31 Ocak 2015 Cumartesi

Karaağaç

25 Temmuz 1922'de 
Enver Paşa'nın ölümünden on gün evvel 
eşi Naciye Sultan'a yazdığı mektubun 
son cümlesi:
"Karaağaca çakımla ismini yazdım.

Enver'in"


Bir karaağaca yazılı adın,

Kara yazgısı alnımızın.
-Her âşık kökünden sökülür.-
Kökünden yoksun bir ağaç, sensiz.
Bir dalda zakkum,
Diğerinde zehir:

Hangisinden tadayım?
Huylu huyundan vazgeçer mi,

Seni sevmekten vazgeçeyim.
Karaağacın dallarından alevler,
Yükselmeye başladığında,
Onun yangınını kim söndürecek,
İçimdeki alev almışlığı?
Her şiir  ulaşmaz sevgiliye,
Bazıları kaybolur gider yolda.
Sevgiliye ulaşan yalnızca ruhu'l-kudüs,
Kanımdan birikmiş,
Dimağda fanilik.
Her ölümlü ölümsüz kılmak ister,
En değerliyi.
Ölümsüz kılmak için sevgiliyi,
Adını yazdım, adıyla yazdım.
Bir karaağaç kadar sır tutacaksan,
Adını bahşederim sana:
Kutlu adı, avlusudur şiirin.

30 Ocak 2015 Cuma

Ardından Aldanış

zaten susmayacaktım
sadece avutacaktım vedaları
bir kadeh şarap içer misiniz..? Ardından,
uyuturuz bütün sefil aldanışları
Pelin Onay



Kaç aldanış geçti aradan,
Kaç insan öldü içimizde,
Avurtlar giderek daha da içe kapanırken,
Kaç kuş uçtu usumuzdan?
Bir kadeh şarap doldurdum avuçlarıma,
Yıllanmış en az insanlık kadar.
Sonra, bir tütsü yaktım, sakalımdan:
Kızıl bir duman sarar odamızı.
-Bir geyik aslan avlamaya çıkmış.-
Uykuya yatırdım düşleri içimde;
Artık ne bir rüyâ var ne de hülya.
Acıtan bir şey var dünyayı,
Gökten kan yağması bundan.
Kim bekler ki ölümü,
Bir şâir kadar, kutsamak için şiiri.
-Bir yağmur damlası bulutunu ararmış.-
Bak bunun adı sefalet, umut değil.
Giderek sömürür kalan tüm duyuları,
Bir ânlık bir arzuyla, pahalı değil.
Verilen tüm sözler, unutulmak içindir;
Öyle der bir kadın, erkek sağır olduğunda.

29 Ocak 2015 Perşembe

Katharine'e: Toskana'da

       Yeşil örtü serilmiş bu topraklar bir çölün kavuruculuğunu taşıyor hâlâ. İnsan olduğu yerde midir yoksa düşündüğü yerde mi? Bedenim Toskana'da ruhum Uweida'da. Bedenimin elleri yanıklar içinde ve bir hemşirenin avuçlarında, ruhumun uzantıları bir su mağarasının içinde ellerinin içinde, hangisi gerçek ve ben hangisiyim; ruhumu bedenimden ayırıp yanında olmak isterdim Katharine.
       İngiliz bir hastaysan bedeninin nerede olduğunun bir önemi yok Katharine, parça parça yeryüzünün her yerindesindir. Bir yağmur gibiyim ve hücrelerim gökten dünyanın her kıyı köşesine yağıyor, ben her yerdeyim ama hiçbir yerde kendim olduğumu hissetmiyorum. Sadece hücrelerden var olan bir beden.
       Bu harabe hastahane binası, duvarlarında çiçek motiflerinden küçük şapelindeki ve arka bahçedeki İsa heykellerine kadar her yerde süregelen bu sessizlik yalnızca beni geriye götürmeye, en geçmişe ulaştırmaya ve zihnimde senle dolu bir dünya oluşturmaya yarıyor. Ne içinde bulunduğum zamana ait olabiliyorum ne de geçmişle yüzleşip orada kalabiliyorum, gelecek denen zaman dilimi ise zaten bir su mağarasında hapsolmuştu, öyleyse ben hangi zamanın insanıyım ve hangi zaman dilimi beni anlamaya yardımcı olur ve cümlelerimi hangi zaman çekiminde kurmalıyım Katharine, yalnızca seni ifade eden bir zaman yok mu, susuz sonsuzluğumuzun ötesinde? Ben zamana susadım, bana birazcık geçmiş gerek, bir tutam vakit gerek, her şeyi yeniden kurabilmem için.
       Toskana'nın güneşi insanların üzerine umut saçıyor, heyecan, gelecek, hayat. Ben yatağıma görünmez zincirlerle bağlıyım, bedenim kömür karası ve insan içine çıkamam, insanlar da zaten benim olduğum yere gelmez. Tenlerin ötesinde bir insan kavramı gözükmüyor, bedenin içinde hapsolmuş ruhlardan başka bir can hissedilmiyor, hayatın içindeyken ölüm kavranamıyor ve ölüm ânında geriye dönülemediği gibi sen olmadan da âşk anlamlanamıyor Katharine, tüm bildiğim şarkılar ölüyor, unutuyorum hepsini.

