31 Mart 2016 Perşembe

Bülbüller Yandı

Bülbüller yandı avlusunda gönlün,
Habersiz kaldı güller,
Tunca büründü ak mermer.
Bronzdan heykelleri eridi insanlığın,
Soyundu güzelliğinden varlığın.
Yandı gümüşî bülbüller,
İçinde kafesin özgür,
Yandı güneş kanatlı bülbüller.
Eridi kanatları ve sarıldı tellere,
Kan aktı çağlayan dereler boyu;
Bir uçtan diğerine yarık,
Kemikten tutamaçlar ufalanmış.
Avcuna diken mi battı,
Kızıla çaldı gök;
Terk edildi tüm miraslar,
Geçmişi hatırlatan.

Bülbüller yandı kafesinde göğün,
Alev alev mühür kanatlarında.

30 Mart 2016 Çarşamba

Öykülerden Filmlere: Nereye

Öykülerden Filmlere: “Nereye”
Nursel Duruel'in "Nereye" Öyküsünden Michael Haneke'nin "Yedinci Kıta" Filmine

Nursel Duruel'in Geyikler, Annem ve Almanya adlı kitabında yer alan “Nereye” öyküsü ve Michael Haneke'nin “Yedinci Kıta”sı. Kitapta yer alan bu öykü aslında bir zamanı sorgulayış. Hem de şimdiden onlarca yıl önce yapılmış. O günden bugüne kadar geçen zaman bu öyküde anlatılanları haksız mı çıkardı haklı mı? Şüphesiz ki haklı. İnsanoğlu sürekli kendini tekrarlaya tekrarlaya ve her şeyi giderek daha da kötüye sürükleyerek şimdinin bu içinden çıkılamaz boşluğuna sürükledi kendisini, bir yanıyla da ilk atasının yaptığını yinelemeye devam etti. İnsan, hiçbir zaman mutlulukla sarmalayamadı kendisini. Daima bu mutluluğu kendinden sıyıracak bir kaynak aradı. Bugünün elma’sı da bu anlamsızlık aslında. Anlamı olmayan bu yaşantılar arasında, yazılsa hiç kimsenin okumayacağı, resmedilse kimsenin bakmayacağı, filme çekilse kimsenin izlemeyeceği hayatlar. Tam da bu nokatada, gidecek hiçbir yerin olmadığını anlatan, kokuşmuş yaşantıları gözler önüne seren bir başka şeyle bağını kurdum öykünün: Haneke'nin “Yedinci Kıta” adlı filmiyle. 
Öykü, Yusuf ile Aytaç’ın evliliği, Yusuf’un ailesi ve ilişkileri, yaşadıkları yer ile bağlarını anlatmakta. Birbirleriyle iç içe geçse de insanların aslında ne kadar uzak hayatları olduğunu, düşüncelerinin ve duygularının ne kadar farklı olduğunu göstermekte. Film de yine aynı şekilde sıradan bir ailenin, her şey mutlu gibi gözükürken ne kadar boş bir hayat sürdüğünü gözler önüne seriyor. Haneke sinemasının temel yapı taşlarını gösteriyor. Üstelik bir Alman ailesi, çekirdek. Öyküde ise klasik bir Türk ailesi var, geniş. Ancak her ikisinde de ortaya çıkarılan şey bir kopuş, mutsuzluk, tutunamayış. Bu da belki de evrensel bir konu olduğunu gözler önüne serer diye düşünüyorum yabancılığın. Hayatların zaman içinde giderek sönük bir şekilde yaşanılır olması, mahremiyet duvarlarının yıkılıp insanların koloniler halinde taş yığınları arasına hapsedilişi, büyük enginliklerin kurak yapılara terkedilişi. Tüm bunlar insanlığın yitişinin göstergesi bir yanıyla. Burada insanoğlunun ilk hatayı nerede yaptığını sorgulamaya başlamalı belki de. Yerleşik hayata geçerek mi hata yaptık, sanayi devrimiyle mi, atomu bularak mı, nerede yaptık ve nereye gideceğiz? Kendi elimizle mahvettiğimiz bu hayatın sonu nereye varacak? Boşluk.
Hayatta her şey birbirine eklemlenerek ilerliyor. Tek, yalnız, kendi olarak var olabilen bir şey artık günümüzde mevcut değil, bir yanıyla hiçbir zaman da var olmadı. Bunun için insan sadece kendi olarak değil çevresi, zamanı, ona etki eden faktörlerle ele alınır. İşte bu noktada insanı anlamak da kolaylaşırken onu yalnızca benliğinden sıyırmak isteriz. Bu karmaşık yapıların sonu ancak daha dolaşık yollara çıkarır insanı. Filmlerle öyküler de benim için burada kesişmekte. Haneke ile Nursel Duruel de benim için bu noktada birbirine eklemlendi. Yabancılaşma farklı coğrafya, şartlar ve kişilerde kendisine yer etti. Artık herkes birbirine daha çok benziyor, insanlarla beraber zaman, mekân, sıkıntılar, cennet ve cehennem de. Her şey birbirine o kadar çok benziyor ki aradaki nüansları anlamak giderek daha da zorlaşıyor. Aytaç'ın dediği gibi:
"...Niye biz biz deyip duruyorum? Yusuf'la ben biz miyiz? Hele sizle ben biz miyiz? Biz olmak, karşı çıkacağın yerlerde susmakta, açıklamalar getirmekten kaçınmakta mı birleşmektir? Burada, buradaki ilişkilere, kentte oradakilere ayak uydurmak mıdır biz olmak, hiç soru sormadan? Kocamın, sizlerin, arkadaşlarımın, amirlerimin büyüklüklerimin isteklerine uygun davranmaya özen gösteren ben ve benim gibiler mi birleşip biz oluyoruz? Üstelik isteyenler, şu şöyle olsun, bu böyle diyenler istediklerini gerçekten kendileri mi istiyorlar? Neye göre istiyorlar? Niye hep aynı şeyleri istiyorlar? Ben kayıbım... Kayboldum... Kayboldum..."



