31 Aralık 2013 Salı

Yeni Yıla Girerken

Ne ses kaldı ne söz,
Yoklukla çınlayan bu gök kubbede.
Alıp başını gitti.
Yağmur, bulutlara döndü;
Sonsuz kuraklığından sıkılıp yer yüzünün.

Ne geçmiş kaldı ne gelecek,
Zaman yırtıldı kendi sayfasından.
Bir takvim yaprağı uçup,
Semaya karıştı, küçük serçelerle birlikte.
Kurtuldu çorak iklimlerden.

Ne vakit kaldı ne çare,
Geçip giden yıl gibi, yıldı insan.
Ateş böceği kadar çaresiz, soğukta kırıldı insan.
Bir vaktin doğuşunda, yeni bir yılın,
Kucağında uyandı insan.

28 Aralık 2013 Cumartesi

Sesler

Kafamın içi yavaş yavaş karanlığa büründü, çok geçmeden her türlü denetimi kaybettim. Kendi düşüncelerimin izini süremiyordum. Kafamın içinde cümleler uçuşuyor ama parçalanıp anlamlarını yitiriyor, tek tek sözcüklere indirgeniyordu; sonunda kelimeler de gitti, yalnızca sesler kaldı.
Key Redfield Jamison - ” Bir Delilik ve Duygu Durumları Güncesi ”

Gittikçe seslerle yaşamaya başladım.
Sesler, sözlerden örüldü.
Bu örgünün bir yerinde bir kördüğüm oldum ben.
Seslerle yaşamayı öğreniyorum,
Bu örgünün içinde bir motif olmayı.
Kelimeler izlerini kaybedip gittiler,
Geride hiçbir şey bırakmadan.
Cümle kuramıyorum artık,
Onlar kelimeleri alıp kaçmanın derdinde.
Harfleri yan yana getirememekteyim.
Onlar sesleri alıp kaçmanın peşinde.
Sesler sözcüklere dönüşemiyor.
Her şey lanetlendi, ne kıta kaldı ne de dize.
Lanetlenen her şey kendine kenetlendi.
Sesler çok uzak bir diyardan,
Duyulur duyulmaz bir fısıltıyla,
Yönelir bana doğru.
Ben sesine dönerim, işte sana doğru.
Delilik hayat buluyor bende.
Duygu durumlarında delilik.
Sözlerde yetersiz bazen.
Sesler kazıyor bütün sorunu.
Seslenmeler güzelleştiriyor yaşamı.
Bazen güzel bir ses, her şeyi unutturuyor.
Siliveriyor tüm çamura bulanmışlıkları.
Yeniden değişiyor her şey.
Uzaktayken sesler bu kadar,
Anlamak için uğraş gerektiriyor.
Sen gelsende yanıma.
Fısıldasan kulağıma,
Seslerden örülen büyülü kelimelerini.
Seslenmelerin benim yanımda olsa, bana doğru.
Her şey senden bana doğru.

Aynasız Ev

"Bir güzele güzelliğini hatırlatmak isterdim, aynalardan evvel." - (Kelebeğin Rüyası)


Kırdım tek tek tüm aynaları,
Uzak köşesinde boyasız duvarın.
Hiçbir şeyi göstermeyen ayna kırıkları,
Tam karşısında gözlerini ona diken,
Can kırıkları taşıyan ölü ruhları,
Savurdum tek tek tüm camları.
Ayaklarına batsın diye sevginin yoksunları.
Kafesten kaçan özgür kuşları,
Hepsini bıraktım feraha ersin diye.
Boyasız duvarlarda cisim yok.
Ne saat ne bir resim...
Şiir yazmayı unutmuş bir şair misali,
Kopuzunu kıran delirmiş ozan.
Sesini kaybetmiş insan çıldırıyor,
Sesleri sözlerden ibaret sanıyor.
Gün gelince göçüp gidiyor.
Aynasız bir evin, aynasız bir duvarına karşı;
Güzelliği kendi içinde yok ederek,
Göçüp gidiyor güzelin ne olduğunu anlamadan.
Kırdım tek tek tüm aynaları.
Duvarları boşalttım hep;
Seni bir ben anlatırım, bir ben söylerim.
Güzelliğini ancak ben yazar, ben dillendiririm.
Ne sen gör, aynasız evinde;
Ne başkası görsün, muazzam yüzünde.

27 Aralık 2013 Cuma

Ateşe Sarıl

insan elini kesen bir şeye neden tutunmak ister ki?
ya da alev alev yanan bir şeye neden sarılmak ister? 

...
denedik, deniyoruz, deneyeceğiz...

c.a.


Bugün parladı gözlerin anlık ateşle, hiç sönmemecesine,
Bugün gülümsedi gözlerin aklımdan silinmemecesine,
Merdivenler boyu aştı gitti,
Uzandı ta göklere,
Yol alıp gitti yukarıda bir yerlere.
Bugün ışıldadı yürüdüğün yollar adımlarınla,
Bir kaldırımdan bir tümseğe kadar seni hissetti,
Kuşlar senin olduğun yere göç etti,
Kelebekler raks etmekte ateşinle.
Ben aciz bir kelebek misali ateşinin çevresindeyim,
Sarhoşluğum sendendir, ben o ateşe varacağım.
Ateş beni yaksa ne çıkar?
Ben ateşten evvel yandıktan sonra, çok önce.
Yanmak için gerekli değil ateş,
Sönmek için gerekli değil su,
Sevmek için yok hiçbir engel, yaratılmamış.
Sen yüzyıllar önce bir demircinin dövdüğü kılıçsın,
Kılıç miras geldi, atalardan sana kadar.
Bana bileniyorsun giderek, bana keskinleşiyorsun,
Kanımı akıtıyorsun her dokunuşunla,
Kanım ateşe damlıyor, 
Ateş kanımı havadayken yalayıp yutuyor.
Sen ateşe dönüşüyorsun, ateşleşiyorsun.
Ateşleşiyorsun, yakmıyorsun.
Ben sana sarılıyorum, bir garip İbrahim oğlu misali.
Ateş beni de yakmıyor; yakan ateş, ateş değil.
Ben ateşe sarılıyorum;
Bu öyle bir ateş ki baştan başa sen.

