25 Ağustos 2016 Perşembe

İçimdeki Coşku Bir Tufana Evrilmek Üzere

İçimdeki coşku bir tufana evrilmek üzere.
İçim benden sarhoş.

En çok bileklerini öpmek isterim,
Boynundaki damarları,
Şakağının sıcaklığı hissetmek,
En çok seni yudumlamak isterim,
Bir kadeh şarap gibi,
Sarhoş etmeyen.

Sözlerinin tadı mayhoş.

Sarınmışım eğreltiotları gibi,
Eğri bitiyorum damının altında.
Uzaklaşamıyorum evinin saçağından,
Cumban geniş ve yüksek,
Sözlerin kadar.

Bu coşkum senden,
Bu sözler.

İçimdeki coşku bir tufana evrilmek üzere,
Yaklaşan kıyameti duyumsuyorum,
Ölmeden önce aslanın dişlerini gören,
Ürkek bir ceylan gibi.

Birkaç söz incisi kaptım kaçıyorum,
Karanlık ormanlara dalıyorum,
Saklayacağım,
Birkaç söz incisi biliyorum.

İçimdeki coşku bir tufana evrilmek üzere.

23 Ağustos 2016 Salı

Blues

Vücudumu ele geçiriyor dinginliğin.
Kucaklayamadığım zamanın sıcaklığı,
Yuva yapıyor kafesin saçaklarında.
Bu yorgunluğun hazzı damarlarımda,
Gezinirken mütereddit sürelerce,
Yalnızca bir fısıltı duyacağım:
Yo ks un.
Avuçlarımda biriken ter değil,
Zaman aralığından süzülegelen,
Ilıklaşmakta olan kan damlaları,
Hiç durmadan dilimin zikrettiği,
Yarım kalmış ibadetler gibi:
S e n - s e n.
Kime anlatsam sırrını,
Varlığıma bir başka geçit açılır;
Dörtnala koşan atlar,
Sana sevdamı kaçırır.
Bakıra boyanmış dillerden,
Tunca çalan sözler çıkmaz.
Altına sarınmış güneşten,
Madenlerin sancısı yayılır;
Bölünen ve parçalanan,
Şehirlerin kancası takılır.
Gece yalnızlığın kucağında belirir:
Ku rt ul uş ya kı n
ve harfler seslere dönüşür,
Rüzgârın dudaklarında,
Anlaşılmaz ve anlaşılamaz,
Bir türkü gibi.

