29 Mayıs 2016 Pazar

Kumral Günler

Alamut Kalesi'nden aşağıya düştüm,
Üstümde sabahın ilk ışıkları,
Kartalların izleyen bakışları,
ve senin gözlerin.

Bağrıma ateşte dövülmüş kızgın bir hançer saplanmış gibi,
Aldığım her nefesi vermekte zorlanıyorum;
İçimden dışarı açılan tüm geçitler kapanmış gibi,
Kendimi aşmaya çalışırken boğuluyorum.

Nice zaman geçirdim kimse bilmez bozkırlarda,
İremler yurdunda ne vakte dek oyalandım oysa;
Öldürülen sultanların kefenlerinden bana,
Nice hayatlar biçildi.

Üstümde Sabbah'ın bakışları, üstümde yalancı peygamberlerin,
Üstümde ilahların bakışları, yalancı tanrıların;
Ulaşılmaz bir yükseklikte,
Üstümde senin bakışların, Alamut'ta.

Yalanlar çağında günleri renklendiriyorum,
Gülleri boyuyorum, güzleri ayıklarken.
Her güne bir ten sığdırıp,
Kumrallara karışıyorum.

İnsan, her ân dolmaya hazır bir kadeh.
Doldur beni ey gece! 
ve sevgilim sen, iç beni! 
Buluruz ruhumuzun sarhoşluğunda birbirimizi!

Geceye kumral dedim. 
Oysa ne değişkendir insan teni 
ve ne gizemli. 
Önüme hiç bilmediğim bir kitap açtım 
ve seni okumaya başladım ordan: 
Sevgilim, kumral bir geceydi,
Her şey başladığında, 
Tepemizde göğün çıplaklığı ve sesler, 
Aksini kulaklarımızda duyduğumuz, 
Kumral bir gökyüzüydü.

Açıldı önümde hiç bilmediğim bir kitap,
Okudum ve söyledim,
Sevgilim...

23 Mayıs 2016 Pazartesi

Kumral Gece


Hadi sen uyu sevgilim. Uyumadığın zamanlar, başkalarını düşündüğün gibi tuhaf düşüncelerim var.
Ali Lidar

"Kimseyle konuşmuyorum. Böyle daha iyi oluyor sanki. Bir anlamı olduğundan değil. Konuşamadığımdan da değil. Canım istemiyor sadece. Aslında canım isterse bir saksı bitkisiyle hava durumu hakkında bile konuşabilirim. Ama hiç canım istemiyor işte. Sahiden de hiçbir şey söylemeden susarsam ne demek istediğim anlaşılabilir mi ki ?"
Ali Lidar

