. Camın önünde geldi kendine. Kuşlar geçiyordu önünden. Uzandı birine, yakalamak için değil, onunla gitmek için. Tuttu onu, düştü beraber. Düşüş hızlıydı. Şimdi yerde bir kan halkası var. Psikologun elinde bir kuş. Kuşun kanadı kırıldı, psikologun kemikleri. Şimdi ikiside hür, şimdi ikiside anladı. Bir psikolog içinde psikopatlığı taşıyordu. Psikolog, psikopatı uyandırdı. Psikopat öldü. Psikolog yeniden uyandı.

26 Kasım 2013 Salı

Hayat: Bir Garip Yolculuk

       Hayat, bize verilen kimisi için lütuf kimisi için ebedi azap içeren uzun bir yolculuk. Yolculuğu neticelendirmek, arkada herkes için güzellikler barındıran izler bırakmak ve yaşarken bir mânâ taşımak, bir anlam içinde olmak önemli mevzulardan.
       Su verilmeyen ağaç kurumaya mahkûmdur. Dünyada hayatı anlamlı kılmak isteyen insan maneviyatıyla bu koşulları yerine getirmelidir. Maneviyatını koruyan insan hayatta muvaffakiyete erecektir. Hayat ağacını sulayan insan o ağaçla beraber büyür ve toprağından aldığı mineraller ile büyüyüp koca bir çınar gibi heybet kazanır.
       Çöl iklimine alışmış kaktüsler kutuplarda yaşayamıyor, suya alışmış zambaklar çöllerde yaşayamıyor. Ve bir insana alışmış bir insan, başka hiçbir yerde yaşayamıyor. Hayatı gerçek mânâsıyla hayat yapan, kelime anlamından ziyade manevi anlamıydı. Maneviyatı gün ışığına çıkaracak bir amaç gerekir. O vakit insana tüm kapılar açılır. İnsan kendisi yürür yolunda, bir vakit emeklerken sonrasında koşar ıssız ovalarda. Kimsenin olmadığı anlarda.
       Balıkların sudan çıktıklarında ölmelerinin sebebi gerçektende denizin onlar için tüm ihtiyaçlarını karşılaması mıdır emin olamıyorum. Belki de sandığımızdan çok daha farklıdır. Nasıl ki Leyla'dan ayrı kalan Mecnun aslında kendindende ayrı kalıp delirdiyse, belki de denizden ayrı kalan balık bu hasrete dayanamayıp ölüyordur. Ölüm çok korkutucu aslında ama, hasretin getirdiği ölüm çok daha korkunçtur. Ölümü korkunç yapanda bu aslında.
       Gökte uçan bir uçurtma arkasına rüzgarı aldığında kimsenin ulaşamayacağı yerlere ulaşır. Orada belirir gece beliren bir yıldız gibi. Dünyanın neresinden bakarsanız bakın sanki onu görebilecekmişsiniz gibi hissedersiniz. Çünkü o uçurtmayı yere bağlayan ipler bir çocuğun ellerindedir. Bir çocuğun hayalleri sınır tanımaz, sınır tanımadığı için muhteşemdir. İnsan büyüdükçe sınırlanıyor, büyüdükçe çizdiği sınırlara hapsoluyor. En iyisi çocuk kalmak, hayatı anlamak için, anlatabilmek için.
       Hayat bir bakıma bir kölenin özgürlük mücadelesi. Itıknâmeyi almak içindir bütün mücadele. Yalnızca efendi o kadar anlayışlı değildir. Özgürlük, edinilmesi zor bir mülk. Doğarken bize verilen ama sonra bizim feragat ettiğimiz bir mülk. İnsan özgürdür, asıl mesele bunu farketmesinde. İnsan huduttur, hudutları içindedir. Sevgi, özgür kılandır.

25 Kasım 2013 Pazartesi

Gün İçinde Bir Vakit

       Gün doğacak, gün batacak. Sen gelmeyeceksin. Her günün peşinden yeni bir günü daha sürüklenerek gelir. Gelişi gidişinin habercisidir. Gidişi tekrar geleceğine ispattır. Günün doğuşu kadar batışıda vardır. Yükselişin olduğu gibi alçalışın olduğunu da hatırlatmak için. Gün bu ikisinden ibarettir, arasındaki vakit sürekli değişir. Ne öğle kalıcıdır ne de ikindi. Aslolan ya gündüzdür ya da gece.
       Vaktin bilinmediği dönemlerde gün ne doğmuş olacak ne de batmış. Gün olduğu yerde duruyor hep. Sanki evrendeki boşlukta ilerleyen dünya değilde biz insanlarız. Bir boşluğun içerisinde ilerliyoruz. Boşlukta nefes almak için çırpınıyoruz. Her çırpınış boşlukta atılan bir kulaç. Bizi hiçbir yere götürmüyor. Almaya çalıştığımız her nefes havasızlıkta ciğerlerimizi parçalıyor.
       Gün olduğu yerde duracak, gelecek insanlar için. Gelecek, hiç gelmiyor. İnsan ona doğru koşmalı, geleceği geçmeli. Geleceğin önüne geçmeliyiz. Gelecek bizim peşimizden gelmeli. Geleceği bekleyen insanlar geçmişte kaldı. Toprağın altında şimdi gelecekten ümitli olanlar. Ümit şimdi için var, gelecek ümitsiz.
       İnsanlar doğacak ve ölecek. Tüm hayatlar bu ikisi arasında geçip gidiyor. İki büyük eylem vardır dünyada. Doğmak ve ölmek. Mezar taşına sadece bu ikisinin yazılışının nedeni bu olmalı. Doğdu, kendi elinde olmadan; öldü, kendi elinde olmadan. Ona ait değil yaşam, ona verilen ondan alındı. Ona ait olanlar ardında bıraktıklarıdır. Arasındakiler çokta önemli değil. Hatırlayan olmadığı sürece.
       Başlamak ve bitirmek önemlidir. Bitirmek için evvela başlamalı insan. Başlanmayan şey hiçbir zaman bitmez ki. Bitirmeli yarım kalan ne varsa, yarıda bırakılmış ne varsa. İnsan yarım bıraktıkları yüzünden hayatın karmaşasında kayboluyor. Yarımı tam edenler mutlu olurlar, tam olmak mutluluktur. Yarım olanlar asla yaşayamaz.
       Gün doğacak, gün batacak. Sen gelmeyeceksin. Sen gelmiyorsun. Hayat şimdiden ibaret, gelecek ümitsiz. Geleceğin önüne geçmeli. Geleceğin önünde dört nala atları koşturmalı. Gelecek insanoğlunun peşinden koşmalı. Gelecek geçmişte kalmalı. Mutluluk bu, mutluluk yarımı tam etmek. Mutluluk, şimdi gelmek. Gün batmadan, henüz her yer aydınlıkken. Gün doğmuşken.

24 Kasım 2013 Pazar

Görünce Rüyamda Seni

Güzelim körgende rüyamda seni.
Ansızın uyanırım ben.

körgende: Eski Türkçe 'gördüğüm zaman' demek

Görünce rüyamda seni.
Bir hikâyenin ortasında uyanıyorum.
Okumaya kitabın ortasından başlıyorum.
Bir şarkının son nakaratına yetişiyorum.
Seni rüyamda görünce başlıyor her şey.
O zaman anlam kazanıyor rüyalar.
O zaman başlıyor yaşanmaya uykular.
Uykularda koca bir alem var.
Senin içinde olduğun bir hayat.
Benim istediğim bir dünya.
Görünce rüyamda seni.
Geliyor bütün güzellikler benimle.
Uzaklaşıveriyor benden herkes.
Rüyalarda farklı akıyor zaman.
Karmaşıklaşıyor, karışıyor birbirine.
Zaman durmak üzere, duruyor hatta.
Orada kurallar kuralsızlığı getiriyor.
Görünce rüyamda seni.
Yeniden başlıyor hayat.
Yeni bir hayat.
Yaşanmaya değer, senli bir hayat.
Görünce rüyamda seni.
Uyanırım seni görünce, dünya gözüyle görmek isterim seni.
Rüyalar yetmez bana, yetmez hiçbir zaman.
Rüyalar dünyaya akmalı, artık yaşanmalı.
Görünce rüyamda seni.
Uyanmalıyım ben.
Rüya devam ediyormuşcasına,
Yanımda bulmalıyım seni, ansızın.