19 Ağustos 2016 Cuma

Yadsıyışlar VII

Her geçen gün daha da büyük bir çukurda buluyoruz kendimizi. Dört bir yanımız savaşla çevrilmiş, açlıkla, susuzlukla, ölümle, vahşetle, acımasızlıkla, çocuk savaşçılarla, kadın kölelerle, ölüm kokan erkeklerle. Her geçen gün biraz daha yuvarlanıyoruz kıyamete doğru bir tek kendimiz bunun farkına varamayarak. Her yol bir başka açmaza sürüklüyor insanı, mahpus kalmışız bu dünyada, prangasız ve tel parmaklıklar olmadan. Göğü gördüğümüz için özgür olduğumuz sanısındayız. Hâlâ yiyebildiğimiz, sevişebildiğimiz, konuşabildiğimiz için yaşadığımız sanısındayız. İşte tüm yoksunluklar burdan başlıyor. Maddelerle kuşanmış bir hayatın ortasında mânâlardan örgüler görmek istiyorum. Ben görmek istedikçe her şey daha da siliniyor doğası gereği. İnsan dilediğini göremez, gösterileni görür ancak, gösteren olduğu'çün. Başımızda gardiyan rolünde kalabalıklar ve onların yasaları. Oysa kurtuluş yok ve çözüm değil insana kendi bulduğu çözüm varsayımları. Hayatımız varsayarak geçiyor ve hiç iz bırakmıyoruz ardımızda. Ne bir dinozor kadar ne de soyu tükenmiş bir balık. Geçip gidiyoruz sadece ve yerimizi bize benzemeyen yeni bizler alıyor. Damarlarında gezinen kanı reddediyor artık insanlık ve tükürmek, kusmak, onu içinden dışarı atmak istiyor. Baba oğlunu reddediyor oğul babasını. Anne kızını tüketiyor kız annesini. Soy giderek toylaşıyor ve insan giderek vahşileşiyor. Geçmiş artık anılamayacak kadar uzakta ve şimdi bahsedilemeyecek kadar kana bulanmış. Her yanımızda savaş var ve günden güne bu girdaba daha da sürükleniyoruz. Her şey birdenbire oluverir. Ölümün sıcaklığı sardı tüm topraklarını yeryüzünün. Doğanlar ölenlerden fazlaysa ne çıkar, onlar da bir süre sonra  yalnızca yeni ölümlülere evrilmeyecekse. İnsan ne zaman ölümlü olur söyle bana, insan ne zaman kendi olur, insan ne zaman gerçekten insan olur, insan ne zaman ölmek ister, ölümü anlar ve ölür? Sanat, insanı ölüme hazırlar, dediğinde biri, görmeliydik onun buna ne kadar hazırlanabildiğini. Ölüm, avuçlarımızda tuttuğumuz bir bağ değil bizi yeryüzüne bağlayan. Bizden bağımsız ve bizi köleleştiren, bizden ayrıksı ve bize kendini hissettirendir o. Yeryüzünden tanrının gölgesini/halifesini arayacaksak eğer ölüm yeter bize, insanoğlunun giderek içten içe çürüyen bedenleri değil. Yeryüzünde bir mucize arayacaksak tam da şimdi, ölüm yeter bize, gençliğinin zirvesindeki çocuğun ölümü, olgunluğun tepesindeki adamın ölümü, doğurganlığının kutbundaki kadının ölümü, dünyaya ilk kez bakan bebeğin ölümü; ölüm yeter bize, anlamak için bazı gerçekleri. İşte gidiyorum çeşmi siyahım, dediğinde biri, takılıp ona gitsek, ne kaybederiz ve ardımızda ne bırakırız; birkaç damla gözyaşı, birkaç kürek toprak, beyaz bir mezartaşı ve birkaç cümleden fazla? Ne ardımızda bırakabileceğimiz bir şey kaldı ne de ardımız. Ölüm kol geziyor yeryüzünde ve eriyoruz. Ne umut var ne de kurtuluş yeryüzünde. Yerin yalnızca yüzünü görmek acı hepsinden. Saklanan her ne var ise ortaya çıkmalıydı, buna kendini saklayanlar da ve konuşmalıydık tam da şimdi. Her şey senin istediğin ve söylediğin gibi olacak muhakkak ama biz de istemeli ve söylemeliydik içimizdekileri, ölümü tatmadan ve yoldaş olmadan onunla ve vakit varken hâlâ ve güneş doğuyorken doğudan, konuşmalıydık yine de. Zihnim giderek dağılıyor ve kendime gelemiyorum artık. Düşüncelerim savuruyor beni ve toparlanamıyorum artık. Bildiklerim karışıyor birbirine ve çözemiyorum artık. Ölümü de yadsıyorum savaşı da. Her geçen gün daha da büyük bir çukurda buluyorum kendimi. Bu çukuru da yadsıyorum kendimle beraber.