21 Aralık 2013 Cumartesi

Uçurumun Eteklerinde

"Üzerimden trenler, kamyonlar, tırlar ve tüm araçlar geçiyor sana doğru yürürken bu sonsuz evcilik oyununda."

Nilgün Marmara

Sana gelen yollar sonsuz bir uğraşla kaplı.
Her yanında ayrı vurgunlar var yolların.
Bir kıyıda binlerce yıl önceden iki er cenk ederken,
Diğer kıyıda iki çocuk yarışıyor.
Sana gelen yollar dikenlerle kaplı.
İnsan elini hangi güle atsa diken ondan önce karşılıyor.
Bir müddet sonra insan dikeni de seviyor, gül kadar.
Güle ait olan ne varsa güzel olur, gülün güzelliğinden ötürü.
Senden bir iz taşıyan ne varsa güzel olur, senin yaratılışından ötürü.
Tüm yollar bir uçurumun kenarında sonlanır.
Uçurum yolun devamıdır, yola devam edebilecekler için.
Keskin uçurumlar, sevenler için yükselir, ıssız dağların zirvesinde.
Bu uçurum da sana doğru uçmak istiyorum.
Tüm sıradağların üzerinden geçmek, hatta denizlerin, okyanusların.
Dikenlerinden sıyrılarak karşıla beni, karşıla misk kokunla.
Bütün cenkleri kazanarak geliyorum sana,
Çocukluğumdan beri bütün yarışları kazanarak,
Şimdi güzel yüzüne seyr-ü sefer etmeme izin ver.
Dudaklarından gireyim, kalbinden çıkayım;
Her yanına kendi mührümü vurayım,
Senden bir imparatorluk yükselteyim,
Binlerce yıl önceden milyarlarca yıl sonraya.
Senden bir yol çizeyim, sonsuzluğun içine doğru,
Gel, uçurumdan bırakıp kendimizi kanatlanalım.
Uçurum bir sondur, yolu bilmeyenler için.
Uçurum yeni bir yoldur, yola devam etmek isteyenler için.

20 Aralık 2013 Cuma

İki Yanda Sen

İki kıyıda iki deniz,
Geçmişler birbirlerine, aralarında bir ağaç;
Bir yanında lale bir yanında sünbül,
Her köşesinde senden kuklalar.

İki yakada iki dünya,
Birinde kırmızı birinde yeşil,
Gök kızıla boyanmış güneş tarafından.
Yer yeşile boyanmış gözlerin tarafından.
İkisinin arasında senden oyuncaklar.

İki elde iki yürek,
Birisi solmuş kendiliğinden, birisi dirilmiş sencilliğinden;
Birisi kararmış sevgisizlikten,
Birisi güne doğmuş yeniden,
İkisinin arasında senlikten farklar.

İki günde iki farklı yaşam,
Birisi cennetle iç içe geçecek kadar mâkul,
Birisi cehennemden insanı kovduracak kadar garip,
İkisi arasında sıkışmış bir boyut.

Birisi sen, birisi ben, birisi biz.

15 Aralık 2013 Pazar

Yağmurla Karın Buluşması

Tüm gece yağan yağmur nihayet durdu. Kutlayacağım bunu. Kutlama şeklim ise size yazmak. Bu amansız yağmurda insanın tek mutluluğu yabancı bir çevrede olması.