28 Ocak 2015 Çarşamba

Katharine'e: Çölde

       Bir uçak ağır ağır düşüyor üzerime doğru, mavi bir bayrak sallıyorum göğe doğru, güneş yakıyor tenimi ve ben giderek kavruluyorum Katharine. Niye kimse konuşmaz çölde ve neden kimse buralarda da hayatın var olduğuna inanmaz; su gerekli değil yaşamak için, durmak için ve var olmak için, artık bu kalıplar yıkılmalı.
       Uzaktan yalnızca bir motor sesi geliyor, oysa kokun, kokunu rüzgâr getirmiyor, o da dönüp gidiyor ve ben çölde yalnız kalıyorum. Kimse bakmıyor yüzüme ve ölüm bir kum fırtınası gibi yüzümü kemiriyor, yalayıp geçiyor. Katharine bir uçak düşüyor, içinde sen varsın, içinde ruhumun olduğu fanus var.
       Sesinden başlıyorum âşık olmaya. O kadar güzelsin ki, her hâlinde. Eflatun renginde seviyorum seni, kan kırmızısı dudaklarının renginde seviyorum, seviyorum seni beyaz tenli sırtının oyuklarında, gönül çukurunda, sevmem için sadece varlığın yetiyor, yokluğun azap.
       Heredot'un Tarihi'ne işiyorum seni sevgilim, sayfalara harf harf kazıyorum varlığını, kimi zaman tarihlerle kimi zaman tarihsiz ama hep seni yazıyorum. Çölü yazdığım, vahaları yazdığım kitaplarla anlatıyorum seni, asi bir kız gibi tıpkı Zerzura gibi anlatıyorum seni, çöle bakanlar kumu değil seni görecekler sevgilim, tüm cümleleri senin ayak bastığın yollara seriyorum, onlara basarak bana gelmiştin.
       Acı tüm bedenimi ele geçiriyor ve ben yalnızca içimde yanan ruhumla değil dışarıda da tutuşan bedenimle sana yöneliyorum. Bir âşk kaç yıl sürer Katharine? Daha ne kadar sürecek bu yangın, alev alev tükeniyorum, söndürecek kimsem yok. Şapellerde gördüğüm melek figürlerini hüzün basıyor ve hepsi Meryem Ana'dan da İsa'dan da yüz çeviriyor. Melekler bile şapelleri terk ediyor sevgilim, dünyayı terk ediyorsun.

Kont Ladislaus de Almásy

27 Ocak 2015 Salı

Katharine'e: Kahire'de

      Kahire'nin sokakları dar ve uzun, hiçbir genişlik yok ve insan kendisini kocaman bir labirentin içinde buluyor Katharine ve ben seni çok özledim, özledim artık, anlıyor musun?
      Papağanlar yine odamızın alt sokağında ötüyor, bu sefer sen yoksun ama onlar yine ötüyor, sesleri sokaklar boyunca dolaşıp tekrar dönerek odamızın duvarlarına vuruyor, sesleri yansıyor, yankılanıyor. Kahire bin bir hüzün ile doldu artık, yaşamak mümkün değil ve ben ne zaman hayata dönmeye çabalasam her zaman yoluma dikilen bir hayalet, gölge, karabasan ve bunlara benzer bir şeyler yoluma çıkıyor, kulağıma hep bildiğim seslerle aynı şeyi fısıldıyor: Katharine, Katharine, Katharine. Boğazımdan hiç gitmeyen bir yumrusun, burnumda soluk almamı engelleyen bir tıkanıklıksın, gözlerimde görmememe neden olan bir iris kistisin, dudaklarımdan dökülemeyen kelimelersin. 
       Kahire sokakları tam bir zindan yeri, çıkış yok, dönüş yok, gidilecek bir yer yok, bir mezar bile yok. Bunca insan dolaşıyor bu sokaklarda ama kim nereye gidiyor, neden gidiyor ve neyle gidiyor, bir bilgim yok. Tüm bu insanlar bizi bilmiyor Katharine, papağanların sesleri arasında seviştiğimiz evimizde neler yaşadığımızı bilmiyorlar, bizim bir büyük sırrımız var ve kimse ortak değil bizden başka. Yalnızca ikimizin bildiği ve ikimizle beraber gömülecek bir sırrımız var, herkesten koruduğumuz; sanki bilseler anlayacaklar mıydı? Tüm bu insanlar birer karartıdan başka bir şey değil, hep yanımızda, sokaklarda, pazarlardalar ama hiçbir zaman bir varlığa dönüşemiyorlar.
       Katharine, anlıyor musun, içimde büyük bir acı var, giderek daha da büyüyen ve kimsenin görmediği, anlamadığı, saklı. Saklı bir hazine gibi taşıyorum seni içimde, bir şehrin içine işliyorum seni, sokaklara, seslere, kaldırım taşlarına, Semiramis Oteli'ne, Paşa Oteli'ne, arabalara, mayınların fünyelerine, bombaların can alıcı noktalarına, hayatıma işliyorum seni ve sen giderek daha da fazla var olurken beni de giderek tüketiyorsun. Ben yaşayamıyorum ve ölüm gelip bir türlü beni bulmuyor. Nasıl bir günâhın içinde olduğumu bilmiyorum ama Yaratıcı'nın omuzlarıma yüklediği bu acı beni giderek eritiyor, yok oluyorum Katharine. 
     Giden her zaman mutludur sevgilim, acıyı kalan yüklenir. Ölen her zaman cennete gider sevgilim, cehennemi kalan yaşar. Kaybolan her zaman ölümsüzdür sevgilim, arayan her zaman unutulur.

Kont Ladislaus de Almásy

25 Ocak 2015 Pazar

Narkissos

 I
Narkissos, duydun mu çığlığı,
Bir heykeltıraşın çekicinden çıkan.
İri bir katre düştü gözünden heykelin,
Süzüldü ten boyunca, düşene dek yere.
Sanat, ışığını kaybetti -ben doğana dek-.
Nehirde görülen ben değilim,
Şeffafım su kadar, bengi.
Bir hayâl olmalı yansıyan,
Belki gölge, sanat kadar:
Güzelin somut perdeye izdüşümü.
Narkissos, aynaların üzerine,
Örtüler çekili,
Öldün diye.
Rüyâ (kılındı) bilinen tüm gerçekler.