10 Ağustos 2016 Çarşamba

Yadsıyışlar VI

Hayatın neresinden başlıyor bu kaos? Dalga dalga büyüyen bu düzensizliğin içinde geriye yalnızca koyu bir boşluk kalıyor. Dünyanın/insanların tam ortasında koca bir boşluk. Nereye elimi atsam hep aynı kaos. Dünya batıyor. Göz göre göre. Her şey yeni kalıyor ve eskimeyen bunca şey insan için yalnızca maddi bir şeye dönüşüyor. Ruhaniyetin bile maddeleştiği günde neyden bahsedilebilir; eskilerin çamurla/kille/taşla yonttukları tanrı putları şimdi insanların zihninde daha başka şekillerde putlaştı; herkes bir şekil verdi tanrıya, herkes bir biçim, işte bu gerçek seçim. Öyle ki bunlardan sıyrılamayacak hâle geldik artık. Her şey ölürken biz de dalga dalga onlarla batıyoruz "en" dibe doğru, dibin "en"i olursa. Artık neyden bile korkulacağını bilemez hâle geldi insanlar -belki de hep böyleydi-. Bütün duygular kaosa doğru yuvarlandı. Bir gün Sisiphos artık taşını Olimpos'a taşımayı bıraktı ve o taş üstümüze doğru yuvarlandı. Şimdi biz o boşluğu doldurmaya çalışırken birileri de Zeus'un boşluğunu doldurmaya çalışıyor. İnsanlar ise burdaki seçimi görmüyor, Zeus mu yoksa Sisiphos mu olacaklarına karar verenin kendileri olduğunu anlamıyorlar. Kaos daha büyük kaoslara dönüşüyor ve giderek genişliyor. Herhangi bir şehirde ortaya çıkan bir fikir bir ânda dünyanın öbür ucunda yankılanıyor ve fikirler birer bayrak gibi dalgalanmaya başlıyor. Oysa fikirler insan zihnide/dilinde/erdeminde var olup çarpışacakken bir ânde insan eyleminde/gücünde/kuvvetinde kendini göstermeye başlıyor. Moskova'dan doğan bir fikir Washington'da karşılanırken Pekin'e yanıtı Berlin veriyor, her şey daha da karmaşıklaşıyor. İstanbul karşılığını Kahire'de, Tahran'da, Riyad'da buluyor, reddediliyor. Dünya batıyor. İnsanın bulduğu her sistemin onu daha da köleleştirdiğini/yoksu(n-l)laştırdığını düşünüyorum. Her sistem bizi dibe daha da yaklaştırıyoruz. Bunun nedenini aradığımdaysa karşıma yalnızca insanın doğal içgüdüleri çıkıyor. Herkes en çok kendisiyle meşgul, yasası her şeyi belirliyor. İnsan kendinden hiçbir zaman sıyrılamaz. Öyleyse nasıl bütün bir insanlığı kuşatabilir? İnsan kendini bile tamamen anlayamaz. Öyleyse nasıl bütün bir insanlığı anlayabilir? İnsan kendisi için bile bazen yeterince zeki/duygusal (v.s.) olamazken nasıl bütün insanlardan bunu bekleyebilir; nasıl bütün insanlar aynı olabilir? Her insanın hamuru aynı topraktan yoğrulsa da her insana aynı biçim de verilmedi aynı öz de, aynı olan yalnızca bir nefes, geriye kalan ne varsa yalnızca ayrıksı/aykırı/ayrıştırıcı. Artık bu kaosun içinden kafamızdaki tüm putları yıkmak istercesine bağırmak istiyorum, oysa sesim o kadar cılız ki, bazen ben kendimi duydum mu, diyorum. Dünya batıyor. Zihnim dağılıyor. Uyuşuyor tüm düşüncelerim sanki bir düşün içindeymişçesine. Her düş bir kişi için ve hepsi bakir. Aynı rüyayı bir başkasının da görmesini beklememek gibi aynı davranışları/cevapları/soruları/sözleri de bir başkasından beklememek gerek. Bir başkasının herhangi bir şey beklememek gerek. Zihnim daha da dağılıyor, bir cam kâsesinin yere düşüp parçalanışı gibi etrafa saçılıyor zihnim. Kaos yerini düzene bırakacak tekrar bir gün, her şey ebediyen sonlandığında ve biz mutlu olacağız, belki azınlıkta insanlar olarak, belki de çoğunlukta, ancak bir gün düzene kavuşacağız çünkü eğer bir düzen yoksa, çünkü eğer bir cennet yoksa, çünkü eğer ötesi yoksa, dünya için bunca acı fazla.