23 Kasım 2013 Cumartesi

Roma'da Sonsuzluk

       Roma'da kuşlar uçuşuyor şimdi. Birinin kanadında kahverengi tüyler var diğerinin rengi daha açık. Güneş onların kanatlarına vuruyor, onların kanatları gökte kendini sergiliyor. Kuşlar uçuyor Roma'nın göğünde, onları kimse tutamıyor. Roma gülümsüyor Caesar'dan beri, herkes ona uzaktan bakıyor.
       Bir at sesi geliyor uzaklardan, arenalardan insanlar taşıyor. Bir aslan küklüyor karşısında gladyatörün. Bir ses duyuyorum, duyduğum ses Roma değil. Henüz idrak edemediğim bir gün başlıyor, ben bugüne uyanamıyorum. Roma uyanık, ben uykudayım.
       Roma'nın taşlı yolları uzayıp gidiyor. Her taşı farklı gözüküyor. O yollarda yürüdükçe yürüyüşü değişiyor insanın. Roma'nın sokaklarında insanlar koşuşuyor şimdi. Kimisi kuzeye doğru gidiyor kimisi güneye. Her yer işlek her yer canlı şimdi. Roma yaşıyor, Roma nefes alıyor. Roma uçuyor, kanatları olmadan -sen varken-.
       Meydanda çocuklar koşuşturuyor. Yeni çıkan dişleri dünyaya merhaba diyor. Gökyüzü pırıl pırıl parlıyor. Roma gülümsüyor, gülümsemeyi seviyor -sen varken-.
       Roma'nın taşlı yolları ayaklarının altından gülümsüyor. Sen ayak basıyorsun, onlar seviniyor. Roma'ya güneş farklı vuruyor. Milyarlarca kilometre öteden buraya sevinerek geliyor. Roma'nın taşlı yolları uzuyor, onlar uzadıkça yolumuz kısalıyor. Bu yolların sonu bir başka yolun başlangıcıdır. Dünyanın başka bir noktasına doğru bir yoldur.
       Dilek kuyusunda biriken liralar var. Onların hepsine senin resmini bastırmalıyız. Sen olduğunda ne kadar bahtiyar Roma. Bir dilek tutuyorum, baştan sona sen. Bir dilek tutuyorsun, ben bilmiyorum. Dilek çeşmesi gülümsüyor -sen varken-.
       Roma'da yollar kesişiyor şimdi. Seninle yollarımız kesişiyor. Bir uçak geçiyor üzerimizden. Bir otobüs uzaklaşıyor yanımızdan. Senin saçların uçuşuyor, ellerin üşümüş, yanakların kızarmış. Ben sana bakıyorum, Roma'ya değil. Gördüğüm sensin, Roma değil. Senin yollarında yürümek istiyorum.
       Roma'da akşam olur mu, senin yanındayken gün biter mi? Günün bitmesi için güneşin batması yetmez, sen varsın, aydınlatırsın. Mihr yanımdadır her zaman, sen daha güzelsin. Roma güzel -sen varken-.

Yağmura Tutulmuş

Sen yağmuru bilmezsin, uzaksın; ben bilirim, yakınım.
Yüzümü her yıkayışında, ona minnet ederim.
Sokağa her çıkışımda yüzümü yıkar ince hatlarıyla.
Bulutların yüzü yumuşaktır, hep gülümser vaziyette.
O yüzünü asmaz asla, karanlık çökmez.
Bulutlu günlerde asla gece olmaz.
O beyaz yanaklarıyla günü korur, geceyi kovar.
Yağmuru biriktirdikçe yanakları şişer.
Bir yağmur olur yağar gökten.
Onu kimse tanımaz, sen dahi tanımaz bakarsın.
Suları kurumak bilmez, kurumaktan uzaktır.
Dünyanın bu yanında gitmekten uzaktır.
Gelip bizim olduğum topraklara yerleşirken,
Sevgisizliğe çokta uzaktır.
Yağmur bereket olduğu kadar sevgidir.
Sevgi gibi çoktur, her damlası ışıktır.
Işık indirir yeryüzüne, ışığa boğar bizi, aydınlatır.
Yıkar bizi, saçlarımızdan süzülürken arındırır.
Kovar gecenin kasvetini, sessizliğini.
Bir gök gürültüsü başlar uzaktan.
Yıldırımlar iner yeryüzüne en uç noktadan.
Niceleri korkar ondan, ben ona koşarım.
Sen saklanırsın ardıma, ben yüzümü ona dönerim.
Sen bilmezsin ne yağmuru ne sonbaharı.
Başkadır bunlar, istediği şeyler başkadır.
Yavaştır önce, sonra hızlanır içimi yıkar.
Devamında bütün kemiklerimi kırar.
Devamında bütün derimi soyar.
Devamında bütün bedenimi yıkar.
Seni canlandırır belki, uzakta olmasaydın.
Sen filizlenirdin, bu kadar çölde olmasaydın.


Letologika

‎- Elimde olmayan şeyler var, Olric.
-Nedir efendimiz?
-Elleri Olric, elleri.
Oğuz Atay

       Yeni düşünceleri düşünmeye çalışırken kelimeler gidip geliyor sürekli. Kelimelerden büyük bir denizin içindeyim. Deniz beni sürekli bir yana sürüklüyor. Akıntılar çok güçlü, ben kelimelerin arasında boğuluyorum. Kelimeler çok güçlü, başa çıkamıyorum.
       Kelimeler ömür boyu sürüyor, yüzyıllardır sürüyor. İnsan var olduğundan beri kelimelerle iç içe. Oysa benim vaktim kısa, ömrüm kısa, varlığım kısa. Kelimeler uzayıp gidiyor, asırlara sığmıyor, binlerce yıl öteden gelip binlerce yıl öteye gidiyor. Ne başladığı yeri görüyorum ne bitebileceği yeri kestirebiliyorum. Kelimeler ömür boyu. İnsan var olduğundan beri var, daha öncesini aklım almıyor.
       Herkes konuşuyor kendi kelimeleriyle. Kelimeler süsünü varlığı kadar söyleyeninden alıyor. Kimin söylediği önüne geçiyor bazen ne söylediğinin.
       Kelimeler keskin bir bıçak. Eğer onu doğru bir şekilde tutamazsan keser elini. Kan akıtır hiç korkmadan. Kelimeler en güçlü silahlardan. Yakıyor bazen, kesiyor bazen, yaralıyor bazen... Kâh bir savaş çıkarıyor kâh barıştırıyor insanı kendisiyle. Asla durmuyor, dur durak bilmiyor. Onlar için durmak yok, hep ilerisi.
       Ben kelimeleri unutuyorum, ne söyleyeceğimi ve kime söyleyeceğimi unutuyorum. Onlar beni unutmuyor. Hatırlatıyor kendini. Ben onları bir çırpıda silmek istiyorum. Kurşun kalemle yazıp silgi ile silmek istiyorum. Mürekkeple yazarsam bir daha çıkmazlar hafızamdan. Unutulsunlar. Unutulmadıklarında yakıyor. Unutulsun dedikçe de daha çok işleniyor. Onları tutsak etmek mümkün değil. Bir sözlüğün içinden dışarı fırlıyor. Onları bir yere sıkıştırmak mümkün değil, bir köşede tutsak etmek. Ancak onlar tutsak etmek için varlar. Etrafımız kelimelerle kuşatılmış. Bu kuşatmanın sonu yok.
       Ses kelimeyi doğuruyor. Kelimeler yaşamı doğuruyor. Zaman tüm bunların içinde keşfedilememiş bir yerde. Sessiz kelimeler aksettiriyor kendini. Kelime olmak için bir sese muhtaç olmadıklarını hatırlatıyor sanki. Ses, kelimeye boyun eğmiyor. Kelime olmadanda var olduğunu söylüyor. Rüzgarlar gibi uluyor, yapraklar gibi hışırtılar çıkarıyor, ses kelimelere boyun eğmiyor. Oysa ben kelimelerin denizinde boğuluyorum. Onlar çok güçlü ben onlarla başa çıkamıyorum.
       Kelimeler bin bir başlı bir aslan. Her başında ayrı bir dil var. Her dilin ayrı kelimeleri var. Hepsi aynı şeyi farklı biçimde söylüyor. Ben bunlarla başa çıkamıyorum. Aslan beni parçalıyor, ben kendimi koruyamıyorum. İnsan böyle bir aslanla başa çıkamaz. Kelimeler bin bir başlı bir aslan. İnsanı parçalamak için varlar.
       Yine unutuyorum kelimeleri, onlar unutuldukça azalmayıp çoğalıyorlar. Onlar unutulmak için yoklar, unutulamamak için varlar. Yine unutuyorum kelimeleri, unutuldukça daha çok işgal ediyorlar bedenimi. Yuva yaptılar, içten içe kazınıyor, çoğalıyorlar. Kelimeler, kelimeler unutulmuyor.

22 Kasım 2013 Cuma

Basit Kargaşa

"Basit bir şekilde anlatamıyorsan, yeterince bilmiyorsun demektir" - 
A.Einstein

Bütün kelimeleri yuttum, içerisinden senin olduğunu seçtim.
Hepsini bir köşeye ayırdım, senden öte tuttum.
Bütün kelimeleri senin ateşinde yaktım.
Yalnız senin oldukların kaldı.
En basit şekilde anlatmam için gereken buydu.
Basitliğin kökenine kadar indim.
İçinde seni bulduğumda basitliği gördüm.
Senin dokunuşun her şeyi daha kolay yapabiliyor.
Sonuna kadar basitçe ifade ediyorum.
Her şeyi en ince ayrıntısına kadar anlatıyorum.
Sadece köşelerdeki gizler kalıyor anlatılmayan.
Her şeyi basitleştiriyorum.
Basitleştiremediklerimi kendi içerisinde yok ediyorum.
Dilimi dilinin güzellikleriyle süslüyorum.
Bütün güzellikleri senden topluyorum.
Bir arının en güzel çiçekleri dolaşması gibi.
Bende dolaşıyorum senin çevrende.
En güzel kelimeleri seçmek için.
Senin şiirini oluşturmak için en nadide kelimeler gerekti bana.
Ben onları bulmak için didindim.
Bütün kelimeleri senin için özenle seçiyorum şimdi.
Hepsini senden seçiyorum, dilini ezberliyorum.
Senin konuştuğun dili konuşmak istiyorum.
Hangi lisan olduğunu bulamıyorum.
Bütün kelimeleri imgelemleştiriyorum.
Sen bilesin diye hepsini farklılaştırıyorum.
Basitliği basit olmayışı ile sağlıyorum.
Basitleştiriyorum.
Zorlaştırmıyorum.
Anlamlandırıyorum.
Karmaşıklaştırmıyorum.

"Siz bilmezsiniz, size anlatmak da istemem." ( Sezai Karakoç )

Senin Sesini Göresim Geldi

"Ve benim, birdenbire yüzünü değil, gözünü değil, senin sesini göresim geldi." Nâzım Hikmet.