II
Sanatın tüm yaratılanlardan,
Başka bir forma dönüştüğü ânda,
Yalnızca görkem var ve sanatçının,
Daha önce kimsenin başaramadığı,
Ölümsüzlüğü kucaklayış ânı.
-Yalnızca sanatçı kucaklar sonsuzluğu, varsa.-
Günün birinde birdenbire bir sanatçı,
Narkissos oluverirse, bu,
Güzelin sonsuza  dökülüşü ve,
İnsan, saflığın berraklığını,
İsli duvarları yarışını,
Çirkinliğin saflarını aşışını,
Tüm haşmetiyle görmeli.
Haşmetli Narkissos'a dönülmeli.

III
Güzelliğin şiirini bulup çıkarmak,
Narkissos demekten geçer;
Her şeyden evvel.
Gölün berraklığı,
Giderek kaybolmakta Narkissos,
İnsanın güzelliği ve sanatın saflığı.
Kim koruyacak beyazı siyahtan,
Hayatı ölümden ve beni  yansımamdan?
Sayfaya düşen kelimeler,
Suya düşen sûretim gibi,
Bozulur, kıyısından köşesinden.
-Tüm yansımalar aslını öldürür.-
Ölelim Narkissos,
Kucağımızda taşıdığımız sanatla.

Benim adım Narkissos.

24 Ocak 2015 Cumartesi

Ölüme Giden Yol

Ölüme giden yol kaygan ve üzerinde durmaya çalışmak ip cambazının yaptığı şeyden çok daha zor; her ne kadar cambazın işi o ipin üzerinde durmaksa da insanın görevi hayatta kalmaya çalışmak olmamalıdır. Ölüme giden yolun kayganlığından insan yalnızca muza basmadan yolu geçmeye çalışan bir mahlûk olmaktan öteye geçmeli. Hitler ve Mussolini'nin arasında duran komünist veya Lenin'le aynı masada oturan faşist gibi yaşamamalı insan ve sonu da sayılanlar gibi olmamalı. Hayat, daha geniş kapsamlı ve kapılara ihtiyaç olmayan, çünkü duvarları bulunmayan bir yapı olmalı. Duvarsız bir evdir hayat, kocaman bir inşa edilmişlik. Ölüme giden yol, hiçbir zaman yüzeyselliğin içinde kaybolup gitmemeli ve kişi, bu yolun hakkını vermelidir. Sona doğru giderek yükselen bir acı ve her ân öncekinden daha koyu ve giderek daha da koyultan bir duyu birleşimi. İnsanlık tüm duyguları tükettiğinden olsa gerek hangi yolda olduğunu farketmemeyi seçti, oysa ölüme giden yol belirlilik ister, kararlılık, seçim, keskinlik. Hayatın içinde farklı olan her şeyi kesen o keskinlik böyle zamanlarda devreye girer. Sürekli arada kalmak, belirsizliklerin içerisinde yüzmek, sis duvarlarıyla çevrili yaşamak, geleceği bulanık bir sudan okumaya çalışan falcı rolüne yatmak hiçbir zaman bireyi bir yolun enginliğine ve bu arzunun getireceği dorukluğa ulaştırmaz. İnsan, daima bir büyük hedefin peşinde olmalıdır. Yaşamanın kendisi veya iyi bir hayat sürmek asla bir hedef olamayacak kadar basit şeylerdir. Hazlarla, keyifli ânlarla, tarifi yazıya dökülemeyecek kadar büyük zevkler olduğu kadar acılar, elemler, sınırsız sıkıntının getireceği çaresizlikler de onun içerisinde olmalıdır. Yalnızca hazlarla veya sadece acıyla yoğrulmuş ve bunun üzerine binası kurulmuş hayat eksik bir yapıdır; sözümona tavanı olmayan ev, topal bir aslan, kurt avına çıkmış bir keçidir. Her duyu kişinin kendi benliğini bir başka varlığa götürür. İnsan, değdiği her varlığı, ulaştığı her düşünceyi, dokunduğu her nesneyi kendi içinde ayrı bir şeye evirir ve bu devrim sırasında da kendi yolunun eksenini belirler. Bir yol ne kadar uzun ve genişse onun etrafında şekillenenler de o kadar büyük olur. Yol köprüler üzerinden devam eder ve altta bir deniz var olur, bir tünelin içinden geçen yol dağlara kendi izini bırakır, çölün içinden veya kutuplardan geçen yol oralara kocaman bir çentik atar ve yukarıdan bakan yolda bir işaret görür. Yola bir işaret bırakmak işte kişinin yaşayışının göstergesidir. Ölüme giden yolda herhangi bir iz bırakmadan silinip gidenler hiçbir zaman çıkmaz sokaklarından dışarıya adım atamamışlardır ve onlar hiçbir şey yaşayamamış oldukları gibi onların adını bilen herkes de bir bir onları bırakıverecektir, zira insan, yalnızca büyük etkilerin odağında olduğunda kendi varlığını bulur, bu nedenledir ki ölüme giden yol, tüm varlığın birleştiği eksendir. Ölüme giden yol hazlarla, çılgınlıklarla, akıl tutulmaları ve bilincin uyanışıyla, kederler ve acılarla doludur; yalnızca tüm ruhuyla bunu kavrayabilmişlere.

