29 Aralık 2015 Salı

Adam Otu Benlikleri

Tüm yollar bitsin Rabb,
İçine sıkıştığım bu mağarada yat;
Kalk benliğim ve bedenini sat,
İçimdeki acıya bak Rabb.

Uzanan kumsala yokluk peygamber,
Var değilim, cennetten dünyaya kay;
Biriktirdiklerim elimden kayıyor Hay,
İlmek ilmek düğümlendiğim peygamber.

Adam otu saçılı dünyaya,
Yalnızca kökümden kopmaya geldim,
Ölümün ne olduğunu tatmaya.

Her ne kadar suçluyduysa da Kâbil,
Her şey demek değildi Hâbil,
Ben günahla boyanmaya geldim.

14.12.15

26 Aralık 2015 Cumartesi

İki Şehrin Hikâyesi; Konya-Ankara: Sabahattin Ali'nin "Ses"i Üzerine

İki Şehrin Hikâyesi; Konya-Ankara:
Sabahattin Ali'nin "Ses"i Üzerine

Sabahattin Ali (1907-1948), Türk hikâyeci, romancı, şâir ve düşünür. Gerek romanları gerekse öyküleriyle edebiyatımızda önemli bir yeri olan Sabahattin Ali, okurunu sıkı bir gerçeklik ağıyla kuşatır. Onun gerçekliğini sunduğu tablolar her şeyi gözler önüne serer. Güçlü gözlem gücü, kasabadan şehre kadar pekçok mekânın metinlerde kullanılması, karakterlerin zenginliği ve ortaya çıkış sürecindeki başarı, objelerin hikâye boyunca dikkatli kullanılışı onun öykücülüğünün önemli noktalarındandır.
Ses öyküsü temel olarak iki yerde geçmektedir. Konya kırsalı ve Ankara şehri. Sıvaslı Ali isimli genç bir yol işçisinin sesini çok beğenen bir konservatuar öğretmeni ondaki bu kabiliyeti değerlendirmek için Ankara'ya davet eder. Ali, orada şehirli bir talebeyle ortak sınava tabi tutulur, kendisini hep yadırgadığı sınıfta kendine güvenenleri mahçup ettiğini düşünerek elenir.

Konya'dan Ankara'ya
Metni iki önemli bölüme ayırarak incelediğimizde ilk kısımda karşımıza Konya çıkmaktadır. Ali'nin sesi Konya ovası kadar geniştir, ay ışığı kadar yol aydınlatıcı, kamyonu bekleyen yolcular kadar sabırlı. Ali'de âdeta Konya'nın bütün ferahlığı vardır. İçinde olduğu yeri sevme, işini yapma, yârenlik etme. Âli, tam bir Anadolu insanı gibi çıkar karşımıza. Sabahattin Ali'nin burada karşımıza çıkardığı tip herhangi bir yerde karşılaşılabilinecek şekildedir.
Konya. Uçsuz bucaksız ovaların, alabildiğine berrak gecelerin şehri, Sivas gibi. Ona ait olan herkes bu uçsuz bucaksızlığın içinde yaşıyormuş gibi aslında. Konya'da yaşayan insan yüzlerce yıldır aynı. Tarımla uğraşan, bir yanı da hayvancılıkla, ürettiğini tüketen insan. Herhangi bir Anadolu şehridir Konya, insanı da herhangi bir Anadolulu'dur. Mekân genişledikçe, insan azaldıkça rahatlıyor Ali. En çok da aslında kendini ait hissettiği yerde.
İnsanın aidiyetini en iyi gösteren öykülerden biridir belki de "Ses". Sıvaslı Ali ekseninde, onun mekânla beraber değişen kişiliği, bunun psikolojik ve sosyal alt yapısı, insanlarla ilişkisi ve pek çok ayrıntısı ayrı ayrı önem arz etmektedir.
Şüphesiz ki insan için en önemli konulardan birisi bahsettiğimiz bu aidiyettir. Bir şeye, bir yere, bir kişiye ait olmak. Yaratılıştan beri hep bir şeyi hükmü altına almaya yönelen insanoğlu için bu kaçınılmaz bir durumdur. Tıpkı Ali gibi. Ali de ovanın insanıdır; yarık çarık, yırtık çorap, yamalı elbise giyenlerdendir ve kendisini en çok o zaman aidiyetin içinde bulur. O kendi gibi olanlarla beraber olduğunda ancak sesini bulabilir. Ankara'da sesini yitirişinin kaynağı bambaşka bir coğrafyanın etkisi altına girmesindendir. Sesini kaybettiğini kendisi de belirtir zaten. Özellikle cumhuriyetin bu ilk devrinde şehirle kırsal arasındaki büyük farklılık düşünüldüğünde onu anlamak çok da güç değildir. Edebiyatımız bu tür kitaplar, sinemamız bu tarz filmlerle doludur. Sosyal hayatın sanata yansıması hayli fazla görülür bu dönemde, devrim, savaş, isyan gibi büyük etkiler bırakan her olaydan sonra görüldüğü gibi.
Ankara. Cumhuriyetin başkenti. Smokinli, fraklı beylerin, tuvalet giyen kadınların şehri. Devrimin sembolü gibi yükselen bir şehir. Meclisin, bürokratların, ülkeyi yöneten kesimin imparatorluğun üzerine kurduğu şehir. Peki Konya'da yaşayan birinin Ankara'daki tutumuyla Ankara'da yaşayan birinin Konya'daki davranışları arasında fark olabilir mi? Elbette olur. İki öğretmen arkadaş Konya'da hiç yabancılık çekmezler. Oysa Sıvaslı Ali kendisini Ankara'da bambaşka bir gezegendeymiş gibi hisseder, buna da hakkı vardır. Bir Anadolu köylüsü için büyük şehir hayâl dahi edilemeyecek bir şeydir.
Ali ile sarışın çocuk arasındaki mücadelede asıl ağır basan taraf ses değil şehirdir. Ali'yi mağlup eden içinde yetiştiği ortamla bulunduğu konum arasındaki tezattır ve bu aykırılık büyüdükçe o sahip olduğu her şeyi yitirmektedir. Sesini bulacak gibi olduğunda dahi kendisi ileriye taşıyabilecek bir hamlede bulunamaz, sessiz sedasız bir köşeye çekilir. Belki de "acziyet" psikolojisidir bu.
Acziyet, aslında insan doğasının en büyük ikilemi. Kişi, kendisini hep bir şeye gücü yeterken bir şeyden yoksun görür. Hiç kimse hayatta her şeye sahip değildir ve bu acziyeti tetikler. Bunun çaresi nedir? Yok. Hayat bu çaresi olmayan hastalıklar üzerinden yürüyen sınavlarla dolu. Acziyetin de boyutu kişiye, mekâna, duruma göre değişmekte. "Ses" öyküsünde aslına bakılırsa her durumun ortaya çıkardığı acziyetler gün ışığına çıkmaktadır.
Kişinin kendi varlığından kaynaklanan acziyete bakıldığında Ali'nin sesini bulmaya başladığı sırada bir ânda köşeye çekilip meydanı sarışın çocuğa bıraktığı zamana gidilebilir. Kendini ait hissettiği dağdan, ovadan ayrılıp hiç bilmediği bir şehire geldiğinde de içinde olduğu ortam ona acziyetini hissettirir. Zira Ali kendisini o ortamda yadırgamasa belki de sınavı kazanabilirdi. Sarışın çocuktaki rahatlığa ihtiyacı vardı yalnızca. İnsan, bilmediğinin yadırgayıcısıdır. Bundan sonra da Ali bir ân önce içinde olduğu dertten kurtulma arzusundadır. İçinde yenilmişlik değil, kendisine güvenenlere duyduğu mahcubiyet vardır, yine kendisi için bir şey isteyemez. Onlar için aldığı sekiz paralık sazı bile iki paraya satıp kimseye dert olmadan çeker döner. Belki de bu hep anlatılan Anadolu insanının Sabahattin Ali'nin öykülerinde de görülen bir tutumu gibidir. Anadolu insanı kendini hep geri planda tutmak ister gibi. Şehirdeki insan meyhanelerde içki içip bağırır çağırırken o arka planda durup sessiz sedasız yaşama derdindedir.
Bu sayılanlarla beraber Sabahattin Ali'nin "Ses" isimli öyküsü onun edebiyatında sıkça görülen sağlam temeller üzerine kurulmuş güçlü bir metin olarak okurun karşısına çıkar.