       Uzun soluklu bir gün daha sona erdi. Sona erdi. Her gün sona eriyor nihayetinde. Günler günleri kovalıyor, kediler fareleri, hayat ölümü, bende seni. Hiçbir kovalayan kovaladığını yakalayamıyor. Yakalamak yok aslında, belki o burada yaratılmadı, yahut başka bir biçimde yaratıldı. Kainatta her şey farklı formların içinde. Özünde hepsi aynı, ancak özün görünüşü hepsinde farklı.
       İnsan temel olarak bir biçim sorunu aslında. Biçimi üzerine yeni bir biçim inşa ediyor. Yapılan bütün binalar aynı görünümde olamaz. Onu etkileyen coğrafî, beşerî, dünyevi sebepler vardır. Hiçbir insanda büsbütün birbirine benzemez. Onu etkileyen birisi, bir nazar vardır, bir biçim vardır, bir ses vardır.
       Parça parça sana doğru yol alıyorum. Kainatın sırrından başladım, sesindeki sırra doğru yol alıyorum. Her sırrı çözmek için en küçük sırdan başlamak gerekiyor. Kainat en küçük sır mıdır ki ben ondan başladım, bilmiyorum ama başlamak için o da bir sırdı. Sesindeki sır gibi.
       Ses, en küçük gramer birliğidir, diye yazıyordu bir kitabın ilk sayfalarında. Ben senin sesini bu kadar kısa bir tanımla tanımlayamıyorum. Sesin giderek kendi içerisinde karmaşık bir yapı oluşturuyor. Bütün gramerler iç içe geçmiş, aklıma dolanmış, dizlerimi bağlamış, kelimeleri birleştirmiş, ben hepsinin için mahsur kalmışım. Sesin muazzam, ben onun muazzamlığı yanında donup kalıyorum.
       Sesini öpmek istiyorum, bunun için hançerene kadar uzanmam gerekir mi bunu araştırmalıyım. Hançeren kadar derin bir yere inemem. Ama senin sesine şekil veren sadece ses tellerin olamaz, kalbinden gelen o ritimdir sana biçimini veren, ruhundan kalbine sızan o dokunuştur. Ben senin kalbini öpmek istiyorum. Kalbinin kırmızılığında bulmak istiyorum kendimi. Kendim, kendim olmak için kendini sende bulmalı. Sen kalbini çıkar ben onu öpeyim. Sonra ses tellerini öpeyim. Sonra sesine şekli veren dudaklarını. Ben ses tellerini özledim.
       Sesine bir biçim ver, ben artık onu görebileyim. Onun da havada dalgalanışı farkedeyim, ağır ağır kulağıma doğru yol alışına şahit olayım. Kim bilir ne güzel bir görüşünü vardır sesinin, dalga dalga yayılırken. Sesinin bir formu olsa, o form tıpkı sen gibi mi olur? Bir musiki gibi kulağıma geliyor sesin, onun bir biçimi olsa, ben onu görsem. Sesini görsem, sesinle olsam, seninle. Onu görsem, sesini görsem, seni görsem.
       Ben sesini özledim, sesin kadar güzel bir sesi. Rüzgâr gibi, yağmur gibi, toprak gibi, çığ gibi, deprem gibi; sarsan, üşüten, korkutan, titreten, içine alan sesini. Ben sesinden başlıyorum özlemeye. Sesin özlemek için yaratılmış. Duymam için yaratılmış. Sarhoş olmam için yaratılmış. Ne şaraptır o, ne de bir afyon. İçinde ne ola bilmem amma göğe erişmem için yeterli. Nef'î gibi uçuyorum belki semalarda, sesini duydukça.
       Sesini özledim, sesini görmeliyim, sesine şekil veren seni. Seni görmeliyim, senden ötürü, senin muazzam yaratılışından dolayı. Yûsuf'u değil, seni görmeliyim, senin sesinden ötürü. Züleyha değil, sen gereksin bana, senden ötürü. Sarhoşluğumdan ötürü.
       Sır, başka bir sırrı kovalar. Başka bir kainat yok, hepsi içinde gizli. Sesim senini kovalar. Başka bir ses yok, hepsi sende gizli. Ne sır kalır geriye, ne bir ses, senin sesinden gayrı. Sesini özledim, sesin gibi, ses.

21 Kasım 2013 Perşembe

Renksiz Fanus

"Şu geniş dünyaya sığmayan gönül, şimdi bir odaya kapandı kaldı..."

Âşık Veysel

Bir odanın içinde, bir kadının kucağında, yüreğim var,
Bir fanusun içine hapsolmuş,
Onun kucağında sıcaklığını koruyan,
ve eğer onun eli olmazsa ölmek üzere olan.,
Biçare, parçalanmış ve devasız.
Fanusun rengi yok, renksiz yapılmış,
Rengi, ellerine bırakılmış.
Odanın rengi var, en sevdiğim rengi,
Odanın duvarları gözlerinin rengi,
Fanusun gücünü aldığı
Onun ellerini hissetmezse çatlayacak yüreğim
ve paramparça olup odanın duvarlarına dağılacak.
Paramparça olacak yürek, sanki değilmiş gibi.
Kimse bilmez gözlerinin rengini, bir ben bilirim,
O yüzden bir ben bilirim odanın rengini,
Kimse anlamaz neyden bahsettiğimi.
Gözlerinin önünde belli belirsiz bir oda canlanır,
Bir benim gözlerimin alışkın olduğu.
Bir ben seçerim renkleri, bir ben seçerim seni,
Kimse bilmeden, kimse görmeden, kimseye anlatmadan;
Odanın duvarlarında çizdiğin resimler var.
Boy boy tablolarını astım her yere,
Sana dair gördüğüm ne varsa topladım odaya;
Bu oda maziye ait; ne şimdiki zamana ait bir şey var,
Ne de gelecek zamana ait bir işaret taşıyor;
Yalnız geçmişe, yalnız geçene ait,
Çünkü geçmişim içinde seni barındırıyor.
Her yerde paletinin izlerini görüyorum,
Evrene renkleri savuran.
Elin bu odanın her köşesine değmiş,
Senin gibi kokuyor hepsi-renkler-bütün, oradan anlıyorum.
Yüreğim fanusun içinde, bırakırsan kaybolur.
-Bıraktın, kayboldu.-
Duvarlar kana bulandı, fanus tabloları çizdi.
Paletin yere düştü, fırçaların dağıldı.
Sular kurudu, boyalar kurudu, ben kurudum.
Bıraktın, kurudu.
Bir odaya kapandım kaldım, senin olmana izin vermiyorlar.
Bir ben kaldım, sığamazken senle hiçbir yere.

17 Kasım 2013 Pazar

Anka'nın Kanatları

Anka'nın kanatlarına bir yuva yaptım senin için.
Seninle tırmanmak için Kaf Dağı'nın zirvesine.
Oraya ulaşmak için.
Kimsenin ulaşamayacağı yerleri görmek için.
Kimsesiz çıkmak için yola, kimse olmadan, senle.
Anka'nın kanatlarından bir tüy aldım.
Senin için.
Kuş tüyünden bir kalem yaptım senin için.
Mektuplarını onunla yaz diye.
Anka'nın tüyünü sana değer bulduğum için.
Pençelerini sana memur ettim.
Senin her sözünü bana hemen getirsin diye.
Kanatlarını hızlı çarpsın istedim, an geçirmesin ve geciktirmesin.
Hayatı sana vakfettim, senle mutlu diye.
Her sözden ve sazdan uzak tuttum.
Anka kuşunu kızıla boyadım.
Gökteki kızıllıkta beni göresin diye.
Kızıl güneşte beni gör, beni anımsa, beni farket.
Ve bir gün çıkacağız kanatlarıyla.
O esrarengiz dağın zirvesine.
Orada büyüteceğiz Anka'nın soyunu.
Herkesten ve her şeyden uzakta.
Anka'ya emredeceksin sen, otuzu önünde duracak.
Hepsiyle ayrı diyarlara ayrı haberler yollayacağız.
Ayrı vakitlerde ayrı mektuplar getirecek.
Mektupların aksın bana, damla damla düşmesin.
Sağanak gibi yağsın üzerime, Anka kanatlarıyla vuruşsun.
Sen yaz onlar getirsin bana.
Bir gün sende geleceksin Anka'nın kanatlarında.
Ben seni karşılayacağım, bir başka Anka'nın kanatlarında.
Yaşayacağız onun yuvasında, kanatların üzerinde.

15 Kasım 2013 Cuma

Sonsuza Çeyrek Kala

Benimsin..
Bir daha seni göremeyecek olsam bile..

Franz Kafka


Sonsuza çeyrek kalaya ayarlı saatim.
Vakti geliyor, birazdan zaman dolacak.
Çağıracaklar beni, ilk adımı atacağım.
İlk adım atıldıktan sonrası hızlıdır.
Vakit hiç durmak bilmez zaten.
Kimse için durmaz, beklemez.
Akıp gidecektir, geçmişe gömülüp.
Çeyrek saatleri sevmişimdir her daim.
Çeyrek geçeleri, çeyrek kalaları.
Şimdide bir sonsuzluk vakti.
Sonsuzluktan önceki son çeyrek dilim.
Kum saatinin son taneleri düşecek.
Güneş saati karanlığa gömülecek, güneş batacak.
Çok az kaldı sonsuzluğa.
Oysa senin sonsuz sensizliğin başladı bile.
Sonsuzluktan evvel başladı.
Sonsuzluğun altı çizilsin diye.
Sabah olana kadar daha kaç çeyrek geçer ömürden,
Kaç çeyrek sonra gelir sonsuz sonsuzluk,
Gece olmasına daha kaç çeyrek var şimdiden,
Kaç çeyrek önce gelir kırpılmış acılar,
Gelirse gelsin artık hepsi, süründürmesin.
Çeyrekleri burkup burkup küçülteyim.
Yarımları kırpıp kırpıp çeyrek yapayım.
Çeyrekleri burkup burkup küçülteyim.
Tamları yontup yontup çeyrek yapayım.
Çeyrekleri burkup burkup küçülteyim.
Zaman kalmasın artık, zamanı yok edeyim.
Herkes kurtulmak isterken ondan.
Ben durdurayım çarkını, o beni durdurmuşken.
Sonsuza çeyrek kalaya ayarlı saatim.
Çalar birazdan, uyandırır beni.
Kimsesiz bir kimsesizliğe; kendime.