Neyi anlatacağım şimdi, kime ve nasıl? Yalnızca düşünüyorum. Ne olacak yarın. Bilmek istiyorum ve cevapları kendi içinde buluyorum. Başlayacak ve aynı yenilgiyle sonlanacak yarın da. Özlem giderek çoğalacak, bilinmezlik, gizem ve hüzün. Her şey günden güne çoğalır bu dünyada, bir kez başlamayagörsün.
İnsan önce kendini yargılamalı. Kaçınıyoruz oysa. Yargılanacak neyimiz var, derken her şeyi saklıyoruz. Saklıyorum daha doğrusu. Çokluktan tekliğe düşmeliyim, genelden özele geçmeli ve aslında şimdiki gibi laf kalabalığını bırakmalıyım. Sözler çoğalınca gerçekler azalır, tüm romanlarda gizli olan da budur. Sayfalar uzadıkça yazarın en baştaki fikri giderek küçülür, azalır, saklanır.
Beni bu geceye benden başka hapseden yok. Ben de kendimi bile bile bu hâle sürüklüyorum. Hiçbir şeyi unutmak istemiyorum ve bunun bir bedeli var, bunu ödüyorum. Hiçbir şey unutmamanın cezası her şeyin yükünü taşımaktır. İşte her şeyim bunun üzerine kurulu. Belleğim ne kadar dolu ve daha ne kadar dolacak yaşamım boyunca, belirsiz. Geçmişimden ne kadarını unuttum ve geleceğe ne kadarını taşıyacağım, belirsiz. Hatırladıklarımı hatırlayan kaç kişi olacak ve biz nerde buluşacağız, belirsiz. Bunca belirsizliğin üzerine kendi zihnimizde inşa ettiklerimizle gidiyoruz ve neyi elde edeceğimizi bilmeden dönüp duruyoruz. İşte bu da belirsizlik. Benden saklananlar, varsa eğer, bir gün dökülmeli yoluma tıpkı bir erik ağacının meyvelerinin yolda yuvarlanışı gibi veya yola savrulan dutların ayaklar altında ezilmesi gibi. Bir gün bildiğim ne varsa gideceğim onlarla, hayâliyle yaşıyorum, hiç kimseye bir şey anlatmamış ve hayatım boyunca kendi dünyamdan dışarı su sızdırmamış olarak. Koca bir dünya taşıyarak omuzlarımda, bana göre. Ki herkesin dünyası kendine göre büyük, insanlara göre küçüktür. Bu da insanlara bir başka temel yaklaşım noktasıdır aslında. Her şeyi belli metotlara indirgerken aslında onların özüne ulaşmaya çalışıp insanlara bir şeyler anlatmak istiyorum. Yine de insanlar ne kadar ve ne anlıyor, belirsiz. Zaten çok az var, anlayan, anlayacak, anlama ihtimali olan. Onlar da çok, çok uzaklarda, ulaşılamayacak...
Şimdi gündüz olsa, aydınlık. Olmaz. Hayâl kurmalı mı, hayır. Sabah olacak, bunu herkes biliyor. O zaman olacağı kesin olanın hayâlini kurmak? İnsan yalnızca olmasında zorluklar olanın hayâlini kurar. İhtimaller dahilinde yakın olduğu ona çok çekici gelmez. Hayat üzerindeki temel olgulardan birisi daha. Uzakta olan daha güzeldir ve çok az insan uzağı yakın etmiştir. Buna kimileri şeytan der, kimileri günah, kimileri hayatın anlamı; ancak herkes bilir ki tüm bunların çekici bir yanı vardır insanı büyüleyen ve insanda her zaman bunlara dâir bir ilgi vardır, yaratılışı gereği. İnsan, yönelendir. Tek mesele, neye yöneldiğidir. Verilen hakka göre, dilediğine yönelebilir. Bunlar, inançlara göredir. Ama herkes yönelir bir şeye ama herkes yöneldi diye yönelmez kimse.
Saat ilerliyor. Varsın ilerlesin. Ne çıkar? Uykularım çok tatlı bu aralar. Uyumak çok tatlı. Bunu düşünmek de öyle. Gece yazmanın güzel yanı işte burda başlıyor şimdi benim için, birazdan uyuyacağımı bilmek, belki rüyâda özlenenle buluşmak, ki çok zordur bu, üstelik ona hazırlıksız yakalanmak da istemem.
Geceye kumral dedim. Oysa ne değişkendir insan teni ve ne gizemli. Önüme hiç bilmediğim bir kitap açtım ve seni okumaya başladım ordan: Sevgilim, kumral bir geceydi her şey başladığında, tepemizde göğün çıplaklığı ve sesler, aksini kulaklarımızda duyduğumuz, kumral bir geceydi...
Tüm rüyâlar kaçak ve uykum kararsız dönüp duruyor çevremde. Kâh gece kâh gündüz avlıyor beni, tıpkı senin gibi, tıpkı. Hep senin gibi, doluyken de boşken de. İnsan, her ân dolmaya hazır bir kadeh. Doldur beni ey gece! ve sevgilim sen, iç beni! Buluruz ruhumuzun sarhoşluğunda birbirimizi!