29 Mart 2016 Salı

Hayat Kadar Yorgun Sesler: 03 Nöbeti

Hayat Kadar Yorgun Sesler:
Nursel Duruel'in “03 Nöbeti” Adlı Öyküsü Üzerine

Ses. Nursel Duruel'in öykücülüğünde açılması gereken kocaman bir parantez. Açtıkça derinleşen, sivrilen, genişleyen, koyulaşan ve yoğunlaşan düşünceler. Her sözcük bir başkasını tetiklemekte.
“03 Nöbeti” isimli öykü başlı başına sesler ve anlamları üzerine kurulu, Yazılı Kaya’daki “Ses Maketi” adlı öykü gibi bir yanıyla aynı konuyu devam ettirerek. Öyküde Saliha isimli, çağrı merkezinde çalışan bir kızın günlerine ışık tutulur. Saliha gece nöbeti sırasında hayatına dâir pek çok şey düşünür, yapacaklarını ve daha önce yaptıklarını hatırlar, arkadaşlarıyla konuşur, okuyucunun başka hayatlara kapı aralamasını sağlar. Filoloji öğrencisi Saliha, bir yandan okumakta bir yandan da çalışmaktadır. Bulunduğu büyük şehir geldiği küçük şehir gibi değildir hiç. Onun hayatını kolaylaştırdığı kadar zorlaştırmaktadır da. Şehrin insan üzerindeki önemi devreye girer burada. Büyük şehirde giderek küçülür Saliha ve ne hayatını yaşayabilir ne de başka hayatların yaşanmasını büyük ölçüde sağlayabilir.
Seslerin insan üzerindeki etkisini düşünmek gerek önce öyküyü anlamlandırmadan. Ses, TDK sözlüğünde, "kulağın duyabildiği titreşim, seda, ün", "duygu ve düşünce", "herhangi bir davranış, tutum karşısında uyanan ruhsal tepki" olarak tanımlanıyor. Ruhsal tepkidir yani ses bir yanıyla, diğer tarafıyla duygu, düşünce. Ki bunların da insanın temelini oluşturan şeyler olduğunu düşünmek gerekir. Düşünceleri ve duygularıdır bir insanı baştan ayağa var eden. O hâlde sesin bu tanımıyla beraber anlamı da büyür, öykülerde tuttuğu yer de.
Saliha’nın hayatı seslerle iç içedir. Günü onlarla geçer. Bütün düşüncelerinde bu sesler vardır. Erkeklerin hırıltılı sesleri, kadınların yumuşak, yaşlıların kart, güzellerin nahif, zenginlerin kibir kokan, acelecilerin bezgin tavırları. Hayat, sesler üzerine kurulu böylece. Mükerrem gibi pek çok arkadaşı artık bunlara dayanamayıp işten çıkmayı, istemedikleri filoloji bölümünden ayrılmayı düşünürken Saliha'nın derdi de başkadır düşünceleri de. O bu işe ek olarak başka birini daha bulup biraz daha para kazanmak arzusundadır.
Seslerin büyülü âleminde bambaşka şeyler yaşanmaktadır. Operatörü arayan bir erkekle evlilik aşamasına gelen de, sapıklar tarafından düzenli olarak rahatsız edilenler de, saati sormak için arayanlar da vardır bunların arasında. Herkes sesiyle var olur öyküde ve bu mevzu önemli bir izleğe dönüşür. Seslerden tanınmaya başlanır insanlar, tanımlanmaya, tanıtılmaya. Saliha’nın dikkati dışarı sürüp giden ‘normal’ hayatta da sesleri takılı kalır. Tramvayda eve giderken gençlerin söyledikleri sözden ziyade ses çeker onu. Sesler sınıflanır, ayrışır. “İnek gibi esniyor.” cümlesi önemini kaybeder.