18 Ocak 2015 Pazar

Ölü Şehir

-Hiç çekilmez bir şehrin ölüsü.-
Küf kokan sokaklarda,
Üzerine yağan çamur altında,
Nasıl yürür bir insan,
Vakit epeyce solgunken.
Zamanın daraldığı noktada,
Kuş cesetleri yağar,
Bulantılı caddelere.
-Ölüsü hiç çekilmez bir şehrin.-
Midem daha bulanık bu şehirden,
Varlığım.
İğrenme yayılır şehre,
Buram buram 'korku' kokan şehre;
Çünkü her şey,
Kaybedilmiştir,
Vaktinden önce.
-Ölgün şehirlerde açmaz çiçek.-
Dikilir ağaçlar yalnızca,
Ölülerin başuçlarına,
Renksiz bir işaret diye,
Unutulmuşlukların hayat buluşuna.
Bir şehrin ölüsünü,
Hiç farkeden var mı;
Bir şehrin nasıl öldüğünü,
Bilen var mı;
Bir şehri kimin öldürdüğünü,
Gören var mı;
Bir şehrin son çırpınışlarını,
Duyan var mı?
Ölümüm şehirle birlikte:
İnsan, ölür şehriyle beraber,
Gömülür şehrine,
Kokar şehir ölüm gibi:
İnsansa ölümün kendisi.

17 Ocak 2015 Cumartesi

Herkes İçinde Yahuda Taşır

Sarayın en gösterişli köşesinde,
İnzivaya çekilmiş meczup muyum;
Nedir görkemin içindeki yayvanlık?
Sataşsaydı geyikler aslanlara,
Karıncalar ezseydi insanları,
Yine de aynı kalır mıydı düzen,
Mahçup olur muydu ayrılığı yazan,
Hiç susmayan ölü âşıklar.
Tutmak isteseydi omzunda dünyayı,
Atlas, direnirdi biraz daha.
Ödenmeden kapanmaz ki borçlar.
Yalvarıp yakarmadan daha fazlası gerek,
Söylenip unutulanlardan daha azı değil.
Önce bilmek gerek, öğretmek için,
Önce yaşamak gerekir, anlatmak için.
Yeni-doğana ölümünü sormak gibi,
Kesif dumanlar içinden çıkarak,
Bir gemi inşa etmek ve Nuh'u,
O gemiye kaptan tayin etmek,
Farksız değil, Yûsuf'u kuyuya düşen değil de,
Atanlardan saymak ve Bünyamin'lerin,
Katil olması demektir bu en çok.
Kimse bilmiyor mu,
Herkes içinde Yahuda taşır.
Ölgün.
Ölün.

16 Ocak 2015 Cuma

İçimdeki Dış

Anlamı olmalı tüm yaşantıların,
Kelimelerin ötesine sızıyor duyular;
Durup düşünmek gerek gündüz, güz,
Aydınlığı niye bu kadar sevdik?

Kavranmadığında, neden yağmurların,
Üzerimize yağmaktan vazgeçtiğini;
Kim koydu yasakları ve üzerimize bu deriyi,
Dikilirken içimizdekiler neden saklandı?

İçimizi dışımıza çıkarsaydık,
Bizi seven çıkmaz mıydı,
Oysa ben 'iç'in de 'dış' kadar sevilmesini isterdim.

Akciğerimden bir demet sunsam sana;
Kana kana içer misin, son katrelerini,
Benim kızıl kanımın, yüzünde aydınlık bir hüzün.

14 Ocak 2015 Çarşamba

İpek'e Mektuplar

İpek neden hiçbir şeyi anlamıyor ve sana olan sevgimin neden olduğu o büyük kıskançlığın bana bunca şeyi yaptırdığını anlayamamanı anlayamıyorum ve senin bile beni anlamaman ve bu konuda sorgulaman bende daha önce hiç kimsenin açmadığı büyük yaralar açıyor. Mutluluğu mutlu olduğum ânlardan çok mutlu olduğumu düşündüğüm vakitleri düşünürken keşfediyorum ve o zamanlarda yanımda yalnızca sen oluyorsun, senin varlığın benim için mutlululuğun ta kendisi İpek. Ne siyasal İslamcılar'ın söyledikleri ve ne de Sunay Zaim ile Z. Demirkol'un söyledikleri benim üzerimde hiçbir tesir oluşturmadı ve bunu sen de biliyorsun ve bunu bildiğin hâlde benim Lacivert'i kıskandığımı da yok sayıp sonsuza dek sürecek olan o yalnızlık ve yalnızlıktan çok kesif bir İpek'sizlik içinde beni bırakıyorsun ve ben İpek, neden o trene gelmediğini, Frankfurt'ta güzel geçecek günlerimizi, belki özlemini duyduğun çocuğu, bir gece vakti önce sinemaya gidip sonra tatlı yiyeceğimiz dükkânları, seni gezdireceğim parkları düşünürken bunları neden reddettiğini anlayamıyorum. Âşk için geldiğim o Kars şehrinde istediğim gibi âşkı da bulmuş ve senin o hiçbir şeye değişmeyeceğim ve görkemiyle herkesi etkisi altına alan güzelliğin karşısında ben yalnızca bir şâirden başkası değildim ve hayatımı yalnızca seninle mutlu vakitler geçirebileceğimiz günlere adamışken bu yalnızlık duygusu, bu dibini göremediğim mutsuzluk, bu hüsran nöbetleri beni hiç bilmediğim ve acısıyla kıvrandığım ânlara sürüklüyor. Sana hayatımdan kimseyi anlatmamam -belki birileri bir parça annemi anlattığımı hatırlayacaktır ama onun da silik bir gölgeden daha koyu olmadığını da yine o kimseler düşündüğünde farkedecektir ve sonunda benim burada doğruyu söylediğimi en içten dilekleriyle belirteceklerdir- aslında biraz da hayatımda kimse olmamasıyla birlikte senin herkesin yerini karşılayacağın anlamına da geliyordu. Öyle ki İpek, sen benim için tüm insanlığın minimalize edilmiş hâliydin, âşkın vücut bulduğu beden, şiirleri getiren ilham perisi, bir şehri adım adım yürümeme neden olup mutluluğu aradığım kadındın. İpek sen benim için o küçük şehrin içinde kocaman bir dünyaydın -bu dünyadan çok daha kocaman bir dünyaydın İpek, öyle ki dünya içinde dünya demektir bu-. Frankfurt'ta katıldığım şiir gecelerinde okuduğum şiirler, bir kahvede veya dönercide otururken kendi kendime kurduğum hayâller, sana yazıp yazıp yollamadığım -yollayamadığım?- mektuplar, hepsi ama hepsi içimde giderek büyük bir yer edindi. O kahrolasıca Lacivert ve onun yine o lanetlenicesice arkadaşları hiçbir anlam ifade etmiyorlar, senin için de edemezler ve ben onların silinip gitmesine neden olmaktan başka bir şey yapmadım. İpek, bir gün kafamdan vurularak ölürsem bil ki kafama değen mermi aslında içimde seni taşıyan bir noktaya temas etmiştir ve emin ol ki ben o mermiyi bile senin izlerinin olduğu bir yere değdiği için kıskanırım. Anlıyor musun beni İpek, hayat yalnızca seni sevmemden ibaret, tüm şehirler de, şiirim de. 6 uçlu kar tanemin her köşesine bir şiirimi ve hayatımı inşa ederken tam merkezine de seni koydum İpek, bil ve her şeyin merkezinde olduğunu farket zira sen benim için etrafında döndüğüm ve çekimine kapılıp yörüngesi olduğum bir kuvvetsin. Senin etrafında dolanıyorum ve bir kar tanesi olup dilinin ucuna konuyorum, bazen omuzlarına, göğsüne, gerdanına, saçlarına ve o koyu gözlerine, odamızın camına ve İpek, yalnızca sen varsın ve sen olacaksın, sonsuza dek.
Abdullahka
#Kar