13 Kasım 2013 Çarşamba

Aykırı Ayrılığın Şiiri

Laleli`de bir trenle gelmiştin bana.
Lanetbahçe`de bir trenle gittin benden.
Ak trenler oldu hayatımda,
Seni bana getiren,
Şimdi seni bana getiren,
Yeri yararak seni bana getiren.
Şimdi kara trenler eklendi listeme,
Seni benden uzaklaştıran.

Bir veda busesi bile almadım senden,
Oysa bu sonsuzluğun kendisiydi.
Hiçbir vakte sığmayan, acının kendisiydi.

Sevgilim, hoşçakal sevgilim.
Boşluğu öpüyorum senin için.
Hiç tadını bilmediğim dudaklarını öpüyorum.
Sevgilim, hoşçakal sevgilim.
Sonsuzluğu kucaklıyorum senin için.
Sen gibi sonsuzluk;
Metafor yağmuru gibi,
Asit yağmuru gibi,
Kimyamı şaşırdım ben, geometriden kaldım.

Şimdi lime lime edilmiş etlerimle,
Sarı ilik ile kırmızı ilik bile,
Ayrılmışken birbirinden,
Ayrı düştük biz.
Ayrı düştük milyonların kalabalığında,
Milyarlarca insan içinde yalnız bir sen varken.*

Günler günlere sığmaz aslında.
Her gün bir günden daha uzundur.
Basit kelime cambazlıkları ölüdür.
Yaşayan kelimeler nadir, yaşatanlar yoktur.
Hepsi öldüğü için on gün evvel.

Ömre ömür katan bir su yoktur.
Hiçbir su insanı kendine getirmez.
Kendinden giden kendi yolunu bilmez.
Ne mutlu kendini yok sayanlara,
Ne mutlu kendinden geçmişlere,
Afyonluymuşçasına bahtiyar olanlara.

Paradokslarla bir duvarı ördük.
Her taşında bir çelişki bulduk.
Biz yükseldikçe aslında dibe vurduk.
Dibe vurmak yükselmenin kendisiymiş.
Anladık, anladık ama çok geç.

Sırra ermek veli olmaktan ilerde.
Veli olmaz sırra eren, ilerisine geçen.
Sıfatlar yadırganır, isimler yadsınır.
Kelimeler yoktur aslında, yok sayılır.
Sen yok sayılamazsın, o varlığının büyüsünde.

Sevgilim, hoşçakal sevgilim.
Hoş kal, hoşluktan uzakta.
Aslında kalma hiçbir yerde.
Uzun, sonsuz evrenin karanlık bir köşesinde.**

*03.10.2013
Pazar`ı Pazartesi`ye bağlayan gece.
Saat 18 sularında.
Senden ayrıldıktan birkaç saat sonra.
Karanlık bir Kasım`ın üçüncü günü.

**13.11.2013
Çarşamba'nın öğle vaktinde.
Saat 12 sularında.
Senden ayrıldıktan on gün sonra.
Karanlık bir Kasım'ın on üçüncü günü.
Muharrem'in ise onuncu.
Tüm takvimlerin hesabıyla hesapladım günümü.

Bi' şarkı;
#Ölene dek, mezara dek; gel benimle dolaş.

Elif'in Sırrı

” Elif diye bir kızımız olsun. Romantik bir filmin gösterildiği bir sinema dönüşü olsun o da. Ya da bir bale dönüşü. Bunu istiyorum ben..
Sen ne güzel bir Elif doğurursun. Başına kurdeleler bağlarsın.
Evet, Elif.”

Cemal Süreya - Onüç Günün Mektupları


       Elif gibi olmalı insan aslında. Elif kadar boyu dik, elif kadar yalın, elif kadar... Elif gibi olmalı insan aslında. Sen Elif'sin, teksin, yalınsın, diksin, sadesin, yalnızsın, yalınsın. doğrusun.
       Ben bir Elif harfi biliyorum, o aslında sensin. Sen Elif'sin aslında, kendi kendinden doğmuş gibisin. Ancak kendi kendinden doğarak kendine bu kadar benzeyebilirsin. Senin genlerinin her biri bir başka mucizeyi bana anlatıyor. Senin duruşun beni böylesine etkiliyor.
       Sen Elif'sin aslında, Elif'den daha Elif, Elif kadar Elif. Adını çokça yazacak kadar çok Elif. Elif teklik demektir aslında, onda bir sır var mıdır bilemem ama, benim yüklediğim bir sır var. Ona, senin benim için tek olduğun sırrını yükledim. Şimdide herkesle paylaştım, artık bir sır değil. Sen benim için teksin, bu bir sır değil, aşikâr. Bir sır daha var onun içinde, onu da yalnız sen bilirsin, bu gerçek bir sır, bizim sırrımız, belki senin bile bilmediğin yalnızca benim sırrım. Elif'in sırrı.
       Elif'in yalınlığı onun tek çizgide oluşmasındandır. Bir başlık çizilmesi, bir çırpıda olması, tek dokunuşta tamamlanmasındandır. Bu yüzdendir ki basit görünen her şey içinde gizli bir zorluğu barındırır. Bu zorluk sadece onun maddi yapısında değil, aynı zamanda onu şekillendiren manevi yapısındadır. Sen gerek maddi boyutun gerek manevi yapınla gerçek bir varlıksın. Varlık, bu cümleyi de ne çok kullanıyorum, ama aslında yalnızca sen mevzu bahis olduğunda kullanıyorum. Senin oluşunun altını en belirgin mürekkeple çizmek için. Suya değil, taşa yazmak için. Aşketmek için.
       Senin duruşun diktir her sözden önce. Duruşun o kadar diktir ki boyun güneşe değecek zannederim. Güneş senin bir karış üzerindedir zannederim, aslında bir karış üzerinde de değil güneş başlı başına sensin zannederim. Boyun öylesine dikki ben o boyu selvi ağaçlarının yapısına benzetirim. Sen aslında yüzyıllar öncesinden kalma bir mitsin, her zaman değerli, farklı bir bakış açısı.
       Yalınlık senin doğanın bir parçası. Yalın oldukça güzel oluyorsun, güzel oldukça yalın oluyorsun. Cümleleri ters çeviriyorum, evirip çeviriyorum ama yalın olamıyorum. Yalınlık senin yapının bir parçası demek ki, ben yalın olamam senin kadar ve kimse yalın olamaz senin kadar; yalın olan sen olmalısın ki seni bu kadar muazzam gösteriyor. Sen hep yalın ol, benle ol aslında.
       Bildiğim doğrularda sen varsın. Cemal Süreya gibi on üç mektupla kalır mıyım bilemem, bilmediğim o kadar çok şey var ki. O yüzden bu kadar çok kullanıyorum bilmemek fiilini, bilmemekten ötürü. Sen bir Elif doğur, sen olsun, senin gibi olsun, adı bilinmez olsun, sen gibi olsun. Bizim olsun daha çok.

Katharine'a Mektuplar

       Sevgili Katharine;
       Uzun zaman oldu sen yoksun. Sen rüzgarlar ülkesine gittiğinden beri içinde olduğun o mağara büyüdü, içinde seni taşıyan o mağara büyüdü ve dünya büyük bir mağaranın içine hapsoldu. Üstelik bu mağara senin kokunu taşıyacak kadar güzelde değil, sadece karanlık ve kör baykuşlardan başka sesin duyulmadığı bir yer. Senin olmayışın karanlık demekmiş, öğrendim. Bende Almásy'im, sevgin bana ait ve ben rüzgarlar ülkesine gitmek istiyorum, ama oranın yolunu bilmiyorum. Korkuyorum ki buluşamayacağız, ben çöllerde kavrulmaya devam edeceğim.
       Yolunu bilmeyen bir çoban kurt sürülerinin içerisine düşer, koyunlarıyla beraber. Koyunlardan farkı kalmaz, kurt için hepsi birdir, hepsi öldürülebilir. Ne koyunlara sarılmak mümkün -tüm insanlar bir koyun aslında, hatta koyunlardan daha iyi koyunlar-, ne de kurtlara meramımı anlatmak -hepsi avının peşinde, daha çok yaşamanın; oysa mesele hiçbir zaman çok yaşamak değildir, insanlar kurtlardan daha çok benziyorlar kurtlara-. Senin yokluğun işte böyle bir yokluk. Kurt sürülerinin içerisinde olmak ve sıranın geleceği anı beklemek. 'Beklemek cehennemdir.' diyordu Shakespeare, öyle. Sen ölüm ile bir gece geçirdin, ben ölümünü düşünerek birçok geceler. Sen aslında bir kez ölerek uzaklaştın, ben sen öldün diye her gün ölerek kaldım. Uzaklaşamadan kaldım buralarda, bilmediğim toprakların ortasında.
       En son uçak düştü bir gün. Yolu bilmiyordum ama uçak düştüğü ve rüzgar olduğu için senin rüzgarlar ülkesinden gelip beni alacağını zannettim, oysa ben yaşamak zorunda kaldım. Rüzgarlar ülkesine gitmeye en hazır olduğum vakit rüzgar sessizliğe büründü. Tıpkı senin gibi sessizliğe büründü, anladım ki rüzgarlar ülkesinin kapıları kapanmış. Sonra yüzümü kaybettim, gerçi zaten o artık bana ait değildi. Sonra sesimi kaybettim, gerçi zaten o artık bana ait değildi. Sonra ellerimi kaybettim, gerçi zaten o artık bana ait değildi. Sen giderken aslında benden de çok parça götürmüştün, bende kalan bir et yoktu, etimi kemiğimle koparıp gitmiştin. Bir parça et ve bir parça kemik duruyor olmalı hâlâ o berrak ellerinde.
       Bir kitap var elimde, Homeros'dan. Homeros kadar eski değil belki ama senin ellerin dokunduğu için bir o kadar değerli. Senin elinin değdiği her yerde kokun kalıyor çünkü. Katharine biliyor musun, bu kitabı sevmem senin içindir aslında, senin büyünün destansı güzelliğinden ötürüdür. Onlarda gerçek dışıdır, tıpkı senin sahip olduğun gerçek dışılık gibi. Homeros olağanüstüdür, tıpkı senin gibi, o yüzden seviyorum. İçinde sen varsın onun, el yazmaların var, dokunuşun var, kokun var, ellerin var, sen varsın onda, senin için.
       Bütün şarkıları ezbere bilirim, bütün şarkıları ezberlerim senin için. Bir gün bir şarkı söylerse bana rüzgarlar, aslında onları rüzgarlar ülkesinden senin yolladığını anlamak için. Rüzgarın hangi şarkıyı söylediğini anlamak ve o şarkıya eşlik etmek için. Bilmediğim bir şarkıyı yollarsan bana, utanmamak için. Bütün şarkıları ben yazarım aslında, senin için. 
      Hoşçakal Katharine'im, her şey aslında senin için.