20 Mayıs 2016 Cuma

Bir Gül Soldu Avuçlarımda

"Bir kadınla üç şey yapabilirsin: Ya onu seversin, ya onun için acı
çekersin ya da onu yazarsın."
Justine / İskenderiye Dörtlüsü 1 / Lawrence Durrell


Bir gül soldu avuçlarımda,
Onun kuruyuşuna tanıklık ettim.
Ormanın en kuytu yerinde,
Yürüyen tırtıllara kulak verirken,
Kelebeklerin ölümünü duydum.
Bu karanlıklarla boyanırken,
Kül renkli kuşların göç ettiklerini gördüm,
Sonsuz geniş vadide,
Ak kumlar vadisinden kara kumlara,
Bir ölümden diğerine,
Kızıl güllerden siyah güllere,
Balıklı göllere,
Kadınsız kentlere.
Şimdi gece kuşu öter,
Durmadan adınla gezer;
Erkeğin gücü biter,
Sen dile gelince.
Kuytuda bir mağaraya kapandım,
Sevmek, acı çekmek ve yazmak için seni;
Tamamlamak için var oluşunu.
Elime aldığım gül,
Rengine boyandı dudaklarının,
Solgun bir kırmızı,
Dudakların.
Elime aldığım gül,
Rengine boyandı hiç bilmediğim uzuvlarının,
Sesinin ve ruhunun.
Şimdi tüm güller soldu,
Açmak için bir başka baharda.
Doğarsa eğer güneş bir daha,
Doğu dedikleri o yakada,
Güller vadisinde seni bekliyor olacağım,
Rüzgârlara karışmış, yağmurlara,
Bir çatı aralığında.