Franz Kafka 

       Karlarda eriyip gitti güneşin bir an belirmesiyle. Tutunacakları bir dal, yardım isteyecekleri bir çevreleri yoktu. Göklerden yalnız başlarına indikleri bu dünyadan yine yalnız başlarına uzaklaştılar. Onların ellerinden tutan birisi olsaydı belki yeryüzünde ebedi olarak kalırlardı. Antartika'daki akrabaları gibi güçlüde değildi bu topraklara yağan kar. Son derece naif, son derece hassas, son derece kırılgan. Bir anda kayboldular, bir anda görünüverdikleri gibi.
       Önce uzun günler önce yağmur gösterdi kendini. Uzun uzun, hiç oyalanmadan, gökte bir delik açılmışta bütün sular artık yere iniyormuşçasına gür bir şekilde. Sonra biraz durgunlaştı, şiddeti geçmişti artık. Soğukta üşüyen bir kedi ile bir köpeğin birbirine sarılışını görmüşte insafa gelmişti belki. Sonra uzun günler boyunca yağmaya devam etti. Ağır ağır yere damlayışının altında el ele tutuşupta yürüyen insanları görüp bahtiyar hissetmişti kendini belki. Günlerce süren yağmurlar yerini kara bırakmıştı.
       Bir gün kar çıkageldi, daha önce gelmesi gerekirken. Beklenen hep geç gelmeye alışıktır, sanki geciktikçe onun şiddeti artar. Bir gün hiç umulmadığı bir anda kapıda belirdi, kar. Ev sahibi cömertti, geleni geri çevirmedi. Kar yuva yaptı buralara, kaldı kalmak istediği müddetçe. Bir gün gidiverdi yine, gelişindeki gibi zamansız bir şekilde. Kar evine döndü, bulutlara.
       Bugün ne yağmur var ne de kar. Güneş ikisinide uzak tuttu. Şimdi yağmur ile kar bulutlarda el ele tutuşmuş oyun oynuyorlar. Yağmurlar kara dönüyor, karlar eriyip yağmurlaşıyor. İkisi birbirinden hoşlanıyor, hep yer değiştiriyor. Sonbaharda yağan yağmur kışın yağan kar oluyor, kışın yağan kar ilkbaharda yağmur oluyor. Bir bir dönüyorlar birbirine istisnasız, ne yağmur olmadan kar ne de kar olmadan yağmur geliyor. Ve güneş ikisinin arasında, onlara bir ayrılığı sunuyor.
       Bugün ne kar var ne de yağmur. Ben ise bugünü kutlamak istiyorum. Kar ve yağmur bulutlarda oyun oynarken seninle bende bu yazıda buluşuyoruz. Ben bir masaya oturdum sana yazıyorum, masanın karşısına seni oturtmuş olarak. Sen bu yazdıklarıma aklımın içinden bir yerlerden cevap veriyorsun. Ben bugünü kutlayalım diyorum, sen tutup güneş gibi beliriyorsun, an be an ısıtıyorsun. Haydi ver elini gidelim, yabancıların olduğu yerlere. Kar ve yağmur kadar sevelim oynamayı, her ne kadar bulutlarda olmasa da. Bulutlara tırmanalım biz seninle bir gün, ben senin için bir merdiven inşa ederim.

14 Aralık 2013 Cumartesi

Kuzunun Biri Kurda Aşık Olmuş

       Kuzu sürüsünden ayrıldı, artık yollara düşmesi gerekiyordu. Uzun bir yol vardı önünde. Kuzu uzun yeşilliklerde uzun süre bekledi, havayı kokladı, sessizliği dinleyerek toprağın tadına baktı. Yemyeşil otlar ne kadar bereketliyse bu ıssız dağlarda o kadar bereketlidir. Dağın zirvesi toprağın kahverengisinden daha koyu bir renkle sanki hiç bilmediği bir alemin göstergesiydi. Uzun yıllarca bu otlaklarda gezinmiş, bilmediği yerlere hiç ayak basmamıştı. Onu diğerlerinden ayıran hiçbir farklılığı yoktu, bugüne kadar.
       Kuzu bir gün ayrıldı sürüsünden. Ne çoban yokluğunu farketti ne de diğer koyunlar. Kuzu, koyunlar gibi olmayacaktı; onu farklı kılan bir şey olmalıydı. Kendisine kuzu demesinin sebeplerinden biri de buydu. Bereketli otlaklardan sanki rahmetin elini eteğini çektiği ıssız tepelere doğru yol aldı. Hep gözünün takıldığı o dağ ve onun çıplak zirvesi belirdi -olmayan- aklının bir köşesinde. Adımları oraya doğruydu. Ne çok hızlı ne çok yavaş. Aylar önce bir gün bir şey görmüştü o çıplak tepelerin birinde, topraktan daha koyu renkte, daha keskin bir şey. Bir kurt görmüştü tepenin birinde, gözleri gözlerini görmüş, onun keskinliğiyle kendinden geçmişti. Çoban girmişti aralarına sonra da diğer koyunlar. Hep birlikte sürülmüşlerdi başka otlaklara. Koyun o gün verdi kararını, o gün ayrılacağını anladı, tüm bu ona benzeyen ve kendininde onlara benzediği sürüden.
       Kuzunun biri yollara düştü. Biraz yorgunluktan biraz susuzluktan, bir tepenin kıyısındaki bir nehre uzandı boynu. Uzun yudumlarla su içti, kana kana. Çatırtılar geliyordu, çıplaklığın daha giyinik olduğu tepelerden; ağaçlarla dolu olan tepelerden. Bir ses geliyordu uluma gibi ıssız deliklerden -mağaralardan-. O keskin gözlerle karşılaşacak, o keskin gözlerle anlaşacaktı, öyle olacağını umuyordu. Ne olacağını anlamaya karar verdi bir kuzu, bir günü bir gününden farklı değilken.
Kuzunun biri bir mağaranın önünde soluğu aldı. İçerde hoş bir koku vardı -aslında ölümün kokusu, taze kan kokusu, bilmediği için kuzuya hoş gelen bir koku, bilinmeyen hep hoş karşılanagelmiştir-. Soluğu içeride aldığında karşısında o gözler vardı. Keskin bir çift göz. Kuzunun biri kurda aşık olmuş.  Gördüğü son şeydi bu, bir kuzu bir kurda aşık olmuştu. Aşk, ona hiç bilmediği yolları aştırıp hiç bilmediği bir delikte onun canını almıştı. Kuzu, sonunda diğer koyunlardan ayrılan bir yanı olduğunu anlamıştı. Herkes ölüyordu, tüm koyunlar bir kurdun dişleri arasında son nefesini veriyordu. Ama hayır, işte o ayrılmıştı diğerlerinden. Herkes bir kaçış içindeyken kendisi onu bulmuştu. Bir kuzu, bir aşk için, bir can vermişti. Kurdun haberi yoktu kuzunun aşkından, bilmesi gerekmezdi. Kuzu biliyordu, bu ona yetiyordu. Kuzu aşk için canını veriyordu, kurdun karnını doyuruyordu, ölümüylede olsa.
       Aşk, ölüme doğru uzanan uzun bir yol. Ölüm, aşkın son haddesi ve kendini ona teslim etmektir.  Ölüm ile beslemektir gereken aşkı, bir ölüm bir aşka hayat verir ve onu canlı tutar.