      Kont Laszlo de Almásy
        The English Patient

9 Kasım 2013 Cumartesi

Bir Sözlüğün İlk Sayfası Olmak

Bir sözlüğün ilk sayfası olmak, bütün kelimelerinde başı olmaktır.
Her kelime onunla başlar, her kelimeden önce onu görmek.
Aradığım kelimelerden önce gözlerine bakıyorum.
Dudaklarına, yanaklarına, boynuna, sana bakıyorum her kelimeden önce.
Bu yüzdendir ya bütün sözlüğün sen oluşu.
Karşıma leb çıkıyor dudaklarına bakıyorum.
Karşıma gamze çıkıyor yanaklarına bakıyorum.
Sen her kelimenin ilk harfisin.
Senin harfini taşımayan kelimeleri sökmeliyim sözlükten.
Senin olmadığın bir sözcük olamaz artık, bir sözlük olamaz.
İçinde sen varsın diye midir bilmem lügatleri seviyor olmam.
İçinde sen olunca senin gibi kokar mı onlarda?
Denedim kokmuyor, güzel kokuyor ama senin gibi kokmuyor.
Saçlarının bile öldüğünü düşünüyorum bazen.
Onlar bile beni terk etmek için bir fırsat kolluyorlar.
İçine bir tutam saçından koysam, o zaman onlarda sever mi beni?
Sözlüklerde sever mi beni, onlara seni tanıtsam, seni aşketsem.
Seni anlattığım için sever mi kelimeler beni, sevmeselerde olur, seni sevsinler yeter.
Seni anlattıkları için onur duyarlar mı acaba, duymalılar oysa.
Bari onlar sevseydi, ben onları sevip korurken.
Bir sözlüğün ilk sayfası olmak sana benzemektir.
Bir şeyleri sana benzetmek için uğraşımdır aslında.
Ne kimsenin eli değer o sözlüğe, ne kimsenin gözü onda bir kelime arar.
Hayır, ben onu korurum, resmini koruduğum gibi, saçını koruduğum gibi.
Hayır, saklarım onu kendime, yaşarım onunla.
Sonsuzluk budur ya aslında, sonsuza dek genç kalmak budur.
Fotoğrafın dahi yaşlanırken genç kalmak.
Fotoğrafın dahi solarken dipdiri kalmak, ak olarak kalmak.
Sen hiç yaşlanmazsın, inanmıyorum hayır, sen yaşlanamazsın.
Bir sözlüğün ilk sayfası olmak aslında dilin kendisi olmaktır.
Ağızdan çıkan her kelimenin aslında senden çıktığını anlamaktır.
Öğrendiğim her kelimeden önce seni görmektir.
Okuduğum her sözcüğü kulağıma senin fısıldaman.
Baktığım her kelimeyi benden önce senin görmen.
Araştırdığım her sözcüğü benden önce senin elinin bulup bana göstermesi.
Onun içinde satırları bana elin gösterir.
Kelimeleri benden önce sen bulursun.
Korursun hep kendini, korumalısın.
Bir sözlüğün ilk sayfası olmak, ancak sana dairdir, orijinaldir, yalnız sana lütfedilen bir şeydir.
Kimsenin akıl edemediği bir şeydir.
Hayır, ben akıllı olduğum için değil bu, sen bunu bana akıl ettirdiğin için.
Aklım sende, aklım sende olduğu için doğar bu fikirler.
Hepsi benden çok sana aitler, sana ait olan aklıma, kalbime, ruhuma ...
Bir sözlüğün ilk sayfası olmak, sevmek demektir.

Özlemin Doruğunda

Seni özlemekle aldatıyorum galiba.
Seni özlem duygusuyla aldatıyorum.
Seni özlemek farklı oluyor, yakıcı ve yıkıcı oluyor.
Sen yokken hep özleminle beraberim.
Özlemin işte bu, elle tutamayıp gözle göremiyorum.
Özleminle baş başa kalıyorum.
O da geçmiyor, o da geçmiyor.
Yaralar gibi geçmiyor, senin gibi geçmiyor.
İkinizde geçmiyor, aksilik edip kalıyorsunuz.
Kalın, ikinizde kalın benle.
Başka kimse kalmadı, başka kimseye gerek kalmadı.
İçimi bir özlem sarıyor.
Bırakmıyor beni.
Sana gelene kadar her yerimi sarmış oluyor.
Sen yokken hep özlem içindeyim.
Özlem ki beni hiç yalnız bırakmıyor.
Önceden bir yalnızlık vardı.
Şimdi yalnızlığı yalnız bırakmayan bir özlem var.
Özlemin var hepsinden daha çok.
Ne kadar güzel olsa da yakıcı bir özlem bu.
Sana koşsamda peşimi bırakmıyor.
Beni yakalamasını biliyor her yerde.
Senin dindirdiğin bir özlem bu.
Senin söndürebildiğin büyükçe bir yangın.
Özlemekle aldatmış gibi oluyorum seni.
Oysa hepsinde sen varsın duyguların.
Her duyguya sen işlemişsin.
Her duygu senden türeyen bir yan almış gibi.
Bir parça sen varsın bildiğim ne var ise.
Üşüyorum artık, özlemde üşüyor benimle.
Onla birbirimize sarıldıkça o çoğalıyor, ben azalıyorum.
Ben azaldıkça özlüyorum, özledikçe son raddeye varıyorum.
Özlemin yaktı beni, özlemin dondurdu beni.
Seni özleminle aldatıyorum.
Bir özlemek duygusu var, onla aldatıyorum.
Ki bu aldanmak, aldatmak değil.
Yine seni arıyorum, yine seni, hep seni.

Dipsiz Bir Gecenin Güncesi

Benzer bir geceden.
2013 Haziran / Temmuz arası.


01:22
Özlemi kendi kelimelerimle, kendimce, kendi bildiğimle, kendi dilimle anlatmaya kalksam, onun senden yoksun olmak duygusu olduğunu söylerdim. Sevgiyi kendi hissettiğim şekilde, anlatabildiğim kadarıyla, ruhumdan dilime vurduğu kadarıyla sana söylemek kalksam, onun senin ruhuna bizzat dokunabilmek duygusu olduğunu söylerdim. Seni kendi fikriyatımla, düşüncelerimle, varlığım ve yokluğunla, değeriyle ve etkisiyle anlatmaya kalksam, anlatamam. Çünkü ben ne seni anlatacak kadar çok kelime biliyorum ne de öyle bir dil. Sen çokluksun benim için. Çokça bir şeysin. Çoksun işte yani. Dahası yok, dahası olamıyor, sensiz olmuyor.


01:24
Gece çöktüğüne bende karanlık bir köşeye çöktüm. İçime sensizlik çöktü, bende çöktüm. Sensizlik tattığım zehirler içerisinde en acı olanı muhakkak. Bilim adamları yanılıyorlar, Androctonus australis akrepleri sensizlik kadar zehirli olamazlar. Sensizlik benim vücudumda çok hızlı yayılıyor, beni çok çabuk yok ediyor ve kanıma hızlıca karışıyor. Ne olduğumu bile anlayamadan sensizlik zehirliyor beni.


01:30
Şimdi bu sensizliği düşündüğümde -ki düşünmek bile beni binlerce kez bıçakladı, öldürdü- içimdeki bütün yaşama hissi kayboldu. Bütün sinirleri alınmış bir canlıya dönüyorum sanki, hiçbir şey hissetmiyorum, hissetmeyi hissetmek dahi istemiyorum. Yaşamanın anlamı neydi? Yaşam, nasıl yaşanır? Yaşamak fiili nasıl türetilir? O kadar çok soru birikiyor ki zihnimde, zihnim artık sorularla dolu bir kova haline geldi. Ben yaşamayı sadece seninle olmak olarak biliyorum. Benim ömrüm çok kısa, bir kelebek kadar bile değil, daha hiçbir günün sabahından ertesi günün sabahına seninle olamadım. İşte benim ömrüm, saatlik, anlık ve sonrasında yokluk. Yokluğa batmış durumdayım, kelebek kadar ömrüm yok. Tutmuş birde sen varlıktan bahsediyorsun. Senin yokluğun diğer varlıkları öldürüyor zaten. Sen nasıl bir varlıksın ki diğer varlıklar senin varlığında başka bir hal alıyor, deniz seninle şarkı söylüyor ve dolunay tepeye tırmanıyor ve rüzgar uğulduyor ve gözlerin beni yeniden doğuruyor. Canımıniçi, canımın içinde hiç kimsenin ulaşamayacağı bir yerdesin, bende bir sen var ki senin varlığın orada huzurlu ve güçlü. Göğsümde uyuyorsun hep, gönül çukurumda. Sensizlikti konum, konumlandıramıyorum oysa. Senin ait olduğun yer ben olmalıyım sadece, aidiyetin sadece bana olmalı, daima, daim olarak. Aidiyetim daima sana oysa benim, hep sana olacak, sadakatle. Sadakat, insanlığın unuttuğu bir değerdir oysa. Ben sadaketle bağlıyım, sadakatin yenilgisi ağırdır çünkü.