Bozdoğan Kemeri

Bugün Kabataş'tan Fatih'e kadar yürüdüm, ne çok şey değişmiş, yine.
Üsküdar'dan motorla Kabataş'a geldim. Deniz yeşil, en sevdiğim rengi suların. Her yerde gürültü ama her şeyde eksiklik. Hiçbir şeyin tam olamadığı bir yer.
Fındıklı'daki motor iskelesinin hemen yanındaki taşlığa baktım, ama uzakta olduğum için olsa gerek göremedim. Sonra parkta durdum biraz, tekrar denize baktım, denizanalarını gördüm, motordan gördüğüm gibi, yıllardır. Parkta insanlar çimlere oturmuşlardı, uzanıyorlardı. Ağaçların gölgesi her yanı kaplarken sanki zaman burdaki insanları kendinden muaf bırakıyordu. Bir tek ben yabancı ve tektim. Parkta oynayan çocuklar, koşuşmalar, konuşmalar ve bakışmalar arasında bir tek ben ayrıksıydım. Fazla duramadım. Yalnız insan her şeyin ve her ortamın ayrıksısıdır. Bunun bilinciyle yürüdüm parkın taş yollarında gözlerimle çimleri takip ederek ve içime yönelmiş.
Okulumun fındıklı kampüsü, İstanbul Modern, Tophane yerleşkesi, Kılıç Ali Paşa Camii, çeşme derken Karaköy. Ara ara denize bakışlar, kaçamak. Arkamdan biri yürüyordu hep, bakmasam da hissettim.
Karaköy'de Rıhtım Caddesi'ndeki Starbucks kapanmış, yeni gördüm. Bir kez mocha içmişliğim vardı orda. Yağmurlu bir Karaköy günü. Sonra banklar kaldırılmış, yenileri çok çirkin. Gemiler yanaşır, ben banktan karşıya bakardım. Gemilerin bacasından duman çıkardı, gürültüleri martı seslerine karışırken. Karşıda Topkapı Sarayı, sanki küf kokusu gelirdi ta oraya dek. Ben bakardım sadece. Bakmak, görmeme yarıyordu çünkü.
Galata Köprüsü hâlâ aynı, onu değiştirmeyi unutmuşlar, yenilemeyi, eskiyi öldürmeyi. Bu köprüden kaç kez geçtim, her seferinde aynı yerlere bakarak. İnsanlar balık tutuyordu Rıhtım Caddesi'ndekiler gibi. İnsanların yanından geçerken çok hızlıydım yine. Bir gölge kadar hızlı ve belirsiz. Nereye bakmak istediğimi biliyor, geçmişimi arıyordum. Geçmişim olduğu yerde dursa da o günlerden hiçbir şey kalmamıştı artık. Bunca kısa süreye rağmen.
Bir keresinde fotoğraf çektirmiştim Galata Köprüsü'nün Eyüp'e bakan kısmında. Gülüşüm de kendim kadar berbattı.
Sirkeci'de dolaştım biraz. Bizim Mutfak'a uğradım, o caddede durdum. Ondan önce Yeni Camii'de dolaşmıştım biraz, yabancısıymışım gibi, değilmişim gibi, öyleymiş gibi, belirsiz. Daha sonra Bizim Mutfak'ın yanından Postahane'ye doğru yollandım. Valilik yokuşundan tırmandım. Aradığım kalemin nerede satıldığını yine bulamadım. Yürüdüm ve tırmandım.
Cağaloğlu'nda bakındım. İletişim Yayınları kapalıydı. Kubbealtı kapalıydı. Türk Edebiyatı Vakfı açıktı, bir tek orda kalabildim. Sonra yürüdüm cadde boyunca duraksamadan fazla. Sahaflar Çarşısı'na dek.
Sahaflar Çarşısı'ndan iki tane defter aldım. Güzel. Bana göre güzel. İnsanlar güzel bulmayacak ve hatta başka şeyler bulacaktır. Güzelin tanımı, estetiğin anlamı, insanların anlamadığı.
Bayezid Camii'ne çıkan o merdivenlerde biraz duraksadım. Küçük ağaçların arasında, cılız, baktım öyle. Camiye, çevreye, otobüs durağına, tramvaya. Yürüdüm sonra, meydandan Vezneciler'e doğru. Meydan boştu, en az insanlar kadar.
Şehzadebaşı'ndan Fatih Parkı'na dek yürüdüm yine. Parkta yine insanlar uzanmış, oturmuş, konuşuyordu, koşuşuyordu. Bozdoğan Kemeri'ne baktım epeyce. Bu sefer baktım uzunca. Her seferinde bakıyorum. Bir başlangıç ve bir son. Cibali. Fatih Reşat Nuri Sahnesi'nde oyunu izledim. Hikâyesini oyundan daha fazla seviyorum, Burun'u. Gogolcüğüm diyorum. Üsküdar Kerem Yılmazer Sahnesi'nden Fatih Reşat Nuri Sahnesi'ne tam üç saat bilmem kaç dakikada gelmiştim. İki oyun arasındaydı ne varsa. İki güzel oyun arasında. İşte Baş işte Gövde İşte Kanatlar daha güzel bir oyundu bu arada.
Ara sıra bazı bazı Rilke okudum. Rilke giderek dibine battığım bir kuyu.
Bozdoğan Kemeri. Ne varsa sende varmış gibi geliyor bana artık. Sanki bir hayatın gizini taşıyorsun taşların arasında. Aralığından geçen insanlar bir parçasını hep sende bırakıyor. Ben de sende bıraktım ne bıraktığımı bilmeden. Yıllardır bakarım sana, yıllarca bakacağım yine, gözlerim ve sen yerinde durmaya devam ettiği müddetçe. Bir fotoğrafını çektim senin, koydum bir yere. Kalsın dedim benim elimden çıkmış bir fotoğrafın da. Bir de ben bakayım sana. Bozdoğan Kemeri, bir dilin olsa da anlatsan. Hiç susmasan. Sen konuşsan, sen anlatsan, bir de senden dinlesem ne var ne yoksa. Nelere şahitlik ettin, nelere tanıksın, nelerde sanık. Ne susuşlara sahipsin bir bilsem. Bozdoğan Kemeri, hayatımda bir bilinmezsin. Mutlu ve hüzün dolu, her şey gibi.