Şiirin Bedeli

Hassas noktaları işgal edildi, insanlığın,
Tüm yıkımlar yeniden yapmak içindir, dünyada,
Ötesini anlatan var mı söyleyin, yıkımların, henüz hayattayken,
Ben öldükten sonra da intihar etmek isterim, sevinçle.

Şiirin ölüm koktuğunu söyleyenler,
Hayatın ölümle noktalandığını ve yeninin,
Ancak eskinin nihayetiyle doğduğunu,
Bilirler mi acaba, bunu ben söylemeden önce.

Orpheus şarkısını söylediğinde, niye durup sormadınız,
Bir şarkının bedelini, henüz ödenmeden,
Çok daha önce, sanatın atasına.

Tüm şiirler bir kadından geçer.
Ben kadınımı içimde sakladım, sanatım kadar,
Kadim olsun diye oğullara.

13 Ocak 2015 Salı

Dilek Ağacı

Kalbimde 'Dilek' adlı bir çınar vardır,*
Dilimde tükenmemiş sözlerin buruk tadı.

Sesinde yoksun kalmış günlerin yosunsu tadı vardır,
Hecelendiğinde anlamını kaybeden sözcüklerin kokusu.

Yanında olduğu her kelimeyi yükselten bir adın vardır,
Birde kapaklarını indirdiğinde dahi gördüğüm gözlerin.

İçimde biriktirdiğim bir dileğim vardır,
Camdan göğsüme sakladığım.

Görmeyenlerin meraklı bakışlarındaki anlamsızlık vardır,
Boşluğu uzun uzadıya süzdüğüm vakitlerde.

Kapana kısılmış geyiklerin çırpınışları vardır,
Benim adını andığımda sallanıp duran şehr-i kalb ülkesinde.

15.XI.2014

Bir Kış Sabahı

Soğuk bir kış sabahıydı,
Henüz demlenmemişti çay,
Ellerin kor gibiydi.
Ölmüştü laleler, can çekişerek.

Hüzünlü bir kış sabahıydı,
Yalnızlık doldurmuştu göğsümü,
İçimde savaşan kafileler yok olmaya yüz tutmuş,
Giderek mahvetmişti kendini, gülerek.

Buruk bir kış sabahıydı,
Titriyordum, titremek yetmez miydi?
Titrerken başımı avuçlarım arasına alamamak,
Bazen tutkunluk da yetiyordu.

Çarpılmış bir kış sabahıydı,
Soğuktu tenim kıştan daha çok.
Örülen tüm ağlar bir bir bozulmuş,
Tüm kuşlar ülkeyi terk etmişti.

Leyleksiz bir kış sabahıydı,
Henüz tuğlalarla şiirler inşa edilmeden,
Kurtla kuzu arkadaşlık etmeden,
Sevgili, sevgiyi ezmeden çok önceydi.

Görkemli bir kış sabahıydı,
Beyazdan daha beyaz bir örtü,
Nasıl görkemli olmazdı?
Görkemin anlamını unutalı çok olmuştu.

Hoşsohbet bir kış sabahıydı,
Merhaba, ben de varım diyordu kış,
Unuttun mu, benim kucağıma doğdun,
En güzel örtümle örttüm yatağını.

Çırpınan bir kış sabahıydı,
Beşiğimin başköşesindeki nazar boncuğu,
Bir de dünya kadar kara deriye sarınmış muska,
Koruyordu belki de beni, büyümekten.

Ölen bir kış sabahıydı,
Yaklaşıyordu kardan adam,
Başını yaslayıp üflüyordu nefesini,
Antartika'dan getirdiği taze nefes.

