26 Eylül 2015 Cumartesi

Kızıllığında Şafağın

Kızıllığında şafağın,
Kan tutmuş gövdesi toprağın;
Yüzümü yalayıp geçen rüzgâr,
Kulağıma sırlarını fısıldar:
Kapan kurmuş gece,
Seyreder;
Elinde kandille gündüz,
Resmeder:
Kader kitabını okuyan Rabbi,
ve koşuşturan melekleri;
Dergâhın avlusuna dökülmüş,
Kara örtülü müritleri.

Kelimeler örtüye büründü,
Onu yazan sır kalemi de;
Her şey meçhule giden bir gemide,
Gönül limanı yolcusunu bekler.

Şafağın kızıllığında,
Mezarlıkta açan çiçekler,
Boy verdiğinde göğe,
Bir bir vedalaşıp gidecekler;
Her gelenin kalacağı ebedî yurdunda,
Kendisine hamak salacaklar;
Boynu vurulmuş insanın,
Derisini ay ışığında yüzecekler:
Azrail, diyecekler, yazgıyı yazanı unutacaklar;
Kader, diyecekler, yemin ettikleri günü örtecekler;
Rahme düşen bebek gibi,
Çarşafa bürünen kadın gibi,
Sarığın altına saklanan mürit gibi,
Denize kaçan şeytan gibi,
İnsan gibi,
Dibi göğe yakın.

Ölü sırlara hayat üflemek için,
İsa'nın nefesini çaldım göğünden/göğsünden.

22 Eylül 2015 Salı

Dile'ye Ağıtlar II

Göğsümde uyuyakalmış bir düşsün Dile.

Ganj Nehri'nin kıyısında,
Yenidoğanları suya bırakıyorlardı sevgilim;
Hepsinin adını Buda'nın tapınaklarına kazıyıp,
Bir bir merdivenleri çıkıyorlardı;
Ben inerken gerisingeri.

Filler koşmaya başlıyordu gönül ovamda;
Timur'du, İskender'di, Bâbür'dü gözüken,
Göğsümü eziyorlardı.

Hint kırmızısına çalardı gözlerin kızdığında,
Kına kırmızısı, kiremit;
İrlanda kırmızısına çalardı bazen,
Nehirlerimi kana bulayan.

Peygamber inmiyordu gökten sevgilim,
Buda ağlıyordu.
Gözlerin aydınlatmıyordu gece önümü sevgilim,
Şiirini yazmakta zorlanıyordum.

Saçlarından ördüğün kilimleri seriyordum fillerin üzerine,
Sefere çıkıyordum ilk günkü gibi,
Gecenin ordusuyla savaşmak için dolunay meydanını arşınlıyorum,
Rehberimken sesin.
Her mağlubiyet bana seni hatırlatıyor şimdilerde sevgilim,
Fil üstünden düştüğüm günü, çamura gark olduğum.

İlli han kovuldu şehrinden,
Sığındı eteklerine;
Yıldızlar ektiğin çardağında,
Râm oldu sana,
Sevgilim.

18 Eylül 2015 Cuma

Dile'ye Ağıtlar I

Gönlümün çorak vadisinden,
Sana sesleniyorum Dile.

Dilim ney ile yoldaş,
Sırdaş.
İçimde bir büyük boşluk;
Köküm toprağa karışır,
Bir yol arar kendine,
Ya şekere ya tuza ulaşan.
Ya boy verir uzarım,
Ya zehirlenip içten içe kururum;
Yine dilimde sen,
Neye can veren, ruh üfleyen.

İçimden sana ağıtlar yakmak gelir Dile,
Ney ile içimin hüznünü kusmak.

Bir yaz gecesi gülümsemesi beliriyor üstümde,
Sıcak bir soluğun varlığını duyuyorum,
İçim dışıma karışıp sonlanıyor,
Kelimeleri akıtıyorum sana doğru.
İçim hep bir hüzün yuvası Dile.