Kabataş'tan buraya kadar yürüdüm ve sonra dedim ki: Ah şu kemerin dili olsa da konuşsa. -

19 Mayıs 2016 Perşembe

Soğuk Düş Nöbetleri

Uzun uykuların içinde uzun rüyâlar görüyorum bir süredir. Kalabalık rüyâlar. Kimden kaçıyorsam hayatımda, ona yakalanıyorum zihnimde. Neyse ki perde kalkıyor da kurtuluyorum kaçtıklarımdan. Rüyâlar neyse de bir de perdelerin kalkmadığı zamanlar var insanın hayatında, işte kaçılamayan o zamanların felaketi yakıyor beni çoğu zaman.
Eski bir Yunan trajedisine karışsam diyorum, tam da şimdi, Zeus olsam, Ares olsam, Poseidon olsam, belki de Herakles. Sıyrılsam bu fani hayattan en azından bir oyunla da olsa. Trajediyi insan bedenine artık sığamadığımız için icat ettik, şimdi dramla tekrar geri döndük etimize. Trajedinin drama giden yolu, bizim de yere hapsedilişimizdi aslında, maddeye daha çok saplandığımız.
En çok üşüdüğümde uykuya dalarkenki hâlimi benimsiyorum. Soğuğun içime yayılışını hissetmek ve bu ağırlığın içinde hücrelerimi duyumsamak bana hayatta olduğumu anlatan sessiz ânlardan. Soğuk, bir sevgilinin hassaslığıyla ve farklı bir sıcaklığın çekimiyle girer koynuna insanın. Soğuğun sarışı. Her şey yavaş olacak ve kendisini hissettirecek. Sonra uyku. Yavaş olanın hoşnutluğu.
Sonra rüyâ. Uzun ve kalabalık. Kimi zaman odadan odaya atlayan kimi zaman uçsuz sokakları kaplayan. Her zaman dünyada geçen ve gerçeküstücülüğünü normalleştiren. Anormal olanın normal olana evrilişi.
Soğuk düşlerle çevrelenmiş bir yolun tam ortasından yürüyorum üzerime gelen kâbusları görerek.
Soğuk düş nöbetleri bekler beni. Gün gece farketmez. İnsan bir kez uykuya saplandı mı bir daha ondan kurtuluşu mümkün değildir. Oysa ben sıyrılmak istiyorum tüm uykulardan. Zamanımın onunla hem-hâl olmasından kaçıyorum. Uykulardan, daha ziyade rüyâlardan kaçıyorum. Uzun sürecek uyku öncesinde yaşamak istiyorum bolca, mümkünse eğer.
Bir düş daha görüyorum şimdi uyanık hâlde. Seslensem kimse cevap vermeyecek. Bunu bilerek yaşıyorum. Ölsem, çok uzun sürmeyecek. Yaşasam, çok da etkileyemeyecek. Bunun farkında olarak ve bir düş görür gibi yaşıyorum, hâlâ.
Şimdi saat iki. Murathan Mungan'ın bir oyunu için ödev hazırlamaya başladım, beş sayfa yazdım. Oyun hakkında düşündüm. Zihnime bir şeyler takıldı. Gidip yatacağım beni neyin beklediğini bilmeyerek. Rüyâlarıma karışacağım, rüyâda beni bekleyenlere. Dünyadan sıyrılacağım, tenimi arkada bırakarak. Ya uyanamazsam? Hiç o kadar mutlu etmez dünya kimseyi. Uyanacağım. Her şey aynen devam edecek. Soğuk düş nöbetleri sürecek. İnsan, kendini silecek.