01:42
Bu sefer satırlarım çok uzun değildir sanırım, ama özlemimi anlatmak için kuracağım cümleler epeyce uzun olacak, olmalı, başka türlü anlaşılamayabilir. Yazmak, sadece sana yazmak, sana yazamazsam çıldırmak var. İçimde herkesten sakladığım cümleler var, kendime dahi söyleyemediğim sözcükler, kimsenin henüz duymadığı sesler. Sen ki benim için bir cihanı temsil ediyorsun madem, sen ki benim içim madem bir gezegensin bir gök cismisin, göklerdesin, o hâlde artık güneşe ihtiyacın olmadığı gibi güneşte senin etrafında senin yörüngende dönsün. Sevgi, her şeyin önünde gelir. Diğerleri onun arkasındadır saf saf. Sevgiyi bilmeyen korkaklaşır, onu tadan ise sarhoştur daima. Bir kadeh yudumlamak isiyorum dudaklarından, sevginden. Sevgi, en önde giden lider gibidir. Önündedir insanlığın. Önce sevgiyi yaratmıştır ALLAH (a.c.). Sonra yarattı; özlemi, korkuyu (kaybetmekten). Önce sev diye emretti insanoğluna, Yaratıcı'mız O ve bizde uyduk O' ebedi eve ezeli olanın kelamına. Ne diyordu Efendimiz (s.a.v.) "Bütün insanların hepsinin iç âlemleri, vicdanları, gönülleri, kalbleri Allah'ın iki parmağı arasındadır. Bir kişinin kalbi gibidir. Yâni bunları yönetmek, kişilerin çokluğu Allah-u Teàlâ Hazretleri'ne asla zor gelmez. Bütün insanların kalbleri onun parmaklarından iki parmağının arasındadır, gönlü nereye isterse o tarafa döndürür. O tarafa çevirir. Yâni sevdirir, ısındırır, birleştirir, insanlar arasında sevgiler meydana getirir. Yâni gönüllere hâkim olan Allah'tır. Gönülleri sevkediyor, bir istikàmete, bir fikre, bir fikir etrafında toplanmaya sevkediyor. Kàdirdir. " (Hadis) Bu benim kaderim, kaderimde sen yazılıydın, sen henüz ben ete bürünmeden önce çıkarıldın karşıma, şimdi de olmalısın yanımda, daima.


01:47
Şimdi senin olmadığını düşündüğümde bir anda bütün çiçekler soluyor gibi geliyor bana. Oysa ben hep senin benimle olduğunu düşündüm. Bir gün bir yerden çıktığımda arkamdan bana el sallayan bir sen olmalısın, gözlerim baktığında seni bulmalı, ellerim uzandığında o sadece senin ellerini tutmalı. Bir ev olmalı ki içinde yalnız sen olasın, sadece sen, sen, sen. Senden gayrısı yoktur, olmamalıdır. Bir yol olmalı ki ancak seninle yürünmeli, yoksa o yol olmamalı. Şimdi bir yola girdik, bu yolda beni bırakmamalısın, ölüm korkutucu değil sensizlik kadar. Sensiz olduktan sonra ölüm bir habercidir. Bir ayrılıştır bu diyardan. Ama sonunda sen olmadıktan sonra ölüm bile eksik. Cennette sen olmalısın, hep. Sen yoksan eğer o zaman nasıl yaşayabilirim, nasıl sevgiyi taşıyabilirim? Yapma, yalnız bırakma, yürüyelim yolumuzda, cihan gelsin peşimizden.

01:54
Yazıyorum, yazmazsam çıldıracağım. Beni bir ben biliyor, birde beni Yaradan. Sen beni biliyor musun? Biliyorsan neden bir şey yapmıyorsun yoksa bilipte bilmemezlikten mi gelirsin yoksa sen beni bilmez misin? Hangisidir bilmem, ama ben beni bilmeni ve artık beni ben yapmanı dilerim, isterim, canı gönülden. Yazıyorum ki, anla diye, anlat diye, yap diye, yapasın diye, yaşamı anlamdırasın diye.


02:05
Sana dair hikayeler yazmalıyım, seni masallarda barındırmalıyım aslında. Ama hiçbir roman senin kadar güzel olmaz diye yazmıyorum. Aslında seni bir cam fanusa hapsederdim sihirli güçlerim olsa, seni kimse görmesin sadece ben göreyim isterdim. Ya da böyle seni parmak çocuk yapar omuzumda taşırdım ve hep yanımda olurdun sonra böyle saçlarımın arasında dolanırdın felan hatta daha öncede dediğim gibi cebimde taşırdım. Belki de seni avucumda taşırdım, sonra seni ufacık ufacık mamalarla felan beslerdim ve hem böylece öyle yemek, giysi felanda zor olmazdı. Nasıl olsa ufacıksın ya kolay olurdu. Sonra sihirli güçlerim olsa senin kanatlarını görünür yapardım, kanatlarını görmek isterdim. Acaba hangi renkte kanatların? Üzerinde nasıl bir motif var? Neyse ki sen peri kızı değilsin, peri kızı olsan ben peri erkeği felan olamazdım galiba, bildiğim kadarıyla masallarda öyle bir şey yok o açıdan iyi yani. Ama işte benim senin gibi kanatlarım olmadığı için uçamıyorum. Oysa sen hep yukarılardasın. Aslında belki sihirli güçlerim olsa iki tane özgür kuş olurduk. Bir o yana bir bu yana gidip gelirdik ama biz kesin mevsime göre felan hareket etmez istediğimiz gibi gezerdik. Herkes göç ederken biz öyle laylay lom gezme derdinde olurduk, yani kuş olmayı bile farklılıştırırdık. Bence güzel olurdu. Öyle Londra'dan uçarak geçerdik. Sahi aslında şimdi geldi aklıma, madem senin kanatların var neden beni kanatlarında gezdirmiyorsun ki? Gerçi beni taşıyamazsın sen o yüzden ikimizde kuş olsak daha mantıklı. Ya da böyle kedigillerden aslan felan olsaydık sen hep beni kovalardın kesin, hem onlar güçlüler ya istediğin gibi kavga ederdik. Birde aslanlar felan severim ben senden iyi aslan olurdu bence, güçlü dişi bir aslan. Hemde çok kıskanç. Kesin başka aslanları yaklaştırmazdın bana, sonra kesin ben başka aslan görmeyeyim diye avlanmaya felan tek gider gelir beni öyle hiçbir yere salmazdın, ilginç olurdu. Ya da balık olsak nasıl olurdu dersin? Mesela ne balığı olsak bilemedim, ben hamsi felan sevmem, lüfer, palamut felan zaten olmaz biz senle okyanuslarda yaşamalıyız. Buldum. En iyisi biz iki tane kocaman balina olalım. Mavi koskoca iki balina. Beraber dünyayı yerinden sallarız garanti. Okyanuslarda seyahat ederiz, hem zaten çok balina yoktur, yoksa kıskanırdım öyle salıvermezdim okyanuslara seni. Öyle balinada olsan benim yanımdan ayrılamazsın, kuşta olsan aslanda. Asla benden uzaklaşamazsın. Bırakmam, bırakamam.


02:11
Zihnim yine senin hayalinle dolanıyor iyice, karmakarışıklaşıyor, bulanıklaşıyor. Bütün hücrelerimi istila ettin. Resmen korsan gibisin ya, beni hep ele geçirdin. İşgal ettin her yanımı, sağımı solumu en çokta içimi. Rahat rahat yüzüyorsun gönül sularımda. Nasıl olsa hepsi benim diyip rahat rahat yakıyorsun içimi, canımı. Oysa bende bir korsan olmak isterdim, atlayıp bir gemiye açılmak denizlere. Sonra bir adada olmak sadece seninle. Adanın derinliklerinde belki bir Robinson Crouse macerası yaşardık. Zenciler felan yamyamlar olur onlar bizi ararlardı ben sizi korurdum saklanırdık. Silahlarımızda olmadığı için bu saklambaç oynamak gibi olurdu. Küçükkende bu tür romanları okumak hep eğlenceli gelirdi bana, galiba saklambaçı sevmemde etkili olmuştur, çünkü saklambaç oynamayı severim sonra kaçmayı sonra saklanmayı. Bence eğlenceli, belki oynarız. Ya aslında hem adada olsak bir ateşin yanına uzanırdık, ben balık sevmem ama siz o ateşte kızartırsanız zorla döverek felan yedirirdiniz bana. Sonra içecek olarak bir şey bulamazdık ama madem adadayız en azından hindistan cevizi vardır onlardan bulurduk. Gerçi ağaca kim çıkardı bilemezdik ama belki beraber çıkabiliriz. Ağaçların tepesinden adayı seyrederiz.