Bu yaktığım kaçıncı ağıttır, diyorum;
İnsan başına kaç ağıt düşer?
Dile, benden sana kaç yol uzanır;
Sen kaç yolumu kesersin, hep yolumu gözleyip?
Dudaklarının susuzluğundan kavruluyorum,
Toprağının yakıcılığından;
Dile, ağıtlarımdan zehirleniyorum.

16 Eylül 2015 Çarşamba

Yitik Mezopotamya / Bir Adın Kalır Geriye

Kaşık gibi yüzün kayboldu,
Suya vuran yansımada.

Nergisler ovasına bir damla düştü,
Zift gibi.

Bir adın kalır geriye,
Onu da silmezlerse.

Yeşil gök, tunç deniz, kızıl haziran;
Düşlerin düşüşe açılan penceresi,
Uykuda insanı bekleyen karanlık;
Yalnız kaldığın kalende can bulur,
O da yiter gider bir gün;
Bir adın kalır geriye,
Onu da silmezlerse.

İskender'in at koşturduğu coğrafyadan,
Yitik mezopotamyasından gönlün,
Nice kısrakların koşturduğu ovadan,
Yine atlılar gelir bir gün;
Ellerinde tuğ diye sevgilinin saçları,
Âşk kokulu;
O gün kalsa da yitse de bir insan,
Doğan da ölen de yok artık,
Her şey donuk;
Zaman bir yarıktan ibaret,
Sürekli insanı içine çeken.

Yalancıydı Hızır, İlyas, İskender;
Yine sarhoş oldukları bir gün,
Şeytan fısıldamıştı kulaklarına,
Binbir yalan ören insan aklına,
Kandırmıştı onları,
ve âdemoğlunun atasından beri peşinde olduğu,
Arzuyu koymuştu yüreklerine;
Ölümsüzlük, bir düşten ibaret,
Hep kulağa fısıldanan,
ve yitik mezopotamyasında gönlün,
Bir avuntudan ibaret.

10 Eylül 2015 Perşembe

Eylül-elem

Eylül-elem dedim,
Hayat tutamacını bıraktım.

Gri gökyüzünün altında kör buzağılar,
Yollandılar namütenahi toprak üstünde;
Ne başı vardı yolun ne de sonu,
Yürüdüler, topallaya topallaya sürülen izler ardında.
Bir eylül-elem bu,
Duvara atılan özlem çentikleri misali.

Kaç elem örüldüyse kadere,
Kalemin ucu kırılana dek yazmalı.
Sanem, demeli tutup dikilen putlara;
Tapınılmalı, tüm eylemler gerçekleşebilecekken;
Oysa bir yaprak gibi dökülüyor âdem.

Eylül-elem günleri değdi göğsüme,
Kuş olup kanatlandı.

Hüzün kelebekleri kanatlandı geldiğinde mevsimi,
Hazin bulutlar üzerinden seyrettiler,
Haziran buğusundaki gri toprağı;
Gün solmadan, kanatları toza dönmeden.
Han çıktı hareminden, yerde buldu kanını,
Canı gitti cânâna, cânân gitti başka diyâra.

Eylül-elem dağlarına tırmanıyordum,
Sırtımda kırbaç izleri, beni yakan, alev gibi.
Kamburlaşmış bedenim ve yere yakın yüzüm,
Kaldırmaya hiç dermanımın olmadığı.
Kovulmuştum gittiğim tüm şehirlerden,
Bir mâbet arıyordum, sıcak bir sığınak;
Eteklerine gelip yalvarıyordum,
Sana gelecek bir yol arıyordum;
Dağ sırtlarında kayboluyordum.

Her şey nihayetine varıyor;
Eylül-elem diyorum,
Hudutsuz bir sevda.

2 Eylül 2015 Çarşamba

Unuttunbeni Çiçekleri

Unuttunbeni çiçekleri yetiştiriyorum bahçemde,
Saksılar dolusu;
İnsanlığın bağrından koparılmış gözyaşlarıyla sulayıp,
Miras bırakıyorum yarınlarıma.

Unuttunbeni çiçekleri,
Açtı, boy verdi;
Ardında zihnimin.