18 Mayıs 2016 Çarşamba

Zerdali Gecesi

Anlardım aklından geçenleri
Sustukça konuştuk sanki
Sevdaymış meğer bu içimizde
Yıllardır uyuyan deli
Sessizlik sensin geceleri

Kim kimi anlar artık zamanın bu karamsar vaktinde? Gece, sözlere inip hayat bulur şimdi benimle. Odam karanlık ve gecem sessiz. (Sessizlik sensin geceleri)
Hüsnü Arkan'ın son günlerde en çok dinlediğim şarkısı "Zerdaliler". Meğer, aramasam da aradığımı hissettiren bir şarkıymış, bulmaya çalışmadan bulduğum. İyi şeyler çok bekletmez insanı, bir ânda olur; deyişi gibi Oğuz Atay'ın, bir ânda buldum bu şarkıyı, Abbasağa Parkı'ndaki küçük bir konserde. Geçen yıl da yine böyle bir şarkı müjdelemişti bana bir konser, deniz kenarından arta kalan.
Zerdali (armeniaca vulgaris) veya yabani kayısı. -Latince isimleri hep sevmişimdir, biyolojiyi de.- Yabanîlik içimden taşıyor son zamanalarda. Kendimi giderek daha da ayrıksı hissediyorum. Üzerinden geçtiğim deniz içime doluşuyor, Kız Kulesi bir de bakıyorum orta yerimde yükseliyor. Ben denizi hiç böyle bilmezdim, demek isterdim, diyemem.
Üsküdar'da denizin yeşile çaldığı noktada, bütün renklerden ayrıldım. (O kül gibi deniz)
Zaman dar değil ama yine de yazamıyorum. İnsan çok düşününce yazamıyor, gerçi ben düşünmeden de pek yazamıyorum. Yazamıyorum genelde. Sadece öyle yapmaya çalışıyorum. Yazarken ne kadarını anlatmam gerektiği konusunda hep kararsız kalıyorum. İnsan her şeyi anlatmamalı, düşüncesindeyim. Oysa kendim için ise, hiçbir şeyi anlatmamalıyım, kanısındayım. Kendi hayatımı kendim omuzlamalıyım. Bir yardıma, bir paydaşa ihtiyacım yok. Hayatı tek başıma sürdürebilirim. Herkes yapabilirdi bunu, eğer herkes böyle düşünseydi, ki artık herkes kendi başına, bunun farkında olmayarak.
Yaz geliyor-du, bugün tekrar sanki kışa döndü. Yağmur, Şişli dolaylarında. Kapüşonumu çektim başıma, gri, yıllardır hiç çıkar(a)madığım. Kokusu sinmiş geçmişimin, uzun yıllar sinmiş, aslında şimdi bakıldığında giderek kısalan. Geçmişe ne kadar bakılırsa o kadar kısalır sanki. O yüzden bakmayayım, diyorum. Zaten bakılacak bir şey de yok. İnsanın geçmişine bakması yalnızca görmek istediklerini aramak ve görmemek istediklerine rastlamakla geçer. Ayrıca daha çok gencim ardıma bakmak için, Dokuzuncu Hariciye Koğuşu'nun "hasta genci" değilsem eğer. Ayrıca ölürken bile arkama bakmak istemiyorum, diyorum kendi kendime. -Kendi kendime söylediklerim tüm dünyaya söylediklerimden fazladır.- Ancak yaşlılık ve ölüm döşeğinde geçmişiyle yüzleşen biri olabilirim. Belki o zaman, geçmişimde bakılacak şeylere ilgi duyarım. Bilirim ki yalnızca ölüm döşeğinde ardıma bakmalıyım düşüncesinde olursam şimdiyi yaşayabilirim. İnsanın sürekli arkasına bakması bugünün önünde bir engel. Bazı şeyler, terk edilmeli. Geçmiş gibi.
"Ancak söylenmemiş aşk, aşktır." der ya W.Blake, o yüzden tükenen şeylere şahitlik ederiz. Bu yüzden artık modern çağın içinde en zorudur âşık olmak ve âşık kalabilmek. Her şeyin dile geldiği dünyada aşk insanı terk ediyor. Gece yine beni aşkla çarpıştırdı.

