29 Aralık 2015 Salı

Adam Otu Benlikleri

Tüm yollar bitsin Rabb,
İçine sıkıştığım bu mağarada yat;
Kalk benliğim ve bedenini sat,
İçimdeki acıya bak Rabb.

Uzanan kumsala yokluk peygamber,
Var değilim, cennetten dünyaya kay;
Biriktirdiklerim elimden kayıyor Hay,
İlmek ilmek düğümlendiğim peygamber.

Adam otu saçılı dünyaya,
Yalnızca kökümden kopmaya geldim,
Ölümün ne olduğunu tatmaya.

Her ne kadar suçluyduysa da Kâbil,
Her şey demek değildi Hâbil,
Ben günahla boyanmaya geldim.

14.12.15

26 Aralık 2015 Cumartesi

İki Şehrin Hikâyesi; Konya-Ankara: Sabahattin Ali'nin "Ses"i Üzerine

İki Şehrin Hikâyesi; Konya-Ankara:
Sabahattin Ali'nin "Ses"i Üzerine

Sabahattin Ali (1907-1948), Türk hikâyeci, romancı, şâir ve düşünür. Gerek romanları gerekse öyküleriyle edebiyatımızda önemli bir yeri olan Sabahattin Ali, okurunu sıkı bir gerçeklik ağıyla kuşatır. Onun gerçekliğini sunduğu tablolar her şeyi gözler önüne serer. Güçlü gözlem gücü, kasabadan şehre kadar pekçok mekânın metinlerde kullanılması, karakterlerin zenginliği ve ortaya çıkış sürecindeki başarı, objelerin hikâye boyunca dikkatli kullanılışı onun öykücülüğünün önemli noktalarındandır.
Ses öyküsü temel olarak iki yerde geçmektedir. Konya kırsalı ve Ankara şehri. Sıvaslı Ali isimli genç bir yol işçisinin sesini çok beğenen bir konservatuar öğretmeni ondaki bu kabiliyeti değerlendirmek için Ankara'ya davet eder. Ali, orada şehirli bir talebeyle ortak sınava tabi tutulur, kendisini hep yadırgadığı sınıfta kendine güvenenleri mahçup ettiğini düşünerek elenir.