27 Mart 2016 Pazar

Öykülere Sinmiş Düşler: Geyikler, Annem ve Almanya

Öykülere Sinmiş Düşler: 
Nursel Duruel'in Geyikler, Annem ve Almanya'sına Dâir


"Sözcükler... Sözcükler dolandı, sözcükler resim oldu, sözcükler ses oldu. Sözcükler yaşam oldu dolandı, sözcüklerle sarmalandılar. Sözcüklerle yiğit oldular, sözcüklerle serseri, âşık, bilge, kâmil, devrimci, yürekli, korkak, pısırık..." (GAA sf.44)

Nursel Duruel, Türk öykücülüğünde iki kitapla kalıcı bir yer edinmiş önemli yazar. İlk öyküsü 1979'da Türk Dili'nde çıktı. Geyikler, Annem ve Almanya ile 1981'de Akademi Kitabevi Öykü Ödülü'nü ve 1983Sait Faik Hikâye Armağanı'nı; Yazılı Kaya adlı kitabında yer alan "Burgaç" adlı öyküsüyle de 1990 Yunus Nadi Yayımlanmamış Öykü Ödülü'nü aldı. Öykü yazarlığıyla ilgili elimizde bulunan metinler bu iki kitaptan ibaret.


“Geyikler, Annem ve Almanya”
Bir su damlasının hikâyesi. Aslına dönmek isteyen, bunu gerçekleştirmek için çırpınıp duran ve hayatını bunun üzerine temellendirmiş bir su damlası.
Bir çocuğun düşleri. Rüyâsında attığı kahkahalara gizli çığlıkları. Küçültme eki almış kelimelere sakladıkları. Hayâllerin hayata düşürdüğü izler.
Öykü, okuyucuya küçük bir kız çocuğunun dilinden aktarılır. Teklik birinci şahsın dilidir bu. Bu da atmosferin etkisini arttırmaktadır. Küçük kız çocuğu annesinin Almanya'ya babasını görmeye, belki onunla son kez konuşmaya, mümkün olursa orada iş bulup anavatanda kalanlara bakmaya gideceği vakte kadar süren geceyi anlatır.
Hayat, hiçbir zaman düşler kadar güzel değildir. Bunun için belki de düşler vardır veya icat edilmiştir. Zira insan, kendisini hayata bağlayacak şeylere ihtiyaç duyar. Kimi tanrı(lara) kimi rüyâlara, kimi hayata, kimi hayâllere, kimi sanata, kimi bilime. Herkes bir tutamaç arar hayatı boyunca kendisine. Öykü kişisi de kendi tutamacının peşindedir. Henüz çocukluğunda kişiliğinin oluştuğu çağdadır ve sunduğu şeyler onun hayatını gözler önüne serer hissettirmeden. Geleceği kesin olarak bilinemese dahi okuyucu atmosferin etkisiyle aslında sezer onun hayatını. Kaderde her şey yazılıdır ve bazıları, bu kitabı da okumuştur. “Geyikler, Annem ve Almanya” öyküsünü okuyan insan da bir ailenin kaderini okumuştur böylece.


Baba: Bir Uzak Ülke
Her insan gerek iyi gerek kötü yanlarıyla bir ülkedir kendi içinde, coğrafyasında, kapladığı hayatlarda. Baba figürü bu hikâye için de takip edilmesi gereken bir unsurdur. Kız çocuğunun belleğinde baba onunla çok fazla vakit geçirememiş olsa da çok olumsuz sunulmaz okuyucuya. O, rüyânın anneye sevgiyle bağlanan parçasıdır. Bu doğrudan babanın kendi varlığıyla mı ilgilidir yoksa annenin onu hemen boşamak istemeyişinden ötürü dile gelmese dahi hâlâ muhtemel olan sevgisini hissedip ona göre konumlandırmakla mı alakalıdır, bu da bilinçaltına yerleşmiş bir diğer lekedir.
Baba, aslında üç farklı kişi tarafından profili çizilen biridir öyküde. Büyüklere saygı gösterip sırayla anlatmaya başlarsak:
Anneanne için baba, "hayır gelmeyecek", "anneyi sefil edecek", "babalık etmeyi şimdiye dek bilmeyen". Aslında anneannenin anlattığı baba Türk toplumunun sıradan "adam olmamış" tipidir. Anneanne kendi içinde gerekli nedenleri de sunar okuyucuya. O ne ülkesinde bıraktığı ailesine maddi yardım eden, ne eşine saygısı olan, ne çocuklarını düşünen biridir. Gittiği Almanya'da da ülkesindeki gibi sefil bir hayat süren kişidir. Almanya'ya gidip kendisini iyice bataklığa saplayan insan tipleri anlatılan ve dinleyen tarafından artık şaşılmadan karşılanılacak kadar sık yaşanmış şeylerdir. Babanın buradaki profili negatiftir.
Baba, ikinci olarak anneden aktarılır. Anne, babaya bir şans daha verecektir. Belki de onda hâlâ bir umut ışığı görüyor veya varsa ona karşı sevgisi hemen kopmasını engelliyor veya kendisinin de öyküde belirttiği ve çok sık söylenen "geçmişin hatırına" onunla son bir kez daha konuşacaktır. Burada annenin tavırlarında daha çok ölçüp biçen insanın hâli vardır. Durumu kavramaya, ne yapılacağını kestirmeye çalışan bir yapıdadır. Anneanneye göre çözümü daha çok arayan bir tavır sergiler, hemen boşanıp kurtulmayı düşünmez. Annenin babaya karşı tutumu dolayısıyla daha nötrdür.
Öykünün anlatıcısı küçük kız çocuğunun babaya dâir düşünceleri de rüyâya dayalıdır. Rüyâlar, kalbin aynasıysa veya Freud'un söylediği gibi bilinçaltının izdüşümleriyse ve kişinin içinde taşıdıklarının birer görüntüye dönüşümüyse, kız çocuğu babaya karşı daha pozitiftir. Bunda rüyânın bir kâbus değil de güzel temeller üzerine kurulmuş yapısının da payı vardır elbette.
Rüyâda baba, anneye ve kendisine kilimleri yıkama, onların tozunu silkme gibi konularda yardımcı olur. Çocuğunu her baba gibi havaya fırlatıp kucaklar. Oyunlar oynar gibidir. Herkese karşı olan büyük sevgisini gözler önüne serer. Mutlu bir aile tablosudur rüyâya izi düşen. Bu aslında çocuğun en büyük hayâlidir. Toplamıdır hiçbir zaman yaşayamadığı duyguların. Bu anlamıyla öykü kişinin içinde biriken bütün hayâller bu rüyâya sinmiştir. Bu yüzden düşün önemi daha da artmaktadır.
Baba, öykünün maddi ve manevi uzak ülkesidir. Ona dâir düşünceler farklı yaşlardaki üç kişi tarafından ifade edilir. Üç kuşak demektir bu. Babalık makamının geçirdiği evreleri gösterir mi peki? Anneanne için aslında babanın karşılığı söylediklerinden çıkarılabilmektedir. Anne de bu söylenenlere karşı çıkmamamakla beraber yine de ilişkisinde sevgi veya o türden bir şeyin de olduğunu hissettirir. Çocuk için ise sevgi, yakınlık, birliktelik diye nitelenebilecek durumlar ön plana çıkarılmaya çalışılır.