13 Aralık 2013 Cuma

Ölüm Sokaklarda Kol Geziyor

       Ölüm, insanların arasında kol geziyor. Herhangi bir şekilde kendini saklamıyor. Ölüm, üzerinde kırmızı bir kaftanla, alnında ismi yazarak, bağıra bağıra insanların arasında dolaşıyor. Kimine bir vasıtayla, kimine yakın bir yüzle, kimine çırılçıplak uğruyor.
       Ölüm, insanların arasında kol geziyor. O kendini saklamaya gerek duymuyor, saklanmak onun özünde yok. En çok sevdiği şey kendini göstere göstere yürümek. Kibir duyuyor varlığından, ölüm gösterişi seviyor. Bazende kendi içine kapanıyor. Ağır ağır yaklaşıyor avına doğru. İnsan onun için bir av, yakalamaktan hoşlanıyor. En beklenmediği anda karşılamaktan hoşlanıyor. İnsan hazırlıksız geziyor sokaklarda, hazırlıksız oyalanıyor evlerde, hazırlıksız karşılaşıyor yapılarla. Hiç kimse onu düşünmüyor, oysa ölüm; her zaman insanı düşünerek yaşamaya devam ediyor. Ölüm, yaşıyor, yaşamaktan çok zevk alıyor. Ölüm yaşadığı müddetçe insana huzur yok, huzur ölümün olmadığı bir başka dünyada olsa gerek. Belki Jüpiter'de, belki Satürn'de belki de ...
       Ölüm, insanların arasında kol geziyor. Çocuklarla seksek oynuyor, büyüklerle sohbet ediyor ve yaşlılarla geçmişi yâd ediyor; ölüm insanlarla ilişkide bulunuyor. Hiç kimseyi ayırt etmiyor; her kesimden, her tenden ve her renkten alıyor. Ölüm torpil yapmıyor, torpiller patlatarak müşterisini çağırıyor. Havai fişeklerle yeni yoldaşını karşılıyor. Ölüm en güzel ev sahibi, geleni hiçbir zaman bırakmıyor. Ölüm en kötü misafir, geldiği yerden gitmiyor. Ölüm, en sevilen ve en nefret edilen. Duygularda başka bir âlem, yaşayışlarda başka bir dünya, tiyatrolarda yeni bir perde. Ölüm, oyunların en güzeli, kaybetmekle kazanmak iç içe. Hangisinin seçildiği, oynayana bağlı.
       Ölüm, insanların arasında kol geziyor. Onu sevmek ne mümkün ve ondan uzak durmak. Uzak duranada uğruyor, kollarını açmış onu bekleyenede. Ölüm, hiç uzak durmuyor. Hep yakınında bir yerde insanın, hep baş ucunda. Kimisinin yatağının ucunda bekliyor, bir daha gözlerini açamayacak olanın. Kimisinin koluna girmiş bir yolda yürüyor, bir daha herhangi bir yere adım atamayacak olanın. Kimisinin karşısında beliriyor, bir daha kimseyi göremeyecek olanın. Ölüm, herhangi bir yerde, herhangi bir şekilde, herhangi bir insanı, kollarını açmış sevgiyle bekliyor. O seviyor insanı, sevmeseydi kavuşmazdı. Ayrılık nedir bilmiyor, ölüm sabrediyor, herkesle kucaklaşıyor.
       Ölüm, insanların arasında kol geziyor. Kucaklaşıyor, öpüşüyor ve sevişiyor.
       "Ama öleceğim. Son şarkımı söylüyorum. Bazısının şarkısı daha uzundur, bazısınınki daha kısa. Fakat aradaki fark yalnızca birkaç kelimeden ibarettir." diyordu Franz Kafka, yine böyle bir anda.

8 Aralık 2013 Pazar

Özlemin Cebi Delik

Paramparça olmuş bir sandal kıyıya vurup,
Balıklar yolunu şaşırmış avcıya yaklaşıyor.
Ben yolumu kaybedip;
Senin olmadığın sularda boğulmaktayım.

Üzerimde siyah, tek cepli bir kaftan,
Cebimde ölüme dair bir ferman,
Yol almaktayım ıssızlığa doğru,
Yolum küçülmekte senin olmadığın yanlışa doğru.

Savrulmuş her yana ayrı bir dert,
Oluk oluk bela yağmakta bilinmezliklerden,
Kapıcısı terk etmekte korumakla görevli olduğu evi,
Eskimeye mahkum edilmiş asırlık çınar.

Özlem, ıssızlığa sürükleyen büyük dalgadır,
Özlem, beni parçalayan ucu keskin baltadır,
Özlem, cebimde not olarak düşen ferman,
Sonu gelmeyen azabın duraksanmış bir anıdır.

Günlerin geçişi özlemin gelişiyle örtüştü,
Özlemin çokluğu yokluğun varlığıyla pekişti,
Afrika'da bir siyah çocuk susuzluktan öldü,
Senin susuzluğundan her an ölüşüm gibi.

Özlemin cebi delik, her yana kendini düşürüyor.
Özlemin ensesi kalın, hiç azalmıyor.
Özlemin sesi gür, en uzaktan bile kendini haykırıyor.
Özlemin adı baki, sonsuza dek yaşıyor.