02:12
Neyse ben çok uçtum gene, sen yokken senli hayallere daldım. Ya sen gelmezsen? O zaman neylerim bilmem. Bir an önce gel ki, kurtar beni bu üzerime çığ gibi düşen yalnızlıktan. Gel artık cancağzım, gel ve kal.

Dipnot: Yine öyle bir geceden, bu sefer ki sona daha yakın, başlangıçtan çok uzakta.

8 Kasım 2013 Cuma

Uzak Bir İstanbul Şiiri

en son fotoğrafına bakanlar bile görüyor...
insan ölmeye gözlerinden başlıyor!
Ayfer Feriha Nujen


Geçen gün gördüm, fotoğraflarını çekmiş İstanbul,
Karaköy'de kahve içtiğimiz yerde,
Yürüdüğümüz köprüde,
Fotoğrafını çekerken gülümsediğin yerde....
13:33 08.11.2013

Geçen gün gördüm, fotoğraflarını çekmiş İstanbul,
Sultanahmet'te göğün altındaki o yerde,
Yürüdüğümüz deniş aşırılığında,
Fotoğrafını çekerken gözlerinin ölümsüzleştiği yerde...

Geçen gün gördüm, fotoğraflarını çekmiş İstanbul,
Beşiktaş'ta bir kayanın kıyısındaki yerde,
Yürüdüğümüz yolda,
Fotoğrafını çekerken içime işlerdiğin yerde...

Geçen gün gördüm, fotoğraflarını çekmiş İstanbul,
Harem'de denizin kokusunun sindiği yerde,
Yürüdüğümüz kaldırımda,
Fotoğrafını çekerken beni sarhoş ettiğin yerde...

Geçen gün gördüm, fotoğraflarını çekmiş İstanbul,
Eminönü'nde kızarmış balık kokusunun sindiği yerde,
Yürüdüğümüz kıyıda,
Fotoğrafını çekerken içine düştüğüm yerde...

Geçen gün gördüm, fotoğraflarını çekmiş İstanbul,
Galata'da Şeyh Galib'in dergâhının olduğu yerde,
Yürüdüğümüz merdivende,
Fotoğrafını çekerken mesnevini yazdığım yerde...

Geçen gün gördüm, fotoğraflarını çekmiş İstanbul,
Beyoğlu'nda bir garip pasajın olduğu yerde,
Yürüdüğümüz caddede,
Fotoğrafını çekerken kalbindeki uçurumdan düştüğüm yerde...

Geçen gün gördüm, fotoğraflarını çekmiş İstanbul,
Topkapı'da bir demet çiçeğin olduğu yerde,
Yürüdüğümüz çimende,
Fotoğrafını çekerken lalenin solduğu yerde...

Geçen gün gördüm, fotoğraflarını çekmiş İstanbul,
Büyükçekmece'de bir gölün kıyısındaki taş blokta,
Yürüdüğümüz sokakta,
Fotoğrafını çekerken kokunun bana sindiği yerde...

Geçen...

Yüreğindeki Mahzen

Mutlu olabileceğim bir an kalmamış.
12:54 08.11.2013
Bütün anları silip süpürmüşsün.
Gözlerin fotoğaflarda dahi belli belirsiz.
İçine düşüyorum her seferinde.
İçinde kayboldukça daha derinlere iniyorum.
Kendimi yitirip yitirip buluyorum.
Her buluşumda sende görüyorum.
Gözlerine son düşüşüm daha sert oldu.
Bu sefer yolu bulamadım.
Kayboldum o mahzende.
Kayboldum yıllanmış yüreğinde.
Kayboldum yıllanmış şarap gibi kanınla dolu mahzenlerde.
Tuttum bende salıverdim kendimi orada.
Mahzenini dolaştım adım adım.
Her köşesinde bulduğum şarapları tattım, kanın gibi.
Dolandıkça sarhoş oldum, sarhoş oldukça yolu kaybettim.
Mahzeninde bir bekçi gibiyim artık.
Hiçbir zaman kendini bulamayan cinsinden.
Kendimi dahi bulamazken, başka bulabileceğim ne kalmış olabilir?
Tuttum kendimi kilitledim.
Çıkış yollarına taş döşedim, hapsettim.
Bütün kadehleri kırdım tek tek.
Hepsini döktüm.
Aç ve susuz kaldım, daha çok kimsesiz.
Kimsesiz kaldığım için aç ve susuz.
Gözlerinden bir mahzende ışığımı kaybettim.
Işığı soğurdun, kendine tutsak ettin.
Beni ele geçirdin, kendinde hapsettin.
Ne bir kadeh şarapta güzellik vardır.
Ne bir yudum sende çirkinlik vardır.
Bütün bilmecelerin içinde cevapsız kaldım.
Hâlâ kayıp, hâlâ kayıbım.
Ne yol belli ne yön.
Gözlerin çıkışı olmayan o kör kuyu.
O mahzen, o karanlık, yaşıyorum içinde.
Evim burası.

Günlerden Perşembe İdi

Günlerden Perşembe idi ilkin.
Aslında hafta Pazartesi ile başlıyordu.
Lakin bir vakit geldi, Perşembe'ler oluverdi.
Hafta artık Perşembe ile başlıyordu.
Yaz, kış, ilk güz, son güz.
Bütün mevsimler Perşembe günü değişiyordu.
Önce özlemler girdi araya.
Perşembe idi, 3 gün sürerdi.
Sonra özlemler artar oldu.
Perşembe idi, 7 gün sürerdi.
Ve bir vakit geldi, yine son bir Perşembe idi.
Yine bir başlangıçtı bir bakıma.
Perşembe idi, sonsuza dek sürerdi.
En güzel kaftanlara bürünen Perşembeler can verdi.
Hepsi çekildiler, hafta artık altı gün oldu.
Her aydan 4 gün eksildi, 4 Perşembe eksiliverdi.
Ömürden ise bütün Perşembe'ler silindi.
Artık bir Perşembe daha uğramaz bana.
Perşembe'ler beni terketti.
Aslında tüm sevenleri terketti Perşembe'ler, diğerleri için kaldı.
Güzeldi aslında, özlem kadar sıcaklıkla doluydu.
Onun narin sarılması kadar doluydu sanki, hiç bilmesemde.
Bir Perşembe günü geçti hayatımdan.
Ben hiç yaşamamışım, yine bir Perşembe günü anladım.
Ben aslında yokmuşum, yine bir Perşembe günü anladım.
Karanlık yollarda, düşen yaprakların üzerine basmadan yoluma devam ederken.
Onlarında canı vardır, onlarda incinmesin, benim üzerime basıldığı gibi onlarda çiğnenmesin derken.
Bir Perşembe idi yine günlerden, özleme sonsuzluk kala.
Bir daha hiç Perşembe yaşayamamacasına.
Günlerden Perşembe idi, vak'anüvis not alsın.
Bir Perşembe idi, sevginin kucağında şefkatle dolu son gün.

6 Kasım 2013 Çarşamba

Hadım'ın Dünyasızlığı

Bir hadım var bir yolda.
Bir yolda bir bakıma gözleri görmeden dolaşıyor.
Kulakları programlanmış kelime seçmeye.
Cins sahibi kelimeleri duymuyor, bütün diller kuruyor.
Hadım yürüyor kimsesiz.
Ne erkeklerin farkında ne kadınların.
Cinsiyet kaldırılmıştı onun hayatından.
Tüm bunlara rağmen cinsiyet sahibi kelimeler vardı.
O dışında kalmıştı kelimelerin.
Hadım olduğu gün dili de kesilmişti sanki.
Zıtlık yoktu onda.
Her şey tek ve tek cinsdi.
İç içe geçmiş bir tek varlık var.
Hayat örgüsü farklılıkları kabul etmiyor.
Kendisine en çok benzeyeni makbul görüyor.
Hadım, artık kendisi olabilirdi.
Bu dünyaya bağlanamaz, bu dünyada bir yaşam sürdüremezdi.
Biçimin dışına çıkmıştı.
Dışarı çıkarken bütün biçimleri reddederek.
Onun için; bu dünya bir son, öteki için ise başlangıçtı.
Ötekisi zihninde gizliydi.
Yavaş yavaş gün yüzüne çıkan bir dünya.
Sadece kendisinin olduğu bir koca alem.
Her yerde klonları var.
Klonlardan bir hadım ordusu, dilsiz ve kemiksiz.
Bütün olmayanları kendi bünyesinde toplamış.
Ama ve sağır ve şizofreni ve alzheimer.
Unutuyordu, unutmadığında da bağlantı kuramıyordu.
Hadım, sadece dünyada hadım edilmedi.
İçinde olduğu bütün dünyalardan hadım edildi.
Toplumun içinde değildi hadım, toplumda onun içinde değildi.
Yer edememiş kimse içinde.
Bir hadım ancak kendisini sevebilir.
Diğer insanları sevmek duygusu söküp alındığından.