Anneler ve Kızları
Anneanne öyküde iktidarı sergiler. O, her şeye hâkim güç olarak karşısındadır okuyucunun. Kızına ne yapması gerektiğini, torununa uyması gereken kuralları, bir diğer kızına (Afyon’daki teyze) yerine getirmesi gerekenleri buyurur. Kızına boşanmasını, torununa antika olduğu ve eğer kırılırsa parasını ödeyemeyecekleri için eşyalardan uzak durmasını tembihler. Herkes itiraz göstermeden onun söylediklerine uyar. İktidarın sözü geçer yani.
Anne ise kızına karşı şefkatlidir. Bu hemen gösterir kendisini. Ağlayan kızına kendisinin de ne kadar üzgün olduğunu söyler. “Ayrılık sadece kızın anneyi yitirişi değil aynı zamanda annenin de kızı yitirişidir.”, der, süre önemsiz de olsa. Ayrılığın olduğu yerde zaman anlamını yitirir. Vaktin nasıl geçtiği fiziksel bir durum olmaktan çıkıp psikolojik bir hâl alır. Rüyâ uzadıkça uzarken uyku kısaldıkça kısalır. Uzun bir rüyâdan sonra uyku sonu duvara çarpılır. Anne gider ve başka bir süreç başlar.
Anneler ve kızları mevzusu kitapta yer alan diğer öykülerde de yer yer işlenmiş konulardandır. Sözgelimi “Fırıncı Şükriye” adlı öyküde de Şükriye ile annesi Habibe Teyze arasındaki ilişki öykünün ana karakterinin gözünden aktarılır. Onların arasında da daha çok alt-üst ilişkisi vardır. Şükriye, annesinin her sözünü yerine getirir, beraber fırında ekmek pişirir, odun taşır, ocak yakar, yemek pişirirler. İlişkilerinde birbirlerini tamamlarlar. Bu öyküde yer alan anneanne ile anne arasındaki ilişkiden çok da farklı değildir bu yanıyla.


Eşyalara Sinen Hayatlar
Öyküde bir diğer husus içinde bulunulan evin antika eşyalarla döşeli olmasıdır. Antika, TDK sözlüğünde "tarihsel bir döneme ait olan, antik, eski çağlardan kalma eser" olarak açıklanır. Fotoğraflar, tablolar, vazolar, bin bir çeşit eşya hiç dokunulamayan. Ev tarihle doludur bir yanıyla ve Almanya güzeldir bir çeşit nostalji duygusuyla da. Tüm bu antika eşyalar aslında okuyucuya sunulmuş bambaşka bir âlemin, hayatın göstergesidir. Hikâyenin içinde bir başka hikâye yer alır sezdirilmeden. Hiç anlatılmamış. Yalın. Dışişlerinde görevli bir erkek, eşi, zenginlik ve rahatla geçen, pek çok ülkeye yayılmış, bulunulan her yerden orayı simgeleyen bir eşya alınarak oluşturulmuş bir hayat. Yani o gece orada bulunanların tam zıddı. İç içe geçmiş iki aile. Bu iki aile de bir yanıyla birbirlerinin eksikliğini ortaya koymaktadır. Bu varlıklı aile çocuk sahibi değildir. Zaten Mihriban Hanım bu konuda anneyi kıskandığını açıkça belirtmiştir. Öykünün üzerine kurulu olduğu aile ise birliğe, zenginliğe sahip değildir. Aile bireyleri dağınık ve ihtiyaç duyulan zenginlik onlardan uzaktır. Baba Almanya'da, teyze ve kardeş memleketleri Afyon'da, kendileri İstanbul'da. 
Öyküde kız çocuğu bu eşyalara dokunmaktan men edilir. Oysa çocukların -her şeye olduğu gibi- bu tür eşyalara da ne kadar meraklı olduğu düşünülebilecek şeylerdendir. Çocuk bu dokunuşlardan men edilerek bir yanıyla o tür bir hayattan da men edilir. Hayatına zenginliklerin, birliktelik kokan eşyaların girmesi önlenir. Bu, önleniştir. Çünkü anneanne de hangi niyetle olursa olsun ailenin dağılmasını kavuşmasından daha çok istemektedir. Onları ayıracak şeyler bir araya getirecek şeylerden daha ağır basmaktadır terazide. 
Bu dağılmışlığın zıddı olarak ve tezatla bunu güçlendirerek önem taşır kısaca diğer aile.