Fincana kahve koydum gel, âh
Bu gün şeytana uydum gel
Ay doğdu dağın üstünden, aman aman
Dallarda beyaz çiçekler

Ne dallarda çiçek görüyorum ne de ağaç. Her yer köksüz. Her yer beton. Ağaçların boynu vurulmuş. Gecenin kör karaltısında ellerimden başka bir şey görmüyorum. (Kandım gecenin karasına)
Dinlediğim şarkı kanıma karışıyor.
Kahvem yok. Kahvem tükendi. Beni bekler. Kahvem yok ama gene de gel. Şeytan yamacımda, hadi gel. Ay tepemde dikiliyor, gel. Dallarda açan çiçekler döküldü, gel.
Hiç görmedim zerdalileri. Görür müyüm yabani kayısıları ölmeden, görmek isterim. -Bunca yıl sonra yine aynıyım.-

17 Mayıs 2016 Salı

Derviş

Yollara düştüm,
Sonu olmayan, başı görülmeyen;
Yollara düştüm,
Yolun ne olduğu bilinmeyen.
Çığlıklar taşıyorum içimde,
Arkamda bıraktığım köyden kalan.
Genç bir kız bıraktım ardımda,
Bir yürek, bir ruh, bir hayat.
Uçurum kıyısında bir ceset,
Gözler beni hiç durmadan.
Yollara düştüm,
Kanlı yazgılara düştüm.
Gölgesiz evlerin avlusunda,
Kirli düğünler yatağında,
Bir genç kız bıraktım,
Bin sevinç, bin iman, bin nefes.
Hırkam söküldü uç yerinden,
Tenim yarıldı orta yerinden,
Düşüm dikildi sökük yerinden,
Issız yollara düştüm.
Şu kuytu, şu ağaç kovuğu, mağara,
Hepsi bir şey fısıldar,
Gizli gizli geçmişimi fısıldar,
Ardımda bıraktığım köyün,
İçimde dirilişini fısıldar.
Şimdi kasıklar benim âhlarımı doğurur,
Türkümü söyleyecek soylar doğurur,
Ben bir ağacın köklerine karışırken,
Dallardaki meyveler yiyecekleri doğurur.
Kimse bilmez bu elmalar neden tatlı,
Üzüm neden sarhoş eder,
Kimse bilmez servi neden uzar,
Hepsinde bir parça ben varken,
Kimse bilmez bu yürek neden feryat eder.
Yollara düştüm,
Kovuldum ak mermerli evimden;
Yollara düştüm,
Kovuldum altın yaldızlı yazgımdan.

3 Mayıs 2016 Salı

Eriyik

İçimde eriyen ağaçların dallarında,
Açan çiçekler,
Yalancı bahara kandılar,
Hayat kaynaklarından ayrıldılar.

Erime noktam yokluğa düştü:
İçimden duyulan su sesi;
Kaybolan oğula ağlar, yiten geleceğe,
Bırakıp giden mutluluğa ağlar.

Eriyen saatler süsler odamın duvarını,
Kayıp zamanın izinde benliğim:
Irmağından taşan nehirlere karışsaydım,
Ateş renginde sulara, eriyip.

Masal anlatmak kolay derler hep,
Zor olan inandırmaktır tüm bunlara.
Üstelik kimsenin dinlemeyeceği masallar,
Daha söze dökülmeden kaybeder inancını.

Ben şimdi eriyik bir hâlde,
Süzüldüm güneşten aşağı;
Sonsuz kara delikler vadisinde,
Çözüldüm kayıp bir hâle.