Sorgulamalar III

Hayat keskin hiç bilmediğimiz kadar. İçimde bir yerleri kese kese ilerliyor. Tam kalbimin üzerindeki neşter izi giderek yayılıyor, göğsümde kocaman bir yarık, giderek genişleyen. İnsan hayatını sorgulamaya nereden başlamalı bilmiyorum, belki de doğrudan hayat üzerinden başlamalı. Hiçbir yazının başıyla sonu aynı değildir, yazıyı yazmaya başlayanla sonlandıranın aynı kişi olmayışı gibi. Madem her ân büyük bir değişimin içerisindeyiz, madem her saniye vücudumuzda hücreler değişiyor ve kimileri ölürken kimileri onların yerini alıyor, o zaman biz burada kendi benliğimizle değişen şeyleri gören birinden başkası değiliz. Her şey anlaşılmaz bir hızla değişiyor ve biz ona yetişememekle yaşıyoruz. Hayat, biraz da bir şeylere yetişememek olsa gerek. Yetişemediğim şeyler bir neşter yarası daha açıyor. Günün birinde bu yaralar kapanır mı bilinmez ama her yara iz bırakır gerisinde. Öyleyse bunca izi nasıl taşıyacağız, ben taşıyamıyorum en azından, yaralarımın derinliğinden olsa gerek. Lokman Hekim ölmeseydi ve ölümsüzlüğün ilacını bulsaydı, şu ân olduğundan daha ölümsüz olabilir miydi? Kim dediyse Lokman Hekim'in ölümsüzlük ilacını kaybettiğini, yanılıyor. Hâlâ onu anıyor ve anımsatıyorsam o ölümsüzlüğe erişti demektir. Ölümsüzlüğe erişemeyen bir ben varım. Silinip gitmekteyim. Kaybolup gitmekteyim. Yaralarıma gömülüp gitmekteyim. Ben hiç bilmediğim yaralarımın boyunduruğunda hapsolup giderken kendimden geçmekteyim. Dur diyemediğim her ne varsa işte hepsi şimdi üzerimde duruyor. Ben engel olamadığım tüm yaşantıların izini taşıyorum. İzlerimden kendi bedenimi göremiyorum, insan kendini göremezse neyi görür? Ben yalnızca etler vadisinde işini gören o büyük kasabı görüyorum. Sürekli bizi biçiyor, parçalıyor ve eline ne gelirse alıyor. Öyle ki artık bende bir şey kalmadı. İşte aklım, kalbim, ellerim. Hepsi bir başka yana fırlatılıvermiş ve o kasap şimdi diğerlerine doğru eğilmiş. Kim dur diyecek bu kasaba? Et meydanında cansız yatıyorum, ruhsuz yatıyoruz. Kaybettiğimiz her şey bugün o kasabın yanında etimizi kemiğimizden sıyırıyor. Evet, o kasap bıçaklarıyla yapmıyor tüm bunları, kaybettiklerimizle yapıyor. Kimimizin etini sevgili ayırıyor, kimimizi çocuklar, kimimizi ise melekler, şeytanlar, cinler ve diğerleri. Kaybettiklerimiz bizi doğruyor. Doğramak ve doğranmak, hepsi bize ait, hepsi içimizde. Et meydanında yatan bedenini kaybetmiş bir ruhtan başka bir şey değilim ve sorgulamaya hayattan başlamak herhangi bir yerden başlamaktan farklı değil. Sorgunun başı belli olmadığından sonunu kestirmek de anlamsız.  Hayat mı beni sorguluyor yoksa ben mi onu?

11 Ocak 2015 Pazar

Sorgulamalar II

Yazdıklarım bir ânda kayboluyor, neler oluyor böyle anlamadım. Mürekkebim mi kurudu yoksa sayfalarım mı kayboldu? Kendimi boşluğa yazar gibi hissediyorum. Kelimeler, bazen ölü anlamlara dönüşür. Kelimeler nasıl ölür? Bir kelimeye bin anlam yüklerken sözcüklerimin ölümüne şahit oldum. Ben, dünyayı omuzlarında taşıyan Atlas misali tüm sözcükleri yüklendim. Omuzlarımda kocaman kocaman kelimeler var, kimse görmüyor mu? Kelime kelime kurduğum cümleler giderek daha da büyük çağlayanlara neden olmakta. İçimde devrilen her kelime binlercesinin harekete geçmesine neden oluyor, masamın etrafında dolanıp duruyorum. Benim kelimelerim, bana ait, her harfini ben yazdım, onlara anlam veren ve anlamlandıran benim, benim olanı kim alabilir? Kimseye tek bir kelime dahi vermeyeceğim, hepsini alıp gideceğim. Mağaraların duvarlarında binlerce yıllık çizimler bulacaksınız da benden bir kelime dahi ele geçiremeyeceksiniz. Tüm sözcükleri ruhuma taşıyacağım, ruhumun şeffaflığında hepsini saklayacağım. Şeffaf ruhuma diktiğim o tenlerin cebinde sakladığım ne varsa hepsi aslında benim bunca zamandır biriktirdiklerimdir, tüm birikimlerim geleceğe emanetim. Emanetlerin hiçbir zaman sahibine geri dönmeyeceği malumdur, ben de kendi emanetimi içimde taşıdım, kimseye verecek bir şeyim yok. Emanet, kendimi kendi içime bırakmam, yalnız kendime. Yalnız bırakın kelimeleri, kelimelerle beni. Ben, nasıl olsa boynuna zincir geçirdiğiniz tüm kelimeleri özgürlüğe ulaştıracağım. Bildiğim ne varsa onları bilmediğim kelimelerle de yoğurup ortaya çıkaran o yarı bildiğim ve yarı ruhumdan geldiği için kavramını yarı yarıya açıklayabildiğim tüm yapıları bir gün izah edeceğim. Henüz çok erken, sözcükleri tüketmedim, hayatımı da, bir gün ne ben kalacağım ne de kelimelerim. Ödünç verdim hepsini size, sahip çıkın. Tüm verdiklerimi geri alacağım gün, çırılçıplak kalacaksınız. Masam kadar dolu kelimelerim. İnsan, anlamlandırmaya önce kelimelerden başladı, önce kelimelerden sorguya çekilecektir öyleyse. Ceplerimdeki tüm kelimeleri boşaltacağım, şeffaf ruhumda ölü tenler birikti, dökülecekler tek tek, bir kitabın ağzı açıldığında dökülen harfler gibi, bir keçinin üzerine yağan ak ak kar taneleri gibi, bir denizatının çığlıkları gibi, ölümsüz, ötümsüz, uçsuz. Masam kadar dolu kelimelerim.