7 Ağustos 2016 Pazar

Yadsıyışlar V

Kabul var mı gerçekten de yeryüzünde? Bir yürek gerçekten de bir başkasını sarmalayabilir mi yalnızca sevgiyle; ama kanmadan gözlerin gördüğüne, kulakların duyduğuna, ellerin saydığına, hazların sarmaladığına; bir yürek gerçekten sadece sevdiği için kabul eder mi? Bu bozuk düzenin içinde sağ salim kalabilmiş midir yürek, varabilmiş midir limana, bunca yoksunlaşmanın içinde o gerçekten de kendini kurtarabilmiş midir, her şeyin bozguna uğramasına izin veren Tanrı onu kayırmış mıdır? Gizler geçiyor yüreğimden, dile gelmeyen, sadece geçen ve giden. Yalnızca bir el sallayış kalıyor insana yürekten gelip geçenleri gördükçe. Zaman her şeyi yıpratıyor. Kimisi toz olup savruluyor kimisi ise yalnızca yıllanıyor. Üzüm şaraplaşıyor, çöpü ayıklanıyor ve fark ortaya çıkıyor. Herkes düşmanı birbirinin, oysa cennette yeteri kadar yer var. Herkes katili/zalimi birbirinin, oysa yeryüzünde yeterince maktül/mazlum var. Mezarlıklardan taştı ölüler, musalla taşlarında ölüler yıkana yıkana harap oldu, bedenler eridi bir kar tanesi gibi, kilise avlularında leşler sergilene sergilene aşındı, diller yıprandı bir su damlası gibi. Herkes düşmanı birbirinin ve herkes arzuluyor cehenneme gitmesini bir başkasının, korkuyor cennetinin küçülmesinden, ufkunun darlığından. Yoksa nasıl izah etmeli tüm bu cinayetleri, tacizleri, saldırıları, savaşları ve köleleştirmeleri. Geçip giden her kuşak ardında daha büyük bir enkaz bırakıyor, büyük bir mirası devrettiğini sanarak. Miraslar birer katile dönüşüyor oğullar için ve insanlar eziliyor bu yükün altında. Bu çalıp çırpmaları kim buyuruyor bunca insana, nerde yürek ve niye suskun. Yürek bu kadar suskunsa, bu kadar sessiz kalabiliyorsa, gerçekten hâlâ atar mı yalnızca sevgi için? Siyah lekelerle o kadar kaplanmış ki yürekler, artık görünmüyor ne içi ne de dışı, görünmüyor ne hangi renkte olduğu ne de hangi renge boyandığı. İçimiz birer kara çalılığa dönmüş, her adımda daha da parçalandığımız, ayaklarımızı kestiğimiz, ellerimizi çizdiğimiz, ilerleyemeyip kalakaldığımız. İçimiz birer kara çalılığa dönmüş. Gerçekten kabul yok artık, gerçekten sevmek, gerçekten inanmak yok artık. Zamanı geçti ve geçti zaman. Kimse farkında değil ve herkes bir zaman için ancak. Yol durmadan bir başka yolla kesiliyor ve âdemoğlu yolunu hep bir başka yol için terk ediyor. Dönüyoruz etrafımızda hiç durmadan ve sarhoş olmuşuz üzümden değil de dolanmaktan bir daire etrafında. Başımız dönmüş içmekten değil de yalnızca içmenin hayalinden. Dört dönüyoruz etrafımızda ve görmüyoruz kendimizden başka bir şey. Yürek kurumuş ve kararmış bir et artık. Uyan insanoğlu, derdim, insanoğlu yaşasaydı. Ne gerçekten kabul var artık ne de varsayış. Âşk kesiliyor insanların kendi ürettikleri engellerle ve yaşayamıyor bu dünyaya âit olmayan hiçbir şey, ki uzanıyor âşkın tarihi bu dünyadan da öncesine, oysa hafızamız kitlenip kalmış şu sayılı zamana, sayılabilecek kadar kısa zamana, on yıl, yirmi yıl, yüz yıl, bin yıl, bir milyon yıl, on milyar yıllık bir zamana. Küçülmüş ve kısalmışız zamanla. İşte yadsınıp kalmış yürek. Kim inkâr edecek? Nefret değil bu sevgi olmadığı gibi. Gerçekleri allayıp pullayarak düşleştirmekten yorulmadı mı modern zaman, insanoğlu süslenip boyanmaktan yorulmadı mı; boyası aktı artık yüzlerin ve ortaya çıktı etler, ki kurtlanmış et sarkıyor her pencereden. Bunca suskunlaşmış yüreklerde kabul yok artık. Kim inkâr edecek?