Konya'dan Ankara'ya
Metni iki önemli bölüme ayırarak incelediğimizde ilk kısımda karşımıza Konya çıkmaktadır. Ali'nin sesi Konya ovası kadar geniştir, ay ışığı kadar yol aydınlatıcı, kamyonu bekleyen yolcular kadar sabırlı. Ali'de âdeta Konya'nın bütün ferahlığı vardır. İçinde olduğu yeri sevme, işini yapma, yârenlik etme. Âli, tam bir Anadolu insanı gibi çıkar karşımıza. Sabahattin Ali'nin burada karşımıza çıkardığı tip herhangi bir yerde karşılaşılabilinecek şekildedir.
Konya. Uçsuz bucaksız ovaların, alabildiğine berrak gecelerin şehri, Sivas gibi. Ona ait olan herkes bu uçsuz bucaksızlığın içinde yaşıyormuş gibi aslında. Konya'da yaşayan insan yüzlerce yıldır aynı. Tarımla uğraşan, bir yanı da hayvancılıkla, ürettiğini tüketen insan. Herhangi bir Anadolu şehridir Konya, insanı da herhangi bir Anadolulu'dur. Mekân genişledikçe, insan azaldıkça rahatlıyor Ali. En çok da aslında kendini ait hissettiği yerde.
İnsanın aidiyetini en iyi gösteren öykülerden biridir belki de "Ses". Sıvaslı Ali ekseninde, onun mekânla beraber değişen kişiliği, bunun psikolojik ve sosyal alt yapısı, insanlarla ilişkisi ve pek çok ayrıntısı ayrı ayrı önem arz etmektedir.
Şüphesiz ki insan için en önemli konulardan birisi bahsettiğimiz bu aidiyettir. Bir şeye, bir yere, bir kişiye ait olmak. Yaratılıştan beri hep bir şeyi hükmü altına almaya yönelen insanoğlu için bu kaçınılmaz bir durumdur. Tıpkı Ali gibi. Ali de ovanın insanıdır; yarık çarık, yırtık çorap, yamalı elbise giyenlerdendir ve kendisini en çok o zaman aidiyetin içinde bulur. O kendi gibi olanlarla beraber olduğunda ancak sesini bulabilir. Ankara'da sesini yitirişinin kaynağı bambaşka bir coğrafyanın etkisi altına girmesindendir. Sesini kaybettiğini kendisi de belirtir zaten. Özellikle cumhuriyetin bu ilk devrinde şehirle kırsal arasındaki büyük farklılık düşünüldüğünde onu anlamak çok da güç değildir. Edebiyatımız bu tür kitaplar, sinemamız bu tarz filmlerle doludur. Sosyal hayatın sanata yansıması hayli fazla görülür bu dönemde, devrim, savaş, isyan gibi büyük etkiler bırakan her olaydan sonra görüldüğü gibi.
Ankara. Cumhuriyetin başkenti. Smokinli, fraklı beylerin, tuvalet giyen kadınların şehri. Devrimin sembolü gibi yükselen bir şehir. Meclisin, bürokratların, ülkeyi yöneten kesimin imparatorluğun üzerine kurduğu şehir. Peki Konya'da yaşayan birinin Ankara'daki tutumuyla Ankara'da yaşayan birinin Konya'daki davranışları arasında fark olabilir mi? Elbette olur. İki öğretmen arkadaş Konya'da hiç yabancılık çekmezler. Oysa Sıvaslı Ali kendisini Ankara'da bambaşka bir gezegendeymiş gibi hisseder, buna da hakkı vardır. Bir Anadolu köylüsü için büyük şehir hayâl dahi edilemeyecek bir şeydir.
Ali ile sarışın çocuk arasındaki mücadelede asıl ağır basan taraf ses değil şehirdir. Ali'yi mağlup eden içinde yetiştiği ortamla bulunduğu konum arasındaki tezattır ve bu aykırılık büyüdükçe o sahip olduğu her şeyi yitirmektedir. Sesini bulacak gibi olduğunda dahi kendisi ileriye taşıyabilecek bir hamlede bulunamaz, sessiz sedasız bir köşeye çekilir. Belki de "acziyet" psikolojisidir bu.
Acziyet, aslında insan doğasının en büyük ikilemi. Kişi, kendisini hep bir şeye gücü yeterken bir şeyden yoksun görür. Hiç kimse hayatta her şeye sahip değildir ve bu acziyeti tetikler. Bunun çaresi nedir? Yok. Hayat bu çaresi olmayan hastalıklar üzerinden yürüyen sınavlarla dolu. Acziyetin de boyutu kişiye, mekâna, duruma göre değişmekte. "Ses" öyküsünde aslına bakılırsa her durumun ortaya çıkardığı acziyetler gün ışığına çıkmaktadır.
Kişinin kendi varlığından kaynaklanan acziyete bakıldığında Ali'nin sesini bulmaya başladığı sırada bir ânda köşeye çekilip meydanı sarışın çocuğa bıraktığı zamana gidilebilir. Kendini ait hissettiği dağdan, ovadan ayrılıp hiç bilmediği bir şehire geldiğinde de içinde olduğu ortam ona acziyetini hissettirir. Zira Ali kendisini o ortamda yadırgamasa belki de sınavı kazanabilirdi. Sarışın çocuktaki rahatlığa ihtiyacı vardı yalnızca. İnsan, bilmediğinin yadırgayıcısıdır. Bundan sonra da Ali bir ân önce içinde olduğu dertten kurtulma arzusundadır. İçinde yenilmişlik değil, kendisine güvenenlere duyduğu mahcubiyet vardır, yine kendisi için bir şey isteyemez. Onlar için aldığı sekiz paralık sazı bile iki paraya satıp kimseye dert olmadan çeker döner. Belki de bu hep anlatılan Anadolu insanının Sabahattin Ali'nin öykülerinde de görülen bir tutumu gibidir. Anadolu insanı kendini hep geri planda tutmak ister gibi. Şehirdeki insan meyhanelerde içki içip bağırır çağırırken o arka planda durup sessiz sedasız yaşama derdindedir.
Bu sayılanlarla beraber Sabahattin Ali'nin "Ses" isimli öyküsü onun edebiyatında sıkça görülen sağlam temeller üzerine kurulmuş güçlü bir metin olarak okurun karşısına çıkar.