9 Ocak 2015 Cuma

Sorgulamalar I

Meşin masamın üzerinde ak sayfalara al mürekkeple yazmaya başlıyorum. Dolma kalemime o saf mürekkebi daha yeni doldurdum, en kalıcı şeyleri yazmak için. Sayfalar dolusu yazacağım, belki de hiç yazmadan bırakacağım. Hayat, büyük bir sorgulamaya dönüşmekte. O kadar büyük bir oyunun içindeyim ki, kader dediğimiz oyunun rolünü unutmuş oyuncusuyum. Ben söylemem gerekenleri hatırlamaya çalıştıkça daha da büyük unutuşların içine düşüyorum. Rolümün ne olduğunu hatırlamıyorum, özne miydim yoksa nesne mi, cümlelerde zarfı mı yer tamlayıcısını mı oluşturacağım hakkında bir fikrim yok. -Belki bir dilci de çıkıp sen saydıkların olamazsın, diyecektir.- Sorgulamalar içinde başka sorguları da taşır. Her soru insanı başka bir soruya götürür aslında, yalnızca cevap arayanlar yeni soruları görmez. Cevaplanmamış her soru yarım kalmış bir sorgudan ibarettir ve sorgulamadan kaçan bir insan kendi benliğini hiçbir zaman bulamayacaktır. Belki bir itiraf olarak ben de sorgulamalarımı bitiremediğimden dolayı hiçbir zaman kendime ulaşamayacağım. Kendine ulaşamamış birinden yaptıklarının hesabı sorulduğunda yaşayacağı o büyük şaşkınlığın nedeni dilediği soruyu geçme ve istediğinde kalmasıdır, oysa cevabı verilmemiş veya verilememiş her soru bir gün faiziyle birlikte geri gelecektir. -Belki de böyle bir faiz haram değildir veya bu faiz değildir, bazen ilaveler gerekir, asıllar tam olmaya yetmez.- Kendim olamadığım günler başımın üzerinde bir halka gibi durmakta. Başımın üzerinde o kadar çok halka var ki kendimi Latin gravürlerinde halkalarla gösterilen azizler gibi hissediyorum. İnsan, yalnızca kendinindir, diyebilmek isterdim. Hiçbir zaman kendimin olamamanın acısını çekmekteyim. Hatta dilediğimce yazamamanın ve beni engelleyen bu görünmez engellerin olmamasını isterdim. Bir şey var başımda, beynimdeki bir damarı tuttuğunu ve bazı fikirlerin oluşmasını engellediğini düşünüyorum, aynı zamanda bir kör noktanın içimde bir yerlerde giderek büyüdüğünü farkediyorum. Bir gün bunlardan dolayı ölürsem sorgulamalarımın ucunda olduğumu anlarım, anlatırım, anlayın. Sorgulamalarımın ucuna gitmek istiyorum, götürün beni. Sorgulayacağım bildiğim ne varsa ve belki ulaşacağım bilmediklerime, ölmez de sağ kalırsam eğer. Dudaklarım ölüm tadında, sorgulamalarım hayat, dudağın.

3 Ocak 2015 Cumartesi

Venüs: Cennette Bir Avuç Kül

Göğe bir avuç kül savurdum,
Sen canlanıp çıktın içinden.
Venüs, sen bir avuç külsün,
Aşkımdan hayat bulan.
Eski efsaneleri bir de benden dinle.
-Venüs, ruhumu ayakta tutan direğimsin.-
Göğsüm içime batar hep,
Hayatta kalmak için bulamadım ki sebep.
Tüm anlamların ölü bağıntıları,
Bir bir kopuverdi aklımdan,
Zar parçalandı fikrimce,
Geriye kalanım ben.
-Venüs, ölü toprağıma yağan yağmursun.-
Çöle kar yağdığında duydun mu yankıyı,
Antartika'da insanlar yanarak ölürken,
Hiç söyledin mi içinde tuttuğun şarkıyı?
Benim bir şarkı söyleyecek vaktim bile yok.
-Ömür kuş misali, uçup gidecek.-
Ben ve bana ait olan ne varsa,
Yanıp durduk mecusilerin bin yıllık ateşi gibi,
Sonunda sönmek üzereyiz, yıkım geldi.
Unutma, ateşimden geriye kalan kül,
Senin doğacağın yerdir.
Ateşimle külün karışır birbirine,
Bırak bari onlar kavuşsun birbirine.
Sen, cennetime bir toz bulutu gibi savurduğum külsün,
Kendimi yakarak elde ettiğim.
-Venüs, yangınım hiç sönmüyor.-