Rüyâlar ve Anlamları
Yarım aydınlıkta tutuşur, parlar 
Uyku sularında yüzen (geyikler) 
Ahmet Hamdi Tanpınar, "Uyku Sularında"

Rüyâlar insan hayatında pek çok karmaşaya sebep olsa da edebî metinlerde ortaya koydukları işlev gizli yatan sırların ifadesidir ağırlıklı olarak. Freud, Düşlerin Yorumu adlı eserinde edebî metinlerde rüyâların sembolik önemini de ifade etmektedir. Bu çerçeveden bakıldığında da rüyâ, öykünün büyük bir bölümünü kaplamaktadır ve çocuğun içinde yatan tüm gizil duyguların gözükmesini sağlamaktadır. Belki içinde bulunulan durum belki de baskı yüzünden dile getirilemeyen hisler bu rüyâda açıkça ortadadır. Hikâyeye adını veren söz dizisinden “geyikler” de rüyânın bir parçasıdır zaten. 
Büyük harflerle yazılan “UYUMUŞUM.” cümlesinden sonra rüyâ anlatılmaya başlanır. Zaten küçük olan kız çocuğu daha da küçülmüştür. Tüm bu küçülmelere rağmen bilinç bir yanıyla hâlâ işlevini yerine getirmektedir. Kış gitmiş bahar gelmiştir. Bu kışın gitmesi ve baharın gelmesi çocuğun içinde yatan kötücül duyguların da kendisini terk etmesi olarak ele alınabilir. Uzun rüyâ faslı bahar günleri kadar aydınlık ve ferahlık vericidir.
Geyikler, bir kilime işlenmiş olarak çıkar okuyucunun karşısına. Kilim yıkanmak ve tozlarından arındırılmak için dereye sokulur. Baba dört yanına koymak için taşlar getirir. Anne, baba ve çocuk bir kilimin etrafında toplanmışlardır. Kilim usulca dereye sokulur ve geyikler dalgalanmaya başlar. Dalgalar, dalgalar, dalgalanmalar, sonu hiç gelmeyen. Geyikler, çiçekler ve ağaçlarla beraber kıpırdanır durur. Dere çağladıkça çağlar. Tüm bu hareketlenmelere rağmen geyik kilimden kopup özgürlüğüne kavuşamaz çünkü o ete kemiğe bürünmüş bir varlık değil, bir nakıştan ibarettir. Zincirlerinden hiç kopamaz. Tıpkı kız çocuğu gibi. O da onu tutan bağlardan kopamaz ve onlardan ayrılamadıkça o geyik kadar işlenmiş, Almanya kadar uzak ve büyülü kalır içerde.
Öte taraftan geyiğin Türk kültürü içerisinde de büyük bir önemi vardır. “Alageyik Efsanesi” ve “Geyikli Baba Efsanesi” gibi bilinenleri bile ona atfedilen önemi sergiler. Gökgeyik, Türk mitinde kendisinden türenilen bir hayvandır. Geyik, özgürlüğün, ormanlarda başıboş gezen bir güç olmanın karşılığı olmuştur bu anlamda. Onun kilime işlenişi de farklı bir gözlemle ele alınabilir dolayısıyla.
Öyküde “UYUMUŞUM.”dan sonra büyük harflerle yazılan ikinci kelime “SEVİNÇ”tir. Uyumak sevinçtir, demek gerek belki de. Mutlu olmak için uyumak gerek zira hayatta hiçbir zaman yeteri kadar mutluluk mevcut değildir. Bunda en önemli unsur âdemoğlunun açgözlülüğü, yetinemeyişi, hırsı, arzularının çokluğudur. Daha da küçülen kız çocuğunun ise arzuları normal bir şekilde düşünüldüğünde çok olmasa dahi tüm ilişkiler anlatıldığında ve hesaplandığında pek mümkün gözükmemektedir. Umudu tüketen unsurlar var edenlerden fazladır. Bu nedenle kız çocuğunun geleceğinde sevincin ne denli hâkim olacağı belirsiz de olsa ipuçları vermektedir.
Öte taraftan rüyâ özellikle belirtildiği gibi “sevinç” yazan kısımlar haricinde mutluluğa dâir herhangi bir şey yoktur öyküde. Ailede anlatılan herkesin hüzünle dolu bir hayatı var gibidir. Anneannenin, annenin ve kızın hayatı bir mutsuzluk silsilesidir. Bunlar içinde en önemlisi de etkisinin daha büyük olacağı düşünüldüğünde kızınkidir. Bu, görülen rüyânın sakladığı özlemlerle daha da keskin bir biçimde gözler önüne serilir.
Freud’un eserinde rüyâların bir diğer önemli fonksiyonu “dilek gerçekleşmesi” olarak tanımlanır. Öyküde bu rüyânın gerçekleşip gerçekleşmemesine yer verilmez, o belli bir süreci aktarır. Öncüller ortadadır ve son yoktur. Bu uzun bölüme tamamen çocuğun “dilekler”i olarak bakmak mümkündür. 
Rüyâ, “Uyudu.” Cümlesiyle sonlanmaktadır. Rüyâ içinde rüyâ mı söz konusu? İlk bölüm gibi ikincisi de uyumakla sonlanıyor. Hangi bölümün gerçek hangisinin rüyâ olduğu biraz örtülüyor sanki buralarda. Kır sahneleri gerçek, evde oldukları sahneler mi rüyâydı yoksa, diye düşünmek isteyebiliyor okuyu. Oysa gerçeklerin daha acı olduğu bilindiğinden hemen toparlanır okuyucu. Kapının zili çalar. Rüyâlar, zillere sağırdır.