16.12.2015

25 Aralık 2015 Cuma

Yas

Kim tutacak mahvolan hayatların yasını,
Ben de olmazsam eğer?
Sana hiç bilmediğin şeyler anlatmak isterim,
Kendimden bile saklı;
Hiç gün ışığına çıkmamış demlerden söz etmek,
Hiç örtünmeden gizlenenleri.

Ben sevdim eller aldı
Neden ben derviş miyem

Kim verecek hesabını;
Alınanların, verilenlerin, insanların;
Kim tutacak yasını bunca yitenin?

Seni vermem ellere
Leylim aman

Bir gündoğumu hızında,
Kavuşmanın hasreti âşığın sızısında;
Deli derviş, deli divane, dengi dengine;
Cânân, ölümün koynunda.

23 Aralık 2015 Çarşamba

Geyikotu

Bin çiçek açmış vadide söz edilir mi benden,
Kaçıp gidebilecek insan, hayat dediği o tenden;
Kızıl güller saçılmış ufuktaki emelden,
Kopup gelirim, ben geyikotu.

Sözün doğumu acı seninkinden ey kadın!
Dinlediklerinin sancısı yakar içimi ey kadın!
Sadakat yazgısıdır erkeğin ey kadın!
Fısıldarlar kulağıma, susarım, ben geyikotu.

Gümüş kanatlı kelebeğin altın ölümü,
Şimdi düşlerin lacivert mezarına gömülü;
Cem'e bir kadeh, kaynamış kandan, ödülü.

Gün içi, üzerimde bin bakış gezici,
Bacalardan tüten duman üzerimde geçici;
Ruhum, geyikotundaki elemi seçici.

22.12.15

Derler ki geyikotu dindirirmiş doğum yapan kadının acısını. Dindirir belki dedim onun adını anmak, şiir yazan birinin de sancısını.
Derler ki geyikotu iyi gelirmiş kansızlığa. Belki iyi gelir dedim onu anlatmak, yaşamaya çalışan birindeki cansızlığa.

20 Aralık 2015 Pazar

Oda Müziği

Bir odaya kapatılmışım,
Kendimle baş başa.
Durdurun şu akan zamanı diye bağırıyorum,
Çağırıyorum;
Günler önümde kül,
Sesleniyorum;
Durdurun dönüp duran dünyayı.

Bir odaya kapatılmışım,
Seninle baş başa.
Gözlerin engerek, süzülür karşımda,
Isırır dudaklarımı kenarından,
Koparır bir parça, yanağımdan.
Lav saçar gözlerin ve yakar dilin;
Kapılmışım gözlerinden nehre,
Suyun akışına bırakılmış;
Geceye çivilediğim yıldızların ışığı altında,
Kapanıyorum;
Koyu karanlıklara bürünmüş aydınlık ayakların dibinde,
Yatıyorum;
Seslen, adımla seslen bana,
Senden koptukça ben'leşiyorum.

Bir odaya kapatılmışım,
İnsanoğluyla baş başa.
Bir o beni öldürüyor bir ben onu doğuruyorum,
Ölümlerle doğumların farkı kalkıyor aradan,
Sessizlik, yeni bir ân bu,
Anlıyoruz;
Lanetlenmiş hayatın bir parçasıyız,
Boz renkli.

Bir oda,
Oda müziği,
Senoda.

17 Aralık 2015 Perşembe

Kulağımda Hiç Durmadan Yankılanan Bir Ses: Ingmar Bergman'ın "Fısıltılar ve Çığlıklar" Filmi Üzerine

Kulağımda Hiç Durmadan Yankılanan Bir Ses:
Ingmar Bergman'ın "Fısıltılar ve Çığlıklar" Filmi Üzerine

"Ağlayan biri var. Kimse duymuyor mu?"