Unuttunbeni sevgilim,
Oysa ben her gece sana sarılıyordum.
Bin umut ekiyordum gönül tarlama,
Hasat mevsimini bekliyordum.
Ben, seni düşünerek yaşıyordum,
Unuttunbeni çiçeklerini koklayarak her gece.

Nice çiçekler kurudu bir hazin sonbahar gününde,
Kızılca kıyamet vaktinde günün;
Yapraklar döküldü ölüm gibi.
Savruk rüzgârın ateşten kırbaç darbeleri,
Boyun büktü yapraklarına.

Âşk sarmaşıkları tırmandı bak, unuttunbeni çiçekleri,
Sarıp sarmaladı, kucaklayıp döktürdü;
Bir içimlik su miktarı,
Avuntuları kustura kustura öldürdü.

Bir gül-batımı vakti, gün-batımı solukken,
Rüzgârgülü vedalaştı köküyle;
Ayrılıp ağacından yaprak, düşünce ıssız toprağa.
Güneş sarılınca tene, dokununca,
Bir buruk avuntu, dünden arta kalan;
Bitmeyen düş bahçesi, unuttunbeni çiçeklerinin mırıldandığı
ve kulağa hiç durmadan fısıldadığı:
Herkes unutur öncesini, yalnızca ben seni,
Yaşatırım.

Avuçlarım kanadı adını yazarken,
Bir buğu çöktü üstüne.
Kaç yas var içime yerleştirdiğim,
Gelip gidip onuzlarımda taşıdığım,
Âşk diye alev gibi kundaklara sardığım,
Korkmasın, kaçmasın, kanmasın diye sarmaladığım?
Unuttunbeni çiçekleri bitiyor şimdi üstünde tenimin.

Unuttunbeni çiçekleri ektim,
Kurak vadisine gönlümün,
Yalnızca senin tohum saçtığın,
Avuçlar dolusu,
Eflatun kokulu.

Unuttunbeni çiçekleri;
Âh, unuttunbeni.

-Âh sevgilim unuttun beni.-
Unuttunbeni çiçekleri açıyordu penceremin önünde,
Ağlıyordum.
Ne gül kokuyordu odam ne de sen,
Herkes bakıp geçiyordu önümden.
Ne kimse elini uzatıyor ne de teselli ediyordu,
Ölüyordum.
Yalnızlık burcunda oğlaklar koşuyordu dağlara,
Hepsini kurban ediyordum tanrı dağlarında,
Keçiler, yeşil gözlü keçiler avlıyordum,
Öpüyordum alınlarından,
Kusuyordum.
Bin hüzün çöktü şimdi o dağlara,
Eylül-elem dağlarına.

Yeşeren unuttunbeni çiçeklerine sindi kokum,
Yavaş yavaş soldu hepsi.

Unuttunbeni çiçekleri yetiştiriyor,
Eline gül kokusu sinmiş bahçıvan.
Çöl olan kurak bir vadide,
Boynu bükük ağaçlar
ve kabuğuna çekilmiş tüm böcekler,
Kapanmış kendi içlerine doğru,
Yalnızlığın, benliğin ve varlığın özüne.
Geriye kalan yalnızlık, senden artakalan,
Esip geçen sıcak bir yel gibi.

Kırıldı/yırtıldı kalbimin kanatları,
Sen de dikemezsin Hâfız.

Lale kokusu biriktirdiğim avuçlarımı,
Seni soranlara uzattım.
Keskin kelimeler sakladım çarşaflar içinde,
Her gece onlara sarınıp/sarılıp uyudum.
Öncekinin yerini alan yeni bir düş,
Gelip kuruldu hep gönül tahtına.

Unuttunbeni çiçekleri,
Yetiştiriyorum,
Düş bahçemde.

-Durakalıyorsun içimde bir yerde,
Nerede olduğunu bulamıyorum,
İçimde eriyip kanıma karışıyorsun,
Unuttunbeni çiçekleri diyorum.-

Unuttunbeni çiçekleri,
Âh, sevgilim, unuttunbeni.