Yitip Giden Şeyler
Kapı zilinin çalmasıyla rüyâ sonlanır. Anneannenin gözleri dikilmiştir torunun üzerine. Onun torununun yüzünde bu rüyâ boyunca ne gördüğü merak edilebilir elbette. Bundan sonraki yarım sayfalık kısım çocuğun kendisine fısıldadığı şeylerden ibaret: “Ben bir su damlasıyım. İnatçı bir su damlasıyım. Büyümek için savaşacağım. Mutlu düşleri gerçekleştirmek için savaşacağım.”
Bu sözler çocuğun ağzından dökülür dökülmez bu sefer yastık kılıfını sökmeye girişir. Anneannesi ne yaptığını sorduğunda kılıfı ıslattığı için yıkayacağını söyler. Kılıf aslında gözyaşlarıyla ıslanmıştır ancak o, çişini yaptığının sanılmaması için yıkamak istediğini söyler. Rüyâda uzun ince akan dere misali su. Su, rüyâ boyunca da hep akmıştı bir yanıyla. Dur durak bilmeden. Su, hep akıp durur. Çocuğun gözyaşlarını çiş gibi vücuttan dışarı atılması gereken bir şey olarak tanımladığı sonucuna da varılabilir bu anlamda. İkisi de baskı sonucu salınır dışarı ve ikisinin kaderi de saklanmak zorunda oluşudur.
Rüyânın bitimiyle geyikler yiter, anne yiter, Almanya zaten yitiktir. Mutlu günleri görmek bir söz dizisinden ibarettir. Çocuğun hayatında yitip giden şeyler keskin bir şekilde kendisini gösterir.

Birlikte yazmadık hiç.
Sözcükler aramızda kaldı,
Öylece...
Orta yerde...
Beğenen seçip aldı,
Tek bir sözcük etmeden.
("Ölüm Aralarında Kaldı", sf 44),

21 Mart 2016 Pazartesi

Bombalar Yağarken Âşk

Önceden beni sevdiğin zamanlar vardı. Önceden adı "zaman" olan bir şey vardı. Ne kadar önceydi bilmiyorum ama inandığım bir "zaman" vardı. Şimdi, içinde olduğum bu yüzyılın tam orta yerinde, şâhit olduğum ne varsa hepsi bir yıkımdan ibaret. Çoğu zaman bir yıkımdan ibaret, aldanmalardan. Yaşadığım şehre bomba yağıyor. Yaşadığım kıtaya bomba yağıyor. Yaşadığım dünyaya bomba yağıyor ve başka bir yerde hayat yok. Hayat, dünyaya sıkışıp kalmışken ben ondan kurtulmaya çalışıyorum. Önceden beni sevdiğin zamanlar vardı ve şimdi de o zamanın içinde olsaydım sesini duyardım, biliyorum. Bir ses, dikkatli ol, derdi, bir ses, korkuyu paylaşırdı, kaybolmaktan değil kaybetmekten korkan bir ses olurdu. Sesleri yitirdim. Bombaların gürültüsündendir belki sesini duymayışım. Bombalar yağan bu şehirde hâlâ seni severken bir yanım sürekli senin korkunu taşımakta. Sesim kayıp, yitik, çıkmaz. Çıkmaz sokaklarda hep bir tehlike tarafından kapana kısılmış hissediyorum kendimi. Şehre yağan bombalar ürkütürse seni bana sığın, demek isterdim sana, sesim çıksaydı. Sesimin çık(a)madığı zamanlardayım. Yitirilen sesler ne zaman bulunacak tekrardan? Söyle bana, kaybettiklerimi kim kazandıracak bana? Bu şehr-i İstanbul'da nerede olursam olayım her ân büyük bir tehlikeyle karşı karşıyayım, karşıyayız. Kaç parça olursam olayım her uzvum seni zikredecek. Yeryüzündeki her nesnenin, canlının, varlığın kendi lisanıyla Allah'ı zikrettiği söylenir. İşte ben de tam bu noktada zikredilenlere seni ekliyorum, her uzvuma seni öğretiyorum âşkın sarhoşluğuyla. Bombalar yağıyor şehrime. Korkum, kendime değil. Kendime dâir bir korkum kalmadı. Korkum sana dâir, ki bu daha ağır evvelkinden. Nasıl bir savaşın içindeyiz bilmiyorum. Haberleri artık daha az izliyorum, gazetelere bakmıyorum, herhangi bir işle meşgul değilim. Zamanım kendi kendini ve kendimi tüketerek geçiyor. Geniş zamandan şimdiye, sonrasında geçmişe geçiyorum ve en sonunda gelecek zaman kipinin vaat etmediği kırıklıklarda yok oluyorum. Tüm zamanlar karşı bana. Önceden beni sevdiğine inandığım zamanlar vardı oysa, o zamanlarda yaşamak isterdim. Ne zaman geri geliyor ne sen. Yitik cennet fikri. Üstüme bomba yağarken ve hâlâ tek parçayken bedenim, hâlâ beni sevmeni isterdim. İnsanın hayatta çoğu arzusunun gerçekleşmeyeceğini bilerek diliyorum tüm bunları. Bu şehirde yaşamak ne kadar zor, bu meçhul, çünkü içinde yine de yaşam denen şeyi barındırıyor hayat kadar, her şehir kadar, üstelik bilmiyorum ama belki seni de barındırıyordur. Bilememenin bilinci. Her gün sokaklarında kilometrelerce yürüdüğüm bu şehir(im), hayatıma olduğu kadar ölümüme de şehadet ederse bir gün, o zaman ne olacak bilmiyorum. Üstümüze bombalar yağıyor ve ben yine seni sevmekle meşgul, senli zamanların kokusuyla vakit geçirmekteyim. Önceden beni sevdiğin zamanlar vardı, her tehlikede sesime sarılan, sarınan ve sürekli beni yoklayan. Şimdiyse büyük bir boşluk. İşte böyle, bombalar yağarken âşk, içimde sen, içinde yokluk.