Ingmar Bergman'ın Çığlıklar ve Fısıltılar filmi uzun yıllar sonra bir araya gelmiş üç kız kardeşin hayatlarını, düşüncelerini, karakterlerini ve yaşama yaklaşımlarını gözler önüne seren bir başyapıt. Agnes -ölmek üzere olan kanserli bir kız-, onun başında bekleyen Maria ve Karin -kız kardeşleri-, Anna -hizmetçi-. Her şey bu üç kişinin etrafında geriye dönüşler ve güncele varışlarla süregider.
Çığlıklar ve fısıltılar insan hayatında hiç eksik olmadığında birey ne yapar? Birey olmak en güç meselelerinden insanoğlunun. Kişi bireyleştikçe çağrışımları, anlamları, sesleri de farklılaşır. Agnes, herkesten uzak süregiden hayatı boyunca yalnızca Anna ile yakınlaşabilmiştir. Hep örnek aldığı annesine benzer zamanla. Onun gibi canlı, hayat dolu bir yanı da vardır soğuk, güçsüz yönü de. Bir kız çocuğu için annesine benzeme arzusu gayet normaldir, özellikle de annesinin güzelliğine hayransa. Agnes için bu sayılanların hepsi anlaşılabilirdir. Ancak geriye dönüşlerin birinde karşımıza çıkan anne profilinde hüzün oldukça ağır basar ve izleyiciye kendisini hissettirir. Agnes, hayatının son deminde annesini anlayabildiğini söyler. Annenin ölümünü bilmeyiz, ancak yaşadığı hüzün ölümüne de aksetmiş olmalıdır. Oysa Agnes'in ölümü huzurludur, sevdikleri yanındadır, aklında bir salıncak sahnesi vardır. Agnes, cennete doğru uçarken geride acı çekmiş bir beden ve kendileriyle cebelleşşen iki kız kardeş bırakır.
Anna. Anne. Anna bir annedir aslında. Annesi gibidir Agnes'in. Şefkati, duyarlılığı, korumacı tavrı. En önemli sahnelerden birisi de memesini dışarı çıkarıp onu emzirdiğidir. Hiç anneliği tatmamış bir hizmetçinin özlemidir bu. Anna, hiç anne olamamış o hizmetçi, biriktirdiği tüm duygularla Agnes'e sarılır. Onun eli kolu, tutamacı olur. Âdeta onu büyütmeye uğraşır. Agnes ağladığında onun yanında bekler, ona dokunur, acıları arttığında sağ memesini ağzına verip yanına uzanır, bazen onu kucağına da alır.
Maria ve Karin bir ölünün yanında iç çarpışmaların hikâyesini gözler önüne serer. İnsanın acımasızlığının, sertliğinin, ölü duvarlarda savrulan duygularının göstergesidir. İnsan, çoğunlukla vahşilikten yanadır. Belki bunda ilk insanın ve soyunun yaşadığı vahşi çevreden etkilenmesinin de payı vardır. İlk insan yaşamak için giyinmeye, giyinmek için avlanmaya, deri yüzmeye, boğaz kesmeye ihtiyaç duyuyordu. O zamanlardan kalan bir iz olsa gerek ki insan hep giderek daha da hissizleşti. Modern insanda ise bu artık son haddine ulaştı. Artık insanoğlu atasını geçmiş vaziyettedir. Ondan çok daha vahşi, sert, duyarsız ve duygusuzdur. Maria ve Karin de bu insandır. Bir ölüm nöbeti tuttukları süreç boyunca hep kendileri ve birbirleriyle çarpışırlar. Herkes mutsuz hayatını bir diğerininkine savurur ve çıkan çarpışmaya bakar. Filmde bu ikisi arasında samimi bir sahne yoktur, hatta birbirlerine en yakın oldukları dokunuş ânlarında bile. Samimiyet de burada bir ânlıktır. Yiten her şey gibidir.
Karin'in eline kırılan kadehten bir parça alıp fısıldadıkları bize, en azından bana, hayatın ne olduğunu fısıldar, fısıltılar;