Yadsıyışlar IV

Büyük bir susuzluğun içindeyim ve nasıl dineceğimi bilmiyorum. İçimdeki derin ve karanlık mahzenlerde gezerken ayağıma takılan her şey beni yüzüstü düşürüyor ve sanki karşıma geçip kahkahalar eşliğinde hâlime bakıyor. Ruhum, bir köşeye geçmiş de bedenime ağlıyor. İkisini birbirinden ayırmak mümkün mü? O hâlde benliğim kendi için ağlıyor. Bencil değil ruhum ve farkediyor bu gerçeği. İnsan samimi olarak kendinden başka kim için ağlayabilir? Ölen bir yakını için ağlıyorsa bu aslında kendi yakını olduğu içindir; bir yolculuğa çıkacağı için ağlıyorsa bu aslında âit olduğu yerle arasına bir mesafe girdiği içindir; yoksul, evsiz, aç susuz insanlar için ağlıyorsa bu aslında onların kendisine bir gün onlar gibi olabilirliği hatırlattığı içindir; herkes kendine ve kendine yakın olarak duyumsadıklarına ağlar. Bu bir yadsımadır gerçeği ve insanoğlu çok meyillidir buna. Gerçekleri yadsıyarak kendimizi bir hayal dünyasına ittik ve geçen bunca zaman ondan kurtulmaya çalıştık ve Allah da bize bunun için peygamberler/evliyalar/azizler yolladı ki o bile farketti belki de bizim bunu kendi başımıza yapamayacağımızı ama belki de şimdi yalnız bıraktı bizi usandığı veya belki de artık bunu kendi başımıza yapabileceğimize inandığı için ki biz mi Allah'a inanırız yoksa Allah da bize inanır mı? Susuyorum ve bir damla su bile bulamıyorum. Tüm bu kelimeler bana su damlacıkları gibi gözüküyor, hepsi birleşecek ve bir çanak su olacak birazdan ve ben dudaklarımı o güzel çanağa dayayıp doya doya içeceğim kendi kanımı içer gibi büyük bir zevkle. -Gece yaşayan vampirdir, gece yazan nedir?- -Gece yaşayan vampiri avlayan kurtadamdır, gece yazan adamı avlayan düşünce nedir?- Susuzluktan bahsettikçe her şey suyu çağrıştırmaya başlıyor. Bir çocuk derin bir kuyuya usulca bir taş bırakıyor ve çıkan hafif sesi dinliyor rüzgâr onun saçlarını yağmur taşıyan bulutlara doğru savururken. Şimdi neyden bahsedersem bahsedeyim dudaklarımın kavrulmuşluğu onu emip yok ediyor, sanki dilim her kelimeden bir damla su çıkarma emelinde. Giderek kayboluyorum mahzenlerinde içimin. Yüzüstü düştüğüm yerden kalkıyorum ve etrafıma bakıyorum. Bir mezarlık gibi burası, her yerde ölüler, ölüler birer kelimeden ibaret, cümleden, bağlaçtan, rakamlardan ve formüllerden. Hayatı yadsıyan şeylerden ibaret. Mezarlık dedikleri yalnızca artakalmış taşlardan ibaret, kemikler bile eriyip terketmiş bu diyârı, yalnızca çağrışımı güçlendiren anılardan/yapıtlardan ibaret. Gece ilerledikçe ilerliyor, ben de. Ben de ilerliyor muyum? Gerisingeri dönme arzusu var içimde. Oysa ne güzeldir dönüş. Dönmek güzeldir, bir yer vardır çünkü hâlâ dönülebilecek. Ev, kutsanır tam da burdan başlayarak. Dönüşün kutsal mâbedi. Evler burdan başlanır boyanmaya, süslenmeye, arınmaya ve saklanmaya. Mahremiyet örülmeye burdan başlanır. Ev, bedenin bedeni/derisi. Şimdi mahzenden çıkıyorum artık, aslında farkı yok gece vakti bir mahzende olmakla evde olmak arasında. Bir mezarlıkla bir salonda olmak arasında da fark yok yalnızsan. Bir ölüyle oturmak da farklı değil bir diriyle oturmaktan, yalnızca oturduğun müddetçe. Korkmuyorum ne ölüden ne diriden ben bu kadar coşkunluğun içindeyken. Yaşıyorum insanoğlunun kurallarını ve özgürlüklerini yadsıyarak. Kendi söylemleri içinde boğulup gidecekler. Özgürlükleri de birer tutsaklıktan ibaret düşleri/düşünceleri kadar. Şimdi artık susuzluğumu gidereceğim. Gökten yağmur boşanıyor ve ben bir aracıya ihtiyaç bile duymadan kavuşuyorum suya. Su değiyor dudaklarıma ve dudaklarımdan kızgın kuma damlayan su nasıl buhar çıkarırsa aynı öyle bir buhar çıkıyor. Susuzluğum yassılaşıyor. Yadsıyorum şu ân geriye başka her ne kaldı ise.