7 Aralık 2013 Cumartesi

Günlerden Kış, Mevsimlerden Sonbahar

       Mevsimlerden kış, oysa hüküm süren sonbahar. Sonbaharın büyüsüne kapılan kış, onu yaşatmaya devam ediyor. Kış, sonbahara aşık olmuş, sonbaharın gitmemesi için geç geliyor. Sonbaharın yokluğunu hiç kaldıramıyor. Sonbahar, kışın gelmesini bekliyor. Bir kış günü doğan bende, sonbaharda doğan sana boyun eğdim. Ve yine senin hükmün sürüyor.
       Kış, beyaza boyayacak tüm dünyayı. Bir baştan bir başa beyaz bir çarşaf gibi saracak her yeri. Beyaz bir örtü görecek, dünyası küçük olan insanlar. Aynı anda hem sonbahar hemde kışın hüküm sürdüğü bir yer var mıdır, varsa biz oraya gidelim. Ben kışı bırakıp sonbaharı, sen sonbaharı bırakıp kışı yaşa. İkimiz iki ayrı mevsimi aynı anda yaşayalım. Böyle bir yer varsa biz oraya gidelim, var mı diye arayışına girelim.
       Kış içinde sonbaharı barındırıyor. Kar bazen ıslak yağıyor. Yağmurla beraber iniyor yeryüzüne. Her kar tanesi içinde yağmuru barındırıyor, erimek için yine yağmuru bekliyor. Sonbaharın yağmurları kışın karını mahvediyor, karı eritip götürüyor. Sonbahar kışa boyun eğmiyor, direniyor. Direndikçe kışın sonunu getiriyor. Kışın hükmü kısa sürer, gelir ve gider. İki yağmurun arasında, iki baharın arasında kısa bir ömür sürer. Sonbahar ile ilkbahar çepeçevre sarmıştır kışı. Kış bu ikisi arasında, ikisindende uzakta bir hayat sürer.
       Sonbahar, kışın gelmesini bekliyor. İlkbahar kışın gitmesini bekliyor. Bu ikisi kışı aralarında kıstırmışlar, onu kısıtlıyorlar. Sende bir sonbaharda geldin. Hüküm sürdün kışın ülkesinde. Karları erittin, buz tutmuş her yeri ısıttın ve bu beyaz örtüyü tek bir hamlede savurup attın. Kış, gitti; sen baharı daha çok seviyorsun diye.
       Sonbahar kalsın diye geç geldi kış, gitmeyi bilmiyor hâlâ. Kış, tüm baharlara boyun eğiyor. Kışın doğan ben, sonbaharda doğan sana boyun eğiyorum. Biz ömrümüzden alıp size veriyoruz. Bende kış gibiyim, buz tuttum. Sen sonbahar gibisin, her yeri kendin gibi yaptın, şimdi her yerde belli belirsiz bir yağmur var. Her defasında sana boyun eğiyoruz, bu bizim fermanımızmış gibi. Bir türlü gitmiyorsun, sonbahar gibi. Kış günlerinde sonbahar mevsimi hüküm sürüyor, hâlâ. Günlerden kış, mevsimlerden sonbahar. Bir kış günü hüküm sürüyorsun yine, kış hâlinden memnun oysa. Bir kış günü doğan bende, sonbaharda doğan sana boyun eğdim. Ve yine senin hükmün sürüyor.