"-Her şey yalan. Herkes yalan."
Bu fısıltı içimde giderek çığlığa dönüşüyor.
Her şey ve herkes asırlardır yalan. Ben burada Agnes'in değil Karin'in yoluna sapıyor ve hayatın bunun üzerine kurulduğunu düşünüyorum. Hayat, bir gün uyanacağımız kötü bir rüyâ. Benim burada merak ettiğim uyandığımda kendimi nerede bulacağım. Uyumadan önce mutlu muydum acı içinde mi? Bunu bilen yok.
Bergman kimin tarafındadır? Film Agnes'in salıncak düşüyle biter, gözler önüne serilir. Bergman benim tarafımdadır. Hayatın güzel mucizelerinden birini sunarak filmi bitirse de hâlâ Karin ile kalmış olmalıdır. Çünkü bu filmi Agnes'in değil Karin'in çekebileceğini düşünüyorum. Burada varsaydığım tabii ki bu iki kısım içindir. Karin'in buz tutmuş hâli ile Agnes'in duyarlılığı zaten bütün filmi kaplamaktadır.
Karin'in bahsettiğim şarap kadehini kırma sahnesinin devamı da büyük bir bellek kırılması, zihin yarılmasıdır benim için. O kırıktan alınan bir parça yatak odasında içe saplanır. Bu içe saplanış nedir? Bir kadının rahmini dağıtması. Bir kadının akla gelebilecek en büyük vasfı: annelik. -İnkâr edenler olabilir.- Anneliğin yok edilişi. Zaten herkes mutsuzdur. Maria kocasını aldatır. Karin'in ilişkisi çok sathidir. Ancak Karin'in ilişkisi biraz daha farklı bir boyut taşır gibidir. Karin'in kocasıyla veya herhangi biriyle yakınlaşması yok gibidir, hiçbir çekiciliği, kadınlığı da. Belki de buna isyan eder. Kocasındaki bir soruna işaret ettirir belki de. Boşalan kanı yüzüne sürmesindeki amaç nedir, yatağa uzanıp bacaklarını açması, gülümsemesi? Karin çok soru sorduruyor bu geri dönüşte bana.
Mekânlar, atmosfer, kırmızı ve siyah üzerine kurulu yapım, bunlar ayrıca ilgilenebilinecek unsurlar. Özellikle de filmin başında maket evlerin en üstten en alta doğru gösterilişi. En üstteki kalabalık aileli maketten alttaki boş makete serüven. Filmin sonunda da herkes o evi terk eder. Anna bile yollanır. Hikâye maketlerle filmin başında verilir. 
Bir rüyâ. Anna'nın suratında patlayan kırmızı ışıkla kendimizi içinde bulduğumuz. Rüyâ mıdır, geriye dönüş mü, olan mı, olabilecek olan mı, yönetmenin fazladan düşündüğü mü, aktarılmak istenenden bir parça mı, herkesin duygusunu/duygusuzluğunu gözler önüne seren ân mı, filmin özeti mi, nedir bu? Karin hemen kaçar, bulaşmak istemez. Rüyâ diyip çeker gider. Maria biraz yaklaşır. Suratında belki de Karin'in soğuk bulduğu yapmacıklı gülücük. Bir tutam kalsa da çığlıklar eşliğinde sahneyi terk eder. Maria biraz daha uzun kalabilmiştir ama Karin daha duyarlı çıkmıştır, Maria'nınki bir kaçıştır. Anna. Ona ne diyebiliriz? Anne hep vardır ama Anna gibiler hep var mıdır? Anna durur orada. Çocuğunu emziredebilir, hasta başında bekleyedebilir, hatıralarıyla yaşayadabilir. Anna.
Fısıltılar duyarız hep. Rüzgârın sesi, uzakta ağlayan bir bebeğin sesi, salıncağın sesi, komşunun sesi. Ses. Fısıltılara karışır çığlıklar. Kimi fısıldar kimi çığlık atar:
Bergman fısıldar, biz çığlık atarız.