1 Mayıs 2016 Pazar

Gecenin Kırbacı

Akrep dolaşıyor gecenin içinde. Sessiz kırbaç damlaları zamanın. Kim kimin efendisi ey zaman? Sen mi benim ben mi senin? Hangimiz galip olacak ben öldüğümde? Sen mi kendini taşıyacaksın sonsuzluğa ben mi? Kuş cıvıltıları duymayalı ne kadar olduysa güzel şeyler duymayalı da o kadar oldu, yalnızca zaman geçti, ben olduğum yerde dururken ve yalnızca insanlar öldü zaman kendi kendine seksek oynarken. Bir taş attım ve kendimi vurdum. Ne gökten üç elma düştü ne de yeni masallar yazıldı yüzyılımda. Yüzyılım ölü, can çekişmekte. Ne savaşın tadı kaldı ne de barışın. Ne insan anlamı buldu ne de kayıp anlamların peşine düştü. Bildiğim ne varsa kül. İntiharın eşiğinde yüzyılım. Yirmi birinci asır, en korkunç dönemi zamanın, demek isterdim bilmeseydim her yüzyılın birbirine benzediğini. Oysa her şey ne kadar da benziyor birbirine. Tüm yenilgiler, galibiyetler, avanaklıklar ve dehâlarla.
Gecenin kırbaç izleri omuzlarımda. Beyaz tenimde kara çizgiler. Kim kırbacın efendisi, zamanın kölesi miyim ben ki bu duruma düştüm. Yaşlanmayacağım ben, zaman geçecek yalnızca; ak düşmeyecek saçlarıma, bilgelik ekilecek tenime yalnızca; kimse buruşmuş görmeyecek beni, yeni hayatlar ekilecek oyuklarıma yalnızca. Ben insan doğdum ve insan öleceğim, ben doğarken zaman yoktu, öldüğümde de olmayacak. Ben sonsuzlukla müjdelenen, ben zaman olmadan da olan ve ben zamanın efendisinin şerefiyle şereflenen, ben her şeyin özünden öz alan ve ben, ben ve ben. Benliğimden sıyrılmaya niyetli. İnsan ne kadar "ben" derse o kadar uzaklaşır kendinden. "Ben" de uzaklaşıyorum.
Zehrin boşalışı akrebin kuyruğundan insan bedenine. İçimde gezinen akrepler dilime zehrini verir ve yakar sesler bulduğu her şeyi. Alev alan kelimeler gördüm, insanı yakan sesler duydum. Hayat kelimeleri yazanlar ve onları anlamlandıranlar arasındaki farkı, iletişimi, benzerliği anlama mücadelesiyle geçerken bir şeyler ekledim onlara. Bilinen ne varsa kül.
Yutmak istiyorum hayaletleri. Rüyama giren ve rüyamda var olan, gerçek hayatta küle dönen. Gecenin kelimesi "kül", gecenin kırbacı, dilimde çarpılan seslerin fısıldadığı kül.
Gecenin kırbacı şaklıyor ufkun donduğu yerde. Sağırım ama duyuyorum, körüm ama gelişini görüyorum. Efendim, söyle bana, yazdıklarımla yaşadıklarım arasındaki farkı ve içimle dışım arasındaki mesafeyi. Efendim, neyin gerçek ve neyin yalan olduğunu bunca anlatmaya çalışmama rağmen her şeyden mahrum insanların içinde kalışımdaki anlamı anlat bana. Elinde tuttuğun kırbaç iner mi omuzlarıma ve yaralar mı gönlümü de bedenim kadar? Sanatın her zaman yaşanan bir hâl olmayıp kendi içinde işleyen kuralları olduğunu ve yazılan her şeyin illa ki yaşanan şeyler olmadığını söylemek ve yazan ile yazdığı arasında her zaman doğrudan bağlantı olmadığını söylemek ve yine de anlatamamak. Efendim, anlaşılmayışımız sonsuza dek sürecek. Efendim, seni seviyorum.
Yazılan şeyler yaşanmamış olabileceği gibi yaşanmış şeyler yazılmamış da olabilir. Sanatçı ile sanat arasında bir mesafe her zaman vardır. Her şey belirsizdir, insan dâhil.