16 Mart 2016 Çarşamba

Nehir

Bir nehir gibi yöneliyorum sana, akıyorum,
Dağlar denizler aşıp,
Suyumdan bir katre bile vermeden,
Varıyorum sana.

Ben bir nehir gibi dalgalanıyorum sana,
Cehennemi bölüp uzanarak,
Ne kuraklık ne güneş engel bana,
Ben bir yolunu bulup karışıyorum sana.

Nasıl anlatacağım insanlara seni,
Diye düşünürken, anlatmak isterken seni,
Boğuluyorum senin sularında,
Kendim de katılarak sana günün şafağında.

Geceye mi anlatayım derdimi,
Her şeyin örtülüşü gibi karanlık bir el tarafından,
Sakladım seni içime, ki çıkamadın hâlâ,
Kendinden doğup yine kendinde sonlanan,
Bir nehirim hâlâ.

İnsan evvel kendini anlamalı anlamlandırmadan önce,
Çözmeli kendini dünyaya bağlayan zincirleri,
Mâbetlerin sınırları insanın çizdiği kadarsa,
Kişi kendi çözmeli evvel tüm zincirleri.

Âşkına düşüşüm şirke düşüştü benim,
Her gün biraz daha yücelttiğim,
Senin yeşil sularında yüzerken bir var edenden habersiz,
Çolak bir ele döndüm sensiz.

Şimdi hangi denize karışsam içimde bir tatminsizlik,
Okyanuslar bile kifâyet etmiyor bana,
Cebelitarık'ta hiç aşılamayan bir sınır oldum,
Karşında kıpırdayamayan bir katre su.

Su akıp yolunu bulursa nasıl,
Buldum seni her yanımda,
Sensiz bir yön inşa edilmemiş henüz,
Akıp yolumda buldum seni her nasılsa.

13 Mart 2016 Pazar

Korkma Meleğim

Korkma meleğim,
Buluşacağız seninle bir gün,
Her şeyin sonu aynı.

Önümde açılan yolların,
Hangisinden geçersem geçeyim,
Tüm yolların sonu aynı.

Korkma meleğim,
Tüm acılarımız dinecek bir gün,
Biten her şeyin sonu aynı.

Düştüğüm kuyudan çıkmasam da,
Üstündeyim yeryüzünün,
İçim seninkiyle aynı.

Korkma meleğim,
Geleceğim bir gün,
Her şeyim aynı.

12 Mart 2016 Cumartesi

Piyano Öğretmeni

Michael Haneke'nin ölümsüz rahatsızlıklarına;

Tüm çıplaklığınla gel bana,
Sana büyük sapkınlıklar,
Önlenemez arzular,
Bir bıçak darbesi biriktirdim.
Kanlı sevişmeleri sakladım,
Notalar arasında;
Schubert çalarken öteden,
Bir baktım sen vardın,
Bir baktım senle vardım,
Bir baktım sen yoktun yanımda.
Aydınlık odalara sindi kokun,
Kitli kapılara,
Saklı dolaplara.
Geceliğin omzundan kayışı gibi,
Göğsündeki bıçak izi;
Sökülmüş kalbin,
Sökülmüş kalbim:
Dikilmemiş, unutulmuş.
Sana uzun sevişmeler getirdim,
Schönberg'in kimsesizliğini,
Deliliğin okşayışını,
Mektupların hazzını,
Dokunuşların hassaslığını,
Kanlı sevişmelerle dolu geceler,
Geceler ve gecelerle dolu günler,
Bir konser salonunda,
Sana yeni besteler getirdim,
Büyük sapkınlıklara odaklı,
Dinlersen eğer, henüz dokunulmamış,
Bir kalp.