Mezarın Birinde Yalnız Yatan Adam

       Her mezar tek kişilik. Mezarın birinde bir adam yatıyor yalnız başına. Bir dağın eteklerinde mezarı, bir uçurumun kıyısında. Ölümünden sonra bile bir uçurumun kenarında yaşar insanoğlu. Hayat gibi ölüm, kayabilir ayağın yine. Mezarın üzerinde otlar bitmiyor. Dağın tüm bu yemyeşil eteğinde toprağın bile dışladığı tek bir yer var; bir mezar yeşil ile buluşamıyor. Toprak cesedi kabul etmiyor.
       Toprak da seçer insanı ve hatta renkler de. Yeşil, sevmediğinin yanında türemez. Onu yalnız bırakır. Her insan yalnız gömülür ama kimisinin sol yanında yalnızlığı gömülür. Yalnızlık da bir nevi insan gibi; eti, kemiği ve kanıyla. O da ölünce gömülür. Başucunda bir başka yalnızlıkla. Yalnızlık gibi olan insanlar var, sevdiğinin sol yanına gömülen,  kucaklarlar onlar ölümü birlikte. Ölüm asla bir insanın tek başına kucaklayacağı kadar hafif değil, onu ancak iki kişi kucaklar, başarabilirse; iki kişi birbirini bulursa. Ölümden önce buluşanlar onlar, henüz vakitleri varken buluşmuş olanlar. Tek başlarına ölenler, tek başlarına gömülürler; yaşadıkları gibi de tek başlarına dirilirler.  Dirilişleri de yaşamları gibi kurak ve verimsiz. Yeşilin bile kabul etmediğini, bir başkası kabul etmez.
       Bir mezarın içinde iki ayrı beden var. Bedenler birbirine o kadar yakın, o kadar iç içe. Yüzleri birbirine dönmüş iki beden var. Birbiri içinde çürüyen, birbiri içinde eriyen, birbirine karışarak toprağa karışan. İki beden var tek bir mezarda, asla boşlukta değil, toprak onlarla beraber. Yeşil var üzerlerinde, yeşil bir yorgan gibi toprak, yeşil bir yorgan gibi çimenler. İki beden tek beden olmuş sanki, birbirinden ayrılamıyor.
       Dağın eteğinde aynı anda gömülmüş iki insan, tek olmuş sanki. O dağ son yuvası onların, sonsuzluk kadar engin. Bir karış toprağı paylaşmışlar kendi aralarında. Bir avuç toprağı paylaşmışlar kendi aralarında. Bir tutam çimeni paylaşmışlar kendi aralarında. İki insan tek olmuş, gömülmüşler bir toprağa. Ölüm ayrılık değildir hiçbir zaman, ayrılıktan uzak olanlar için. Bir kez birleşen insanlar, birliği bulduktan sonra sonsuza dek bir olur, ayrılamazlar. Ölüm bir başlangıçtır sıkça tekrarlandığı gibi, yaşarken de birlikte olanlar için. Ayrılığı getiren ölüm müdür her zaman? Ölüm bir başlangıçtır her zaman, bir boyut değişimi, bir sonsuzluğa geçiştir. Sonsuzluğa geçmek için sonlu iken birleşmek gerekir. Sonsuzluk, sonlu yaşamın yansımasıdır. Sonlu iken yaşadığı gibi sonsuzluğu yaşayacak insan. Sonsuzluğun sırrı burda, sonun başlangıcında. Bir mezarda sonlanmıyor hayat. Mezarın birinde yalnız yatan adam uyandığında yine yalnızlığını bulacak sol yanında, sol mezarında. Mezarın birinde birlikte yatan sevgililer! Onlar yine birbirlerini bulacaklar kendi içlerinde, kendi kemiklerinde ve sol yanlarında. Sonlu iken yan yana gelenler, sonsuzlukta da yan yana gelecek. Herkesten uzakta, bir dağın eteğinde.
       Mezarın birinde yalnız yatan adam. Yine yalnız uyanacaksın sonsuzluğa, sonlu iken yaşadığın gibi. Sonsuzlukta sonluluk gibi, yalnız bir yaşamın devamı. Ölüm ara vermiyor hiçbir şeye, ölümle de devam ediyor bazı şeyler. Yalnızlık, sonsuzluk boyu. Mezarın birinde yalnız yatan adam, bir dağın eteğinde kimsesiz topraklara gömülüp, sonsuzluk zamanının içinde unutulup gideceksin. Yaşarken unutulduğun gibi. Ve sadece aynı mezarı paylaşanlar unutulmayacak, tarih onları anacak, tüm insanlıkla beraber. Yaşarken bir odayı paylaşanlar, öldüklerinde bir mezarı paylaşıp dirildiklerinde de bir cenneti paylaşacak olanlardır.


Zamana dayanan aşk, 
6.000 yıllık öpücük, 
Hasanlu - İran

6 Aralık 2013 Cuma

Ölü Adamın Sandığı

       Geminin birinin güvertesinde bir kadın duruyor. Üzerinde siyah bir elbise, elinde bir silah. Saçları yerlere değiyor, parmak uçlarına basarak yürüyor gibi. Güvertede bir kadın var, kadın gemiye uğursuzluk getiriyor, tayfa buna inanıyor. Kaptanın elindeki harita uçuyor, gemi artık yönünü kaybedip kayboluyor.
       Geminin içinde huzursuz bir huzur var. Huzur huzursuzluğu biliyor, huzursuzluk huzuru görmezden geliyor. Kadın elindeki bıçakla gülüyor, ağzından dişleri dökülmeye başlıyor. İnsanlar korkuyor bu gülüşten, tayfa deniz ile buluşuyor. Kaptan gözlerine inanamıyor. Gemi alabora olmuyor, insanlar geminin içinde alabora oluyor. Herkes tek tek denizle kucaklaşıyor. Tayfa denize dökülüyor. Kadın elinde bıçakla ilerliyor. Ayağı tahta gibi, her adımında korkunç sesler çıkarıyor. Elbisesinin siyah rengi gemiyide siyaha boyuyor. Siyah bir bayrak dalgalanıyor geminin direğinde. Siyah bayrak gökyüzünü de siyaha boyuyor. Gemide siyah oluyor, kadının yüzü kararıyor. Yere düşen her diş güverteyi delip denize varıyor.
       Kadın ilerliyor adımları doludizgin. Her adımda kaptan kamarasına biraz daha yaklaşıyor. Çok uzaklardan rüzgar esmeye başlıyor. Rüzgar daha gemiye varamadan susuyor. Gemi bir hortuma kapılmış denizin tam ortasında savruluyor. Bir sağa bir sola derken hortumla beraber dibe sürükleniyor. Kadın gülüyor, gülmesi hiç kesilmiyor. Elindeki silahın metali parlıyor. Ona bakanlar gözünü alamıyor. Kaptan yukarıdan olanları acizce seyrediyor.
       Kamaranın kapısında bir karanlık beliriyor. Kadının eli kımıldamıyor. Kapı kendiliğinden açılıyor. Anahtarı yokmuşçasına kilit düşüyor. Kadın çok hızlı hareket ediyor. Her kadın hızlıdır, öldürmekte. Kaptan ölüme yakın, acısını yaşıyor. Ölümün deminde, ölümü yaşıyor. Hortum büyüyor, büyüyor. Eşikten bir adım atıyor kalbi kararmış kadın, kamaranın ortasına. Adımları kocaman. Gözleri giderek büyüyor, göz bebekleri bütün gözü kaplıyor. Kadının gözü kararıyor. Siyah olup çıkıyor kadının teni. Hiç kimse sesleri işitmiyor. Tayfalar çoktan kaybolmuştu denizin bir yerinde. Kaptan ise öylece bakmakta.
       Bir sandık var kamaranın ortasında. Cevizden bir masanın üzerinde. Kırmızı bir sandık parlıyor odanın içinde. Bu sessizlikte sesini işittiriyor. Hiç durmadan canlanıyor. Anahtarı olmadan açılıyor sandıkta. Kadının sözüne amade bütün kilitler. Bir kadın, bütün kilitleri açıyor. Tüm kötülüğüyle. Dişsiz ağzı, siyah teni, elinde silahıyla. Sandık açılınca bir orkestra çalmaya başlıyor. En güzel seslerden en güzel şarkı canlandırılıyor. Sandığın içinde bir şey var, kadının çok yabancı olduğu. Tüm bu karaltıda kırmızı bir şey var. Sandığın birinde kadının daha önce hiç görmediği bir şey var, kadın korkmakta. Bilinmeyenden korkulur; kadın bunu biliyor, bundan korkuyor. 
       Sandığın birinde bir kalp var. Kalbin içinde gizlenmiş bir söz. Kadın sözü duymuyor. Daha önce hiç şarkı dinlememiş. Daha önce hiç bir söz işitmemiş. En yabani dağlarda en yabani hayvanlarla büyümüş. Kara kadın susuyor, elinde silahıyla kalbi avucuna alıyor. Fırlatıyor sandığın içine acımadan. Elindeki silah parlıyor, patlıyor. Yüzünü boyuyor, yüzü boyanıyor. Bir allık var şimdi yüzünde, kandan, kalpten. Bir kadın bir kalbi nasıl tutacağını bilmiyor; kalbi parçalıyor.
       Kaptan tek bir ses işitti. Sonra bir sessizlik. Anlamıştı, sandıktaki kalbi parçalanmıştı. Gömleğini açtığında gördü, göğsü parçalanmıştı. Bir kadına bir kalp verildiğinde, o kalp parçalanmaya mecburdur, öğrenmişti. Şimdi diz çöktü. Sadece bir gemi kalmıştı, kamaranın içinde bir kadını barındıran. Yavaş yavaş hortumla beraber dibe batan. Kaptan ölecekti, kalbi parçalanmıştı. Onu öldüren ne hortumdu, ne deniz. Bir sandıkta, bir kadına verilen bir kalp, onu ölüme götürmüştü. Kaptan ölümü sevdi, kendini son kez birine bırakmaya karar verdi. Ölüme bıraktı kendini ve ilk kez birisi onu bekletmeden geldi. Ölüm hemen geldi, koşarak. Ey ölüm, sen ne güzel şeysin; oldu son sözü, büyük sessizlikten hemen önce.