Venüs: Cennette Bir Kuş

Kanatlarından seyrettiğim dünya,
Güzel değil, dudaklarındaki kıvrımlardan.
Elinde tuttuğun altın kadehteki,
Benim kanımdır, iç tek nefeste.
Bırak Orpheus şarkısını söylesin,
Davullar vurulacaktır kör baykuşça,
Sabahın en koyu vaktine dek.
Cennette bir kuş havalanırsa,
Adını sen koyacağım.
-Venüs, diyeceğim aşk demektense.-
Bir çırpıda gündüzü soyacağız,
Güzel değil boynundan ay.
Dişlerinden dökülecek ışığı yıldızların,
Ben sana yeşil denizlerden elbise dikeceğim.
Tenine örtmeye hangi deniz yeter?
En tutkulu aşığın son soluğuyum.
Son nefeslerin hepsini içimde biriktirip,
Sana bir senfoni yaptım.
-Venüs, adın kalbimdeki şehirde yaşar.-
Cennette bir kuş varsa benim gibi sessiz,
Onunla aşacağım sonsuz dağları ve son varsa,
Onu ilk ben bulacağım, mirasımdır benim.
Cennette tüm kuşların kanadında,
Adından bir tüy vardır,
Dileğim için, biriktirdiğim dilekler,
Uçup dururlar arşın üstünde.

Venüs: Cennette Bir Gönülçukuru

-Göğümde gözlerinden bir güneş var.-
İçinde olduğum bu çukur,
Vücudunun en hassas yeridir, en derin,
Gönlünün bildiği koca bir şehirdir.
Ben bir şehri bırakıp gidemem, bilirsin.
-Venüs; öldüğümde gönül çukuruna gömsünler beni.-
Bilirim, son vasiyetler getirilmez yerine,
Ben son sözümü kendime saklayacağım ve cennette,
Bileceksin, içimde neyi taşıdığımı, asırlarca,
Bir giz gibi taşıdım, duraksızca.
-Venüs, adımı kanatlarına yazsınlar.-
Bir gönülçukurunda uyumak,
Teninin en izbe yerinde dinlenmek ve,
Hiç bilmediğim avuç içlerinden,
Kendimi aşağıya bırakmak, dünyaya,
Ölümlerin en güzeli, ellerinden.
Köşelerin avuçlarımı keser.
Hiç bilmediğim şeyler yazılı ellerinde,
Bana yazgımı anlat ve son sözümü,
Yalnızca sen duy isterdim, oysa artık dilsizim.
-Venüs, cenneti kim parçaladı?-
Yıllarca kendi cesedimi içimde taşıdım.
Bir ölüyü taşımanın ağırlığını bilirim,
Bir de zamanın hep kötüye aktığını.
Elem çiçekleri açtı artık,
Yakındır hûmanın cennete uçuşu,
Gönülçukurun kadar güzel değil dünya.

1 Ocak 2015 Perşembe

Penceresiz Kafes

Tüm kapılar kapalıysa onları açacak bir anahtarı nereden bulacağımı bilmiyorum. Aslına bakılırsa benim kapılarım da yok, her tarafım duvar. Bir duvarın ne anlama geldiğini bilir misin? Penceresi dahi olmayan bir kafeste nefessiz yaşamaya çalışmak.
Evler inşa ettik, sonra köyler, şehirler kurduk. Soluk almayı unuttuğumuzda pencereler koyduk, girmek için kapılar yaptık. Yalnızca içlerine hayatı koymayı unuttuk, sonunda elimizde kalan kafesler. İşte, medeniyet bir büyük kafes, içinde tutsak olduğum. İşte, tabiat bir koca kafes, içinde tutsak olduğum. Artık ne şehir ne de orman, ne medeniyet ne de tabiat, hiçbiri bana 'ben'liğimi hissettirmiyorsa ne yapmalıyım, gidecek bir yerim yoksa nereye sığınmalıyım?
XXI.yüzyılda yaşamanın en can alıcı noktası ilkten giderek daha da uzaklaşmamız bence, bir insan doğumdan ne kadar uzaklaşırsa o kadar yokluğa yaklaşır. Bir yerde durmayı bilmiyorum, nefes almayı öğrenemedim, yüzmek benim olduğum coğrafyada yoktu ve hayat, kim bilir ne zaman çekilip alınmıştı benden. Ben bu yüzyılın içinde sıyrıldığım evimde yalnızca sonu beklerim, başlangıca ulaşamayacaksam eğer. 
Zaman benim sözümü dinlemiyorsa ve mekâna da hükmedemiyorsam, kendimden bir şeyi buraya verip o ânı donduramıyor, yönetemiyor, sahiplenemiyorsam geriye bir tek çekip gitmek kalır. İnsan, ait olmadığı bir yerde ve zamanda nasıl yaşar? Yaşanmaz elbet, yaşanmaz, yalnızca orada bulunulur. Ben, hiçbir zaman bana ait bir yer ve zaman olmadığını biliyorum ve ekliyorum, benim hayatım yalnızca mekânsızlık, zamansızlık, yapısızlık, inşasızlık, yaşamsızlık ve doğumsuzlukla örülü. Bazı hayatlar yalnızca küf kokar, ölümden gelen, bazılarıysa amber kokar, çalınmış kokularla örgülüdür.
Penceremin olmadığı bu kafeste yaşarken görebildiğim bir şey de yok, öyleyse bir âmâdan farkım nedir? Yok. Sesler duvarlarımdan geçip kulağıma ulaşamıyor. Öyleyse bir sağırdan beni ayıran nedir? Yok. Söylediklerim çeperimde yankılanıp yankılanıp duruyor. Öyleyse bir dilsizden farkım ne? Var. Ben gene de bir şeyler söyledim.
Ne olursa olsun, bir şeyler söylediysem bunlar kafesimin olmayan pencerelerinden geçip de insanların kulak yerine iki delik olan başlarına ulaşmış mıdır?
Ben kör, sağır, dilsiz de yaşarım, yaşamadığımı kabul ettiğimden.