3 Ağustos 2016 Çarşamba

Yadsıyışlar III

Her şey bir damla sevgiyle başladı inancıyla dünyaya geldim. İçime yerleşmişti bu şey, ben olmuştu. Her şey Allah'ın bir nûru sevmesi ve her şeyi ondan çoğaltmasıyla meydana geldi, kanısıyla doğdum. Yaşadığım bunca yıl hiçbir şeyi değiştirmedi. Ya inancım beslendi içten içe, ya da hiçbir şey anlamadım yaşadığım müddetçe. Her ikisi de olabilir. İkisini de aykırı bulmuyorum. Her şey baktığım açıya göre değişiyor. Bunun önünü alamıyorum. Ben baktıkça değişimler görüyorum. İçten içe ve dışa doğru hızla yayılan. Zaman dönüşümü çalıyor/geçiyor/aksettiriyor. İnançla doğdum. Belleğime seslendim bunca yıl: Hatırla, hatırla: Hatırla! Doğumdan öncesini hatırla. Bir mağarada geçen dokuz ayı hatırla, mağaraya düşmeden önce var olduğun âlemi hatırla, Allah'ı hatırla, sûretini, sesini, varsa veya gördüysen. Verdiğin sözü, söz verdiğin ânı hatırla. Süzül belleğimden gördüklerimden ve gün yüzüne çık. Haçbir şey hatırlamıyorum. Ya olmadığı için ya da belleğim de sınırlandırıldığı için. Var olan her ne var ise hepsi birer zerreden ibaret. Her şey sınırlı ve içinden çıkılamıyor. Bu sınırları Allah'ın mı yoksa insanın mı veya her ikisinin beraber mi koyduğu meselesi ise beni içinden çıkılmaz sınırlara doğru sürüklüyor. Bir sürüngen misali bu soruların etrafında süründürülüyor, koşturuluyor, yassılaştırılıyorum. Kelimelerin anlamlarını hatırlamakta bile güçlük çekiyorum artık. Gördüklerim hiçbir zaman olduğu gibi kalmıyor. Değişiyor, dönüşüyor, gelişiyor. Evren giderek genişliyor, demiştim bir keresinde birine ve ilave etmiştim: Evren, doğal bir süreç olarak mı genişlemeye devam ediyor yoksa dünya/dünyadakiler giderek küçüldüğü için mi biz onun genişlediği kanısındayız? Düşündükçe battım, battım, ta ki batacak bir yer kalmayana dek. Peki dip var mıydı gerçekten? Hayır, ne göğün ucu var ne de yerin dibi. Sonu olmayan kuyularla dolu dünyam. İnanmaya ne zaman başladığımı bilmiyorum, ya da buna ben mi başladım yoksa bu bende var mıydı, buna ailem/çevrem/topluluğum mu karar verdi yoksa Allah'ın kendisi mi yoksa ben mi, bilmiyorum, mesele bu mu, onu da bilmiyorum. İşte bunlar bende bilmediklerimin sayısını hızla arttırıyor ve ben buralara doğru indikçe donuklaşıyorum, her sorum "bilmiyorum" ile yanıtlanıyor içimde, yine de devam ediyorum, bilene dek. İnsanların hiçbir şey bilmedikleri yerde ben bildiklerimden bilinmezler çıkararak onlardan ayrılıyor ve onları yadsımaya başlıyorum, onlar anlamıyor, onlar, kim onlar? (Bilmiyorum.) İnançla doğdum, bu benim doğamda var, hiç terk etmediyse beni, bu benim varlığımda/özümde/yapımda/günümde/arzumda/yaşamımda var. Her şey bir damla/kova sevgiyle başladı ve öyle devam etti. Devşirildikçe devşirildi bu sevgi, sonunda avuçlara/külünlere/çeşmelere/avlulara sığmaz oldu, en çok da avuçlara. Dokunarak, tadarak, görerek, duyarak hissediyorum bir yanımla. Bir yanımla bu evrene/çağa/güne âitim, bir yanımla ayrıksıyım. Ayrıkotu muyum ben yoksa ısırganotu mu; av mıyım ben yoksa avcısı mıyım kendi kendimin; tutsak mıyım ben yoksa efendisi miyim kendimin; gün müyüm ben yoksa kendi kendini sonlandıran bir gece mi? Bir damla sevgiden hâsıl oldum, bir avuç sevgide yüzdüm, bir kucak sevgide boğulacak ve öleceğim. Ruhum huzurla dolacak, mümkünse, yerde. Ruhum huzurla dolu mu, mümkün değil, henüz, yerde. Yalnız sevmenin hatrına bile olsa -sevdiklerimin, sevdiğim bunca şeyin hatrına bile olsa, ki bunlar bile inanılamayacak derecede değerli- seveceğim seni. İnançla.