Sen beni tanımazsın, severimde söylemem;
Sen beni uzak sanırsın, bilirim söz dinlemem.

Güneş Can Çekişerek Öldü

       Güneş vardı bir zamanlar. Zamanın birinde, kimsenin bilmediği bir zaman. Bir güneş vardı dünyayı aydınlatan, dünya karanlığa bürünmeden hemen önce. Gece hiç yoktu, gün sonsuza dek sürecek gibiydi. Güneşte ölürmüş, ölüm herkes için. Güneşinki farklıydı amma, onun ölümü acı oldu. Günün birinde bir güneş vardı, can çekişerek öldü.
       Güneş vardı bir zamanlar. Batışı çok hızlıydı. Göz açtık, göz kapattık. Bir daha göremedik. Güneş yerle bir olmuştu, karanlık birden çöküverdi. Dağların arkasından gülen o güneş, gülümseyişiyle sonsuzluğa karıştı. Bugün güneşin ölümünün yıl dönümü. Yıllar olmuş olmalı güneş öleli, şimdi söyle; ne kadar anlamlı güneşsiz bir dünyada yaşamak? Güneş yokken neyi göreceğiz sanki, güneş öldü, ardına bile bakmadan. Can çekişerek öldü. Hekim yetişemedi, onu kurtaran olmadı. Yaraları ağırdı, göğsünde bıçaklar vardı güneşin. Yaraları derindi, acısı büyüktü, hekim yoktu, güneş öldü. Güneş öldü. Ah, güneş öldü. Ardına bile bakmadan, bir anda öldü. Acı sesi kaldı kulaklarında, o günü hatırlayanların. Bir güneş vardı, o ölünce karanlığa boyun eğdi dünya. Güneş ölürken gülmüyordu, güneş can çekişiyordu. Can çekişerek ölenler, son sözlerini tamamlayamazlar. Ne dediğini anlamadı kimse, güneş sevdiğine son bir söz söylüyordu. Ömrü yetmedi güneşin, şimdi ben tamamlayacağım onun sözlerini. Güneş soluk soluğaydı. Sahi unutuyordu insanlık, güneş kimi seviyordu? Kimi seviyorduda ölürken dahi onu sayıklıyordu, ki o sevilen hiçbir zaman seven gibi olmasada. Bilmiyor insanlık. Bildiği hiçbir şey yok. Bilinen bir tek şey vardı, güneş göğsünde bir bıçakla can çekişerek öldü. Bir anda öldü, ölümü uzun uzun hissederek. Dudağının kenarında bir damla kanla son sözlerini söylemeye çalışarak. Ah, güneş öldü. Arkasında kimseyi bırakmayarak. Son sözlerini kimse duymadan, içinden kendi kendine söyleyerek. Onu anlayacak kimse yoktu. Bir güneş vardı, birden öldü. Son sözlerini yuttu, onu hiçbir zaman duymayanlara son olarak birkaç söz söylemek ahmakçaydı.
       Güneş öldü. Dudaklarından kan sızıyordu, evrene dökülüyordu. Güneşin kanı bulaşmıştı. Güneşin kanı sarı renkteydi, kanı bile ışık saçıyordu. O da kayboldu evrenin içinde. Kanıda öldü, onuda götürdü. Birisi bir bıçak çıkarmış, güneşin göğsüne saplamıştı. Oysa güneş şikayetçi değildi. Can çekişerek ölüyordu ama yinede susuyordu. Son anında bir söz söyleyecek oldu, tamamlayamadı. Acısı tamamlamasına fırsat vermedi, güneş son fırsatı bekleyerek hata yapmıştı belki de. Hata yapmasada olurdu, güneş ölmüştü. Can çekişerek ölmüştü güneş. Ardında onu hatırlayacak kimse kalmadan. Güneşin ölümü aniydi, beklenmedik. Tek bir sesle öldü güneş, tek bir sözle. Tek bir harfle öldü güneş. Ölürkende inliyordu amma, ölümün acısından değil. Ona nazar eden bir başka acı vardı, artık sıcak değildi. Soğuyordu yavaş yavaş, güneş buz tutuyordu. Aydınlatmayıp etrafındaki aydınlığıda sömürüyordu. Bir anda soğudu güneş, buz gibi oldu. Öldü güneş. Güneş, can çekişerek öldü.