4.3.16

11 Mart 2016 Cuma

Taş

Bir taş düştü kopup gökten,
Çın çın çın,
Düştü göğsüme, ah düştü göğsüme;
Duymadım sesini (taşın),
Duymadım sesini (senin),
Duymadım.

Bir taş ki yarar göğsümü,
Geçerken yanından,
Çizer gözümü.
Bulanık görüyorum,
Kestiğinden beri sözümü,
Bir taş ki yarar göğsümü.

Taş-kâğıt-makas oynamak gibi,
Oynamak gibi insanlarla,
Hep bir eksiltiyle dolu,
Yamalarla.
Oyunu hiç kazanamayış,
Nafile ne yapsan,
Ezelden yazgılı kaybetmeye,
Kambur zaman içinde.

Taş, taş, taş;
Biriktiğin oyuktan,
Taş da dolsun dağlar vadiler,
Bu amansız insanlığın varlığıyla,
Taş da doğsun günler güneşler,
Taş, taş, taş.

Bir taş ayağıma dolandı,
Derenin incelip koptuğu yerde,
Balığın yılan ağzında donduğu,
Suların bulandığı yerde,
Bir taş aklıma çalındı.

5 Mart 2016 Cumartesi

Yarasalara Aydınlığı Öğrettim

Uzun ince sokaklarda yürürken,
Düştüm gözden ırakta bir kuyuya,
Başucumda yalnız sen, sen vardın,
Kuyunun başında, bana bakan,
Bakıp da göremeyen.
Gördüğümde akreplerle kuşatılmış bedenimi,
Kurtuluşun sana bağlı olduğunu kavradım,
Kavradım öleceğimi,
Bildim kurtuluşun olmadığını,
Hayat denen bu kapanda,
Yaratıldığımda.
Hapsolduğum karanlığın içinde tek aydınlık,
İnancımdı.
Yarasalara aydınlığı anlattım,
Sana beni;
Küfre düştüm düşünce sen düşüme,
Sar beni.
Derin dar bir kuyudayım,
Yoldaşım akrepler,
Meşk ediyoruz senden,
Geçiyoruz tenden.
Bir taş olacağım günün sonunda,
Koyacaklar beni de kuyunun bir köşesine,
Biraz daha yükseltecekler kuyuyu,
Ben çökerken dibe biraz daha.
Yarasalara aydınlığı öğrettim,
Adını yazdım taşlara,
Yarasalara aydınlığı öğrettim,
Benliğime seni.

3 Mart 2016 Perşembe

Yitiş

Yitirdim biriktirdiğim tüm hayatları misketler gibi çocukluk kokan,
kumlar içinde oynarken çöller içindeymişim meğer, gerçeği anladığım
ânlardan, bir parça Leylâ ile Mecnûn'dan, senin yolunda yürürken
yokluklar içindeymişim gibi hissettiren evlerden
kopup geldim, yitip geldim.

Yitip geldim her şeyi geçmişte bırakıp yüzümü sana
dönerek, göğe açılan ellerin kapanışına şahit oldum,
umutların alabora olurken filizlenen canavarların insan
kanını nasıl içtiğini görürken, kanımı sana nasıl sunduğumu
hatırladım, bir vazo içinde, hiç kadehim yoktu benim,
sana değer, yitip geldim.

2 Mart 2016 Çarşamba

Buluş

Kendimden eksildiğim kadar fazlalaştım sende ben,
hiç bilmezdim canın bir başka cana eklenişini senden
evvel, neden insan her seferinde 'en kötüsü bu' der bilmezken
ben, sen öğrettin bana her kezinde hep daha kötüsünün
de olduğunu, yokluğunu buluş bu.

Yokluğunu buldum her arayışımda koynumda seni, sızmışsın
içimin en ıssız yerlerine, bir boşluk varken içimde,
boşluğa boşluk katıp genişlemişsin uzayın siyah boşlukları
gibi, şimdi ne zaman ne mekân denktir sana ne ben
ne de herhangi bir varlık, anlıyorum ki şimdi, tam da şu ânda,
sen biriktirdiklerimsin içimde saklı.

1 Mart 2016 Salı

Kalış

Âşkın türküsünü söylemek istiyorum hiç durmadan
ama izin vermiyor bana zaman, gitmen gerek, diyerek
kesiyor sözlerimi ve kavuruyor dudaklarımı, oysa
neler vermezdim, bir yudum şaraba, dudağının tadında,
kalmak isterdim yanında.

Kalmak isterdim yanında senin, günler geceler boyu,
çünkü her uyanışım sanadır her uyuyuşumun sana
oluşu gibi, bir korkuluksun beni kötü düşlerinden
koruyan hayatın, nazarlığımsın beni kendimden
koruyan, şarabımsın benim içtikçe susatan,
kalmak isterdim yanında.