1 Ağustos 2016 Pazartesi

Yadsıyışlar II

Şimdi gece ve ben neyi anlatacağımı bilmiyorum bu ıssız saatte. Saatlerin daha da yalnızlaştırıp koyulaştığı vakitteyim. Tüm şehir uyumuş sanki. Oysa bir yerlerde hayat hiç durmadan akmaya devam ediyor olmalı. Gece ilerleyecek, ilerleyecek ve sonunda bir günle nihayetlenecek. O zaman ben belki uyumuş olacağım, belki de uykunun alaca çağında. Şimdi geceyi yadsısam ne çıkar, kelimelerimi benden başka kimse anlamlandıramazken. Gece çok düşündürür/yalnızlaştırır/acıtır derim ben. Gündüz insanlara çalışsınlar diye verilmiş sanki, gece de düşünsünler. Gündüz insanlara yaralansınlar diye verilmiş sanki, gece de yaralarını sarsınlar diye. Oysa benim için tam tersine işliyor zaman. Aslında tam tersi de değil, daha karmaşık. Gece yaralanıyorum, gündüz yaralarımı sarmaya çalışırken kendimi herkese göstermiş oluyorum. Aslında tam böyle de değil. Yaralarım o kadar belirgin ki ve o kadar daimi ki hep olduğu gibi. Geceyle gün arasındaki fark bu anlamda ortadan kalkıyor. Geceyi yadsımak da bu ânda ortadan kalkıyor. Sanki yadsınacak bir şey değilmiş gibi oluyor. Oysa o da diğerleri gibi, en az diğerleri gibi. O kadar berraklıktan uzak ki her ne kadar yıldızlar gözümüzün önünde olsa da. Elimi uzatsam toplayabileceğim yıldızlar aslında binlerce, milyonlarca ışık yılı uzakta. Gece bunu saklıyor benden. Onu bana yakın göstererek kandırıyor beni. Her şeyi kolayca avucumun içine alabileceğimi sandırıyor. Oysa ne kadar da yalancı. Gerçekte hiçbir zaman avcuma alamayacağım bir şeyi bana o mesafedeymiş gibi gösteriyor. Bu büyük yalanı kim, nasıl ortadan kaldırabilir sanki. İşte o zaman gece de yadsınacak bir şey oluyor benim için. Türlü türlü hayaller kurduruyor. Gündüz masallar anlatılmaz hiç, gece beklenir, uyku çağı. Çün, inanç geceye özgüdür belki de gece gibidir. İnançla gece iç içe geçer. Yakınla uzak keşfedilemez, farkedilemez, seçilemez. Bu onu doğurur. Gündüz, her şeyi açıkça gösterir. Oysa inanç, her şeyin açık olmaması ilkesine dayalıdır, bu yüzden "inan"ç denir (tabi kimilerine göre. İbni Arabî'nin dediği gibi belki de; gerçek açıkça ortadadır, yalnızca bazılarının gözleri onu göremeyecektir çünkü onlar, akıllarının tutsağıdır.). Şimdi gece vakti, geceyi inançla mı tamir etmeliyim. Bu gece onarılmalı, sökükleri dikilmeli gökyüzünün/rüyâlarımın/hayallerimin/arzularımın. Bir dolunay gecesi hatırlıyorum. Lanetli falan değildi. Büyüleyiciydi. Ay çok uzaktı ama çok güzeldi. Ona elimi hiç uzatmadım ama onu avcumda hissettim. Parmaklarım onu gölgeleyerek önünden geçti. Sustu o, benim gibi. Dolunayla karşılıklı sustuk biz. İlerde rüzgâr ırmak dibindeki kavak ağaçlarını hışırdatır, öte dağlardan gelen sesler taş evlere çarpıp yankılanırken. Her ne kadar geceyi yadsısam da şimdi olduğu gibi ona karışıyorum. Ben geceye karıştıkça o beni daha da belirgin kılmak istercesine güne doğru daha hızlı hareket ediyor. Durma, koş gece, daha yadsıyışım bile bitmeden.