1 Aralık 2013 Pazar

Hephaestion'a Mektuplar

Sevgili Hephaestion;
       Kartal ufukta kayboldu artık. Kan, her yerde kan var. Kanlı savaşlar var. Kan akarken oluk oluk aradığım bir yüz var. Kıpkırmızı meydanlar görüyorum. Saçı sakalı birbirine karışmış, artık yüzü seçilemeyen insanlar görüyorum. Ölürken yüzlerinide beraberlerinde götürmüşler. Ardında hiçbir iz bırakmamış, giderken ölüler, tıpkı senin gibi. Ne var ne yoksa hepsini alıp götürdün Hephaestion, benim bir parçamıda beraberinde. Babil'in kulelerinden aşağıya sarkan bedenler var. Cesetler var ayağımı bastığım her yerde. Durup bir cesedin yüzüne baktım. Bir aynaya bakar gibiydim. Bu yerde yatan bendim. Tuttum başka bir sokakta başka bir cesede baktım, gördüğüm yine bendim. Artık bir cesettim, her yerde ben vardım. Her ölen bendim aslında senden sonra.
       Şarap kadehten boşalıyor mideme doğru. Midemde şaraptan çok sen varsın. Her şarap yudumumda sen varsın. Şarabın tadı yok, şarap içenin yanında kimse yok. Şarabın üzerinde gördüğüm siluet sensin. Kadehimi bir yandan sen tutuyorsun, seni gördüğüm için hızlı yudumluyorum. Seni gördüğüm için her yudumda daha çok içiyorum. İçtikte doymuyorum, sana doymuyorum.
       Aslan postundan bir kürk var üzerimde. Kırmızı bir yüzük, parmakta. İnsanı soğuktan koruyan bir kürk var, peki ya sıcaktan? Yokluğunun yaktığı bu ateşi söndüren ne olabilir? Kim söndürecek?
       Kartal uçtu, ufukta kayboldu. Bütün bir hayat o kartalla uçup gitti. O kartal sendin, sen gibiydi. Sen uçtun, o kartal seninle beraber uçtu. Siz aynı gökyüzünde yaşıyorsunuz. Kanatları olmayanlar yeryüzüne çakılıp kaldı. İnsan bir başka insanı anlayamıyor. Ancak aynı ruhu paylaşanlar birbirini anlayabiliyor. Bir ruhun iki parçası olmalı bu. Bir ruh parçalanmış, parça parça ayrı bedenlere konulmuş. Gözlerin çok keskin. Millerce öteden beni sarıyor, bırakmıyor. Hephaestion, Hades'in yanından bile beni izliyorsun. Gözlerin hep üzerimde, bırakmıyorlar beni.
       Hephaestion, saray giderek yoksullaşıyor. Bu saray artık bir ev değil, bu dünya artık bir ev değil. Bir çadır değil yaşamı sürdürmek için. Bu dünya sen olmadan bir hapis, bir sürgün. Hades'in verdiği ziyafette sen beklerken bu dünyada bütün herkesin unuttuğu bir yerde yaşıyor, ölmeyi dahi beceremeyenler.
       Savaş, ölmek için en kısa yol. Ölmeyi beceremeyenler ise sürekli aynı. Yıllarca süren savaşlar oldu, ölmeyi beceremedik. Kartal seni çok sevdi, senide götürdü giderken. Seveni olmayan bizler kaldık buralarda. Sevgili topraklarımız, vatanımız arkada kaldı. Ancak evsiz barksız olarak kaldık biz bu coğrafyada. Kimse yok artık bunu devam ettirecek. Son geliyor, sen olmadığın için ağırdan geliyor, yavaş yavaş geliyor.
       Hephaestion, yanına gelmek istiyorum. Gönder o kartalı benide alsın, sana götürsün. O kartal yolu göstersin bana. Ben Asya'da nice yollar aşmışken, bu yolu tek başıma bulamam. Tüm o yollarda sen vardın yanımda, şimdi yine gel, o yolda rehber ol bana. Götür beni oraya. Hephaestion, gel, bekletme artık.

       Alexander the Great