Agnes: Benden korkuyor musun şimdi?
Anna: Hayır, kesinlikle hayır.
Agnes: Ben ölüyüm, görüyorsun. Sorun şu ki uyuyamıyorum. Sizleri bırakamıyorum. Çok yorgunum. Bana kimse yardım etmeyecek mi?
Anna: Bu bir rüyâ, Agnes.
Agnes: Hayır, rüyâ değil. Belki sizin için öyle, ama benim için değil.

16.12.15


13 Aralık 2015 Pazar

Bir Şeytan Taşır İçinde Toplum: Refik Hâlit Karay'ın "Yatık Emine"si Üzerine

Bir Şeytan Taşır İçinde Toplum:
Refik Hâlit Karay'ın "Yatık Emine"si Üzerine


Bir el uzanıyor soğuktan buz tutmuş bedene. Ölü. Gayet keskin bir kelime. Ölü. Yine de umursayan yok. Kötü fiiller akıldan geçmeye devam ediyor. Kuvveden fiile geçmeye ramak var. Yine de gerçekleşmiyor eylem. Sonlanan bir şey var ama asıl soru bunun ne olduğu. Emine'den daha büyük bir şey var ölen veya ölen her şeyin toplandığı yer mi Emine?

Refik Hâlid Karay'ın "Yatık Emine" isimli hikâyesi Emine'nin ölümüyle sonlanır. Hikâye, Osmanlı'nın yıkılışının son yıllarında bir Anadolu kasabasında geçmekte. Durağan bir kasaba hayatının canlanış hikâyesi âdeta.
Hikâyenin Osmanlı'nın yıkılış sürecinde yazılmış olması, yazarın bilinen muhalif tavrı, hiciv yeteneği farklı bir okumayla belki burada da düşünülebilir. Birinci Dünya Harbi'nden yenik çıkmış bir devlet ve bunun sorumlusu İttihad ve Terakki. Metinde Emine halk kadar sınırlı; Devlet, toplumuna Kaymakam ve Mülazım kadar yakın ve ilgili; bütün düşmanlar sanki bir fitilin ateşlenmesini bekledikten sonra hücum ediyorlar, kasabalılar gibi. Metin boyunca da Emine elinden geldiği kadar mücadele hâlinde ama sonunda da başarılı olamıyor, imparatorluğun çöküşü gibi. Kaymakam ve mülazımın gelecekleri belirsiz. Kasabalılar ise ölene çullanmanın derdinde hâlâ, savaş sonunda gözleri dört açılmış sırtlanlar. Bu sembolik okuma metnin akışı için de uygun olsa gerek.

I
Zihin, gerçekleşmesi düşünülen her olaya karşı muhtemel tepkiler üretir ancak hayat bunun çok üzerindedir. Tıpkı Dal Sabri'nin umduğu ve bulduğu arasındaki ilişki gibi. Köhne bir kasabaya yolu düşen bir sürgün nasıl olabilir? Çoğu zaman Yatık/Yanık Emine gibi olmaz belki de ama istisnayla kaidenin arasındaki ilişkiyi burada nasıl tanzim etmek gerek, belki de burada herkes Dal Sabrileşiyor farkında olmadan. Umulanla karşımıza çıkan örtüşmüyor. Kadınlarında cinsellik, erkeklerinde arzu olmayan bu kasabaya Dal Sabri'nin beklediği ahlaksız kadın tiplemesine aykırı düşen bir kadın gelir ve ortaya önemli bir zıtlık çıkar. Yazar daha ilk bölümden hikâyede bambaşka şeylerin olacağını söyler gibidir.

II
İnsan ilişkileri pamuk ipliği misali, her ân çözülmeye hazır. Odacıyla karısı gibi. Bir ânlık şüphe Emine'nin kovuluşu demek. Emine kovulmaya hazır ama onlar kovmaya ne kadar hazırlıklı? Yıllardır hayatlarında hareketlilik olmayan kasaba halkı bir ânda hızlı kararlar alıp bunu uygulamaya koyan insanlara dönüşür. Kimileri bu eylemlere bizzat iştirak ederken bazıları da onu alttan alta destekler. Ölü toprağını silker kasabalılar. İkinci kısmın ilgi çekici hadisesidir bu.