Yadsıyışlar I

İçine girdiğim yadsımanın içinde sana anlatmak istediğim bir şey bulamıyorum. Yadsıdığım tüm gerçekler günü geldiğinde tepeme üşüştü, bir yılan nasıl çöreklenirse çölde bir kuyu ağzına, öyle sindin zihnime. Her ne kadar gerçeklerden/senden sıyrılmaya çabalasam da hâlâ olduğum yerdeyim, o günkü yerdeyim, ilk olduğum yerde. Neyi yadsıyorum ben burda, kime karşıyım ve ne yapacağım? Yalnızca kendimin yabancısıyım. Herkes aynı birbirinin. Tüm sesler, soluklar kadar benzer birbirine. Yalnızca kendimin yabancısıyım.Yürüyorum ardıma bakmadan ve önümde ne olduğuna göz atmadan. Önüm de ardım kadar boş ve anlamsız. Yalnızca yürüyorum hiç bakmadan. Bir, iki, üç. Taşlar bozuk ve yerinden oynamış. Bir, iki, üç. Adamın kundurası eskimiş. Bir, iki, üç. Her tütün bir acıya bedel olsa dünya tarihi baştan yazılırdı. Yalnızca yürümek kolay mı bu devirde. Her devir benzer birbirine. Savaşları, acıları, kayıpları ve ölümleriyle. Hiçbir şey iyi değil ve olmayacak. Kafatasımda bir engereğin kıpırdanışını hissediyorum. Yalnızca yürümek mümkün mü? Mevsimlerden en çok kışı seviyorum. Kalın giyinmeyi ve örtünmeyi örtünebilecek ne varsa. Kapanmayı seviyorum içten içe her şeyin giderek açıldığı bu amansız çağda. Her şeyi bir kayıp/acı/yitiş/tutunamayış olarak niteleyen insanlar arasında da olsa, her şeyi bir eğlence/sevinç/dünya olarak kabul eden insanlar arasında da olsa, hayatı baştan var etmek anlamsızlaşıyor. Daha kaç kere yeni baştan oluşturacağız dünyayı? Üstelik bu sadece zihnimizde. Neron, Roma'yı istediği gibi düzenlemek için nasıl yakmayı göze aldıysa, ben de kendimi şekillendirmek için önce yok etmeliyim eskiye âit ne varsa. Oysa belleğim izin vermiyor hiçbir şeye ve (bence) zehirliyor beni içten içe (kendi derdinin çaresi her ne kadar kendi de olsa). Şimdi kendimi yadsıyacağım, sonra bir başkasını, hayatı, dünyayı, şeytanı ve bu böyle sürüp gidecek. Yadsıyışların sonu hiç gelmeyecek çünkü bu dünya dönmeye devam ettikçe sürüp gidecek. Anlamını anlamaya çalıştığım ne varsa önüme dikilecek. Nasıl ki insan gözünün önündekini en zor/geç/son görürse öyle kavrayacaklar bunu da. Bir gün kendimden de geçeceğim, bunun bilincinde yaşayacağım. Silinen tüm bilinçleri kendimde/kendimle var edeceğim. En küçük sesleri bile, söylendiğinde yutulan sesleri bile nasıl hesaba kattığımı yazmayı sileceğim. Silmesem de ya farketmeyecekler ya da unutacaklar. Unutmaya yazgılı bir yüzyıl. İnsanlar kaybediyor belleğini de bilincini de ve bu sonunu hazırlıyor insanoğlunun. Kendi kehanetimi kendim yazacağım ve Nostradamus'u ardımda bırakacağım. Bilinç, bellek ve seçimler silindikçe her şeyden daha da uzaklaşılacak ve insanlar gitgide birbirine daha da benzeyecek. Her şey anlamsız, silik, zamane bir biçime indirgenecek. Bunun altından bir inanç yükselecek. Asırlar ve asırlar geçecek. Ben ve yadsımalarım o zamana dek silinmiş, unutulmuş ve yok olmuş olacağız. Eğer o vakit geriye benden bir damla kan veya bir nefeslik söz kalırsa yeni bir Nostradamus olacağım veya Nostradamus eski bir Abdullah olacak.