Toprak Olmak

"Ölen birinin üzerine atılan toprağı zarifçe okşamak, o insanın yüzünü okşamak gibidir. Toprak olmak böyle bir şey." Tarık Tufan

Toprak, içindeki insanlarla mı güzelleşti;
İnsan, içinde olduğu toprakla mı güzelleşti;
Ve insan topraktan yaratıldığı için mi toprak oldu;
Ki toprak, bu kadar sevilir oldu.
Her yağmur sonrası evimizi toprağın kokusu sarardı.
Toprakla iç içeydi bu ev.
Topraktan yapılsaydı, erirdi belki bir yağmur sonrası.
Belki bizde o eriyince karışırdık toprağa.
Herkesten evvel, toprakla toprak olurduk.
Çocukla çocuk olunmaz dediler
Toprakla toprak olmaya mani olmasalar bari.
Bir gün gelipte dirildiğimizde, avucumda bir tutam toprak tutmak istiyorum.
Olurda nereden geldiğime, neyden yaratıldığıma bakmak için.
Ben bir zamanlar bir balçıktım.
Nasıl bu şekle geldim, bilemedim.
Ama hep yakındık toprakla birbirimize.
Yine ona bir süreliğinede olsa döneceğimi bildiğim içindir belki.
Toprak beni sever, bende toprağı.
Ben toprağı korurum, o da belki içindeki beni korur.
Korumasa da olur, o ki bana üzerinde durma imkânı verdi.
O ki beni içine kabul ederse bende ona bedenimden bir filiz vermek istiyorum.
Üzerimden bir ağaç yükselir belki.
Dalları genişler ve sarar üzerimi.
Tutar bütün damarlarıyla toprağı, toprağın kopmasına izin vermez.
Ağacımı okşayan benim yüzümü okşar.
Toprağıma dokunan, benim yüzüme dokunur.
Toprağa bakan, bana bakar, beni görür bir anlığına.
Toprak olmak ölmek değildir hiçbir zaman.
Doğmak demektir bir yandanda.
Nereden geldiğini bilmek, bilinirleştirmek demektir.
Dün yaratıldığımda bugün barınmak demektir, yarına kadar.
Belki çölleştiririm toprağı, belki erezyona uğratırım.
Bundan da korkarım çok.
Anlarım ki dirim kadar beterdir ölümümde.
Anlarım ki toprak sevmemiş beni, sevemezmiş.
Olsun, o sevmedi diye sevmekten vazgeçmeyiz biz.
Biz severiz sevdiğimizi, sevmek duygusunun güzelliğinden ötürü.

Yalnızlığın Demli Çayı

"Biz, çayın yalnızlığa iyi gelen tarafını da severiz." Oğuz Atay


Yalnız bir çay demledim.
Tek kişilik bir çay.
Her seferinde iki yudum alarak içtim.
Birisi benim içindi, diğeri;
Yalnızlık için.
Yalnızlığın demlediği çaylar demli olur.
Tadı zehir gibidir; razısındır, içersin.
Demli çayı sevenlerde olur lakin, O açık severdi.
O açık severdi diye meyilliyimdir ben açığa.
Daha acı çaylar içmiş, zehirleri tatmıştım.
Bir yalnızlık bitkisidir belki çay.
Yalnızken içtiğinde uyuşturur bedeni.
Uykuyu getirmez belki ama uyanıkken uyursun.
Böyledir dünyada yaşarken yaşayamamak.
Aslında ait olan bir canlı yoktur sana.
Yalnızlık senin içindir, ondan kopamazsın.
Bir tek yalnızlığı yüceltmeli aslında, yalnızca ona şiirler yazmalı.
Bir o vefalıdır burada, bir tek o hep yanımızdadır.
Yalnızlığım, al çayını gel yanıma.
Gölgem ol benim.
Işık nereden gelirse gelsin, sen giysimin ardına saklan.
Ben seni ışıktan korurum.
Karanlık bir gölge olur karanlıkta bile benimle kalırsın.
Bir sen geçmedin benden, bir sen kaldın.
Madem kaldın, karşılıklı oturup konuşalım.
Sen bana geçmiş zaman mehtaplarını anlat.
Ben sana senden öncekini, daha doğrusu sen varken de var olanı.
Bir sen kaldın geriye, bir ben kalmadı geriye.
Belki bir biz kalırız, yalnızlıkla baş başa.
Yalnızlığım, çek bir sandalye.
Otur yanıma, bak gözlerime, gözlerimin eriyişini fark et.
Bak yüzüme, yüzümün eridiğini fark et.
Salın yanıma, bendeki erimeyi fark et.

5 Kasım 2013 Salı

Nar'ın Günü

Bir nar var, bir çocuğun kucağında.
Narın üzerinde onun elleri.
Gözünün içinde narın hissettirdikleri.
Zihninde narın hatırlattıktıkları.
Bir nar vardı bir zamanlar.
İçerisindeki her tanesine koca bir gün sığdırılmış gibi.
Nar parçalandıkça daha çok gözüküyordu.
Her gün bir asır oluyordu.
Geçmek bilmiyordu zaman adeta.
Kan gibi koyuydu rengi.
Hatta bazen dudakları kadar koyuydu rengi.
Dudakları iz bırakıyordu narın üzerinde.
Nar saklıyordu dudaklarının izini.
Başkasına göstermek istemezdi, kendine saklardı.
Nar suyunun rengine karışıyordu.
Karıştıkça koyulaşıyor, durdukça mühürleniyordu.
Gözlerinden nar ağacını görebilirdiniz.
Ruhu şeffaftı, gözünden gözükürdü.
Onun ruhu nar gibiydi, öyle çok, öyle tek.
Hem tek hem çok.
Tekliğin içinde çokluk, çokluğun içindeki teklikti.
Ne tek derdin ona, ne de çoksun; o hepsini taşır gibi.
Narın içine taşmıştı düşündükleri.
O kadar çok, o kadar çoklardı.
Nar gibiydi sevgim.
Dışı kadar büyük, içi kadar çok; her fasılda çok, en çok.
Narın günüydü o gün, nar narlığını biliyordu.
Ağacın dalından uzanarak bana geliyordu.
Gövdesine bağlı en güçlü dal uzanıp geldi yanıma.
Her yaprağı öylesine bağlıydı kendisine.
Nar nar gibiydi en çok, narı sevmek gibi sevdim.
Öyle bağlı, öyle meşakkatli, öyle mahçup, öyle içten.
Nar'ın günüydü dün, bugün, yarın uzak, çok uzak.
Nar, narım, narımız.

Anılar Kulesi

Anılarından kale yapıp sığınsa bile,
Yetmez yalnız başına bir ömür bir kişiye.

Özdemir Asaf



Babil'de bir kule inşa etmeye başladım.
Hayır, aslında İstanbul'da inşa etmeye başlamıştım.
Ama İstanbul benim için Babil olmuştu bir bakıma.
Şehirler dönüştü birbirine, benden habersiz.
Bana haber vermeye tenezzül etmediler.
Her bir taşını hayatımın ayrı bir yerinden söktüm.
Delik deşik bir geçmiş kalmıştı.
Zaten çokta bir varlığı yoktu.
Sadece sökülen taşlar gediği büyüttü.
Taşlar, ağırlıklarıyla sırtıma bindi.
Her birini kendim taşıdım.
Omuzlarımda, taşıdığım taşların izi kaldı.
Omuzlarımda, taşıdığım anıların izi kaldı.
Kalbimde, taşıdığım senin izi kaldı.
Ve ruhumda, izi değil kendisi kaldı.
Kule bulutlara kadar erişiyordu.
Raad ile göz göze gelebilirdim.
Ne o beni gördü, ne benim gözüm başkasını gördü.
Güzelim'e alışan göz, artık başka bir şeyi görmeyecekti.
Taşlar, her biri tonlarca ağırlığındaki taşlar.
Geçmişimdeki yerlerini hatırlatan taşlar.
Kâh bir bebeğin ağlaması, kâh bir çocuğun gülmesi.
Ne farkı vardı birbirinden, ne farkı vardı diğerlerinden.
Anılar, bir bütünün kesinkes parçaları.
Biri diğeri olmadan, diğeri biri olmadan.
Eksikler tamam olmaz, tamamlar eksik olmaz.
Hiçbir anıyı diğer bir anının arkasına atamadım.
Hepsi başlarını soktular bir kıyıdan.
Kıyıda kalmaya tahammül edemedi hiç biri.
Anılar kulesi yükseldi böyle böyle.
Şöyle böyle derken sen çıktın yine.
Ne afacan şeysin ki, her taşta sen varmışsın.
Anılardan bir kule değilmiş ki diktiğim;
Senden bir kuleymiş, bir kaleymiş.
Seni dikmişim ben meğer.
Seni taşımışım parça parça, tamamını taşımaya gücüm yetmemiş.

3 Kasım 2013 Pazar

Kara Yelkovan Kara Akrebin Peşinde

Kara saatler var, kara bir günün içinde.
Kara yelkovan kara akrebi kovalıyor.
Kara bir günün geleceği kara bulutlardan bellidir.
Güzel başlamayan günler güzel sonlanmaz derler.
Gerçi bunu daha evvel kimse dememişti ama şimdi ben demiş bulundu.
Sesin uzaktan geliyordu, çok uzaklardan.
Soğuk geliyordu, korkutuyordu beni.
Kelimeler ağır ağır döküldü evvel.
Sonra şelaleden aşağıya boşalan sular gibi.
Benide kattı içine, sürüklendim.
Dipteki kayalıklarda parçalandım.
Her uzvum ayri bir yanında akıntınan.
Karabasanlar çöktü üstüme, parçalanmadan önce boğuldum.
Şimdi tüm denizlere karışıyor, önce ırmaklara karışmış kanım.
Okyanuslarda bir parça kızıllık oluyor, kimsenin haberi olmadan.
Tüm denizlerin mavisine karıştım, önce gözlerinde gördüğüm denizinkine.
Yolculuğum gözlerinde başladı.
Gözlerin çok derin olduğundan gerek, sonlanamadı.
Kara geceleri sonlandıracak ışık kaynağım söndü.
Sonsuz bir karanlığın içinde yeni karanlıklar görüyorum.
Karanlık, karanlık ve yeni bir karanlık.
Ey ışık kaynağı, gelişin kadar ani olmamalıydi gidişin.
Kara yelkovan pes etti kara akrebin peşinde dolanmaktan.
Kara akrebi hiç yakalayamayacagı aşikardı.
Zaman durmaz akardı, akrep onun peşinde, yelkovan onun.
Durduramazdı onu, durdurulamazdı, karanlığın içinde boğulur giderdi.
Soğuğun ve uzaklığın içinde.