III
İnsanoğlu neden hep yoldan çıkmaya hazır bir vaziyette bekleyip durur; bu, yüzyıllardır anlamlanamayıp varlığımızın karşısında duran bir soru. İnsan, daima dışa meyilli. Onu rayda tutacak şeyler çok sınırlı ve bunu sağlayacak kadar güçlü değil. Kasabaya Emine'nin gelişi de hayattaki bu tür noksanlıkları gözler önüne sermekte. Belki asırlardır her şeyin belli bir akışta devam ettiği kasaba onun gelişiyle çehresini değiştirir. Başta söylenen durağanlık kırılıp yerini canlılığa bırakır. Herkesin unuttuğu bu kasaba birden çokça olaya sahne olan tiyatro sahnesine dönüşür. Kasabanın birine bir kadın gelir ve her şey değişir: Dogville.
Refik Hâlid Karay'ın'ın hikâyesinin yaptığı çağrışımlardan birisi de Lars Von Trier'in Dogville filmi oldu benim için. Uzun yıllardır belli bir örgüde yaşayanların bulunduğu Dogville isimli kasaba oraya gelen genç bir bayanla beraber çehresini değiştirir, insanın içindeki şeytana meyilli ruh dışarı çıkar. Filmle hikâye arasındaki en önemli bağ toplum yapısının onu tetikleyecek bir etkiyi bekliyor gibi oluşudur. İkisinde de ortaya bir kadın sunulur ve bu eksende herkes içindeki şeytanı salıverir: Alaaddin'in lambasındaki cin dışarı fırlar.
Kaymakam, mülazım, hastabakıcı, gardiyan, arzuhalci, konu komşu ve diğerleri. Herkes içinde biriken duygularını Emine'ye karşı harekete geçirir. Refik Halid bir tablo çizer burada okuyucusuna. Tablonun ortasında bir ateş var, gecenin içinde pervaneler. Pervaneler ateşi görene kadar durağan bir şekilde dolaşıp duruyorlar. Ta ki ateşi gördüklerinde içlerinde saklı olan şey uyanıyor. Hepsi yanmaya başlıyor. Ateşi yok edeceklerini zannediyorlar ama aslında farkında olmadan kendilerini yakıyorlar.

IV
İnsan ilişkilerinin hangi denklemler üzerine kurulduğu bugün bile hâlâ meçhul. İki serseri, arzuhalci ile Emine, birbirlerine zor zamanlarında kısıtlı da olsa destek olurken Dal Sabri ise diğerlerinden üstün olduğunu düşünerek kararsızlıklar içinde kıvranmakta. Dal Sabri makamca Emine'den yukarıda olmakla beraber cinselliğinin arzularına yenik düşerek ve bunu başaramayarak ruhça onun ayakları altında ezilmekte. İçine düşen küçük bir kurt onu kemiriyor için için. Mülazım bir memur kadar bile olamamanın acısıyla baş başa bu ara. Bir memur parçasının koynuna aldığı haspayla yatamamanın sıkıntısıyla dolu, bir memur parçası kadar olamama. Makam yükseldikçe ruh düşüyor sanki, bir denge kuruluyor. Makamı Dal Sabri alırken Emine ruh alıyor ve birbirlerini farklı noktalardan kuşatıyorlar, birinin sahip olduğu diğerinin noksanı, ikisi birleşse ne olur. Olmaz, bu ikisi birleşemez, buna meyli yoktur.

V
Metnin başında olduğu gibi. Ölü. Başlayan şeyler sonlanıyor belki de. Kasaba yeniden hissizleşedebilir, bir kere alev aldıktan sonra yangın her yana da sıçrayabilir. Bunun tam orta yerinde de yazarının objesi Emine durur ve zamanı gelince ölür.
İnsanoğlunu bu kadar zalim yapan kim, içindeki kin tarlasını ona intikam orağıyla biçtiren ne, uzun zamandır saklı tuttuğu sırların âdeta birikmişliğin öfkesiyle dışarıya vurulması niçin? Durgun göle atılan taş sıçrayıp göğe değiyor ve o yarıktan akan su Nuh Tufanı'na neden oluyor.
Emine öldüğünde ardında yaşayan bir şey bırakmıyor.

10.12.15