16.12.2015

25 Aralık 2015 Cuma

Yas

Kim tutacak mahvolan hayatların yasını,
Ben de olmazsam eğer?
Sana hiç bilmediğin şeyler anlatmak isterim,
Kendimden bile saklı;
Hiç gün ışığına çıkmamış demlerden söz etmek,
Hiç örtünmeden gizlenenleri.

Ben sevdim eller aldı
Neden ben derviş miyem

Kim verecek hesabını;
Alınanların, verilenlerin, insanların;
Kim tutacak yasını bunca yitenin?

Seni vermem ellere
Leylim aman

Bir gündoğumu hızında,
Kavuşmanın hasreti âşığın sızısında;
Deli derviş, deli divane, dengi dengine;
Cânân, ölümün koynunda.

23 Aralık 2015 Çarşamba

Geyikotu

Bin çiçek açmış vadide söz edilir mi benden,
Kaçıp gidebilecek insan, hayat dediği o tenden;
Kızıl güller saçılmış ufuktaki emelden,
Kopup gelirim, ben geyikotu.

Sözün doğumu acı seninkinden ey kadın!
Dinlediklerinin sancısı yakar içimi ey kadın!
Sadakat yazgısıdır erkeğin ey kadın!
Fısıldarlar kulağıma, susarım, ben geyikotu.

Gümüş kanatlı kelebeğin altın ölümü,
Şimdi düşlerin lacivert mezarına gömülü;
Cem'e bir kadeh, kaynamış kandan, ödülü.

Gün içi, üzerimde bin bakış gezici,
Bacalardan tüten duman üzerimde geçici;
Ruhum, geyikotundaki elemi seçici.

22.12.15

Derler ki geyikotu dindirirmiş doğum yapan kadının acısını. Dindirir belki dedim onun adını anmak, şiir yazan birinin de sancısını.
Derler ki geyikotu iyi gelirmiş kansızlığa. Belki iyi gelir dedim onu anlatmak, yaşamaya çalışan birindeki cansızlığa.

20 Aralık 2015 Pazar

Oda Müziği

Bir odaya kapatılmışım,
Kendimle baş başa.
Durdurun şu akan zamanı diye bağırıyorum,
Çağırıyorum;
Günler önümde kül,
Sesleniyorum;
Durdurun dönüp duran dünyayı.

Bir odaya kapatılmışım,
Seninle baş başa.
Gözlerin engerek, süzülür karşımda,
Isırır dudaklarımı kenarından,
Koparır bir parça, yanağımdan.
Lav saçar gözlerin ve yakar dilin;
Kapılmışım gözlerinden nehre,
Suyun akışına bırakılmış;
Geceye çivilediğim yıldızların ışığı altında,
Kapanıyorum;
Koyu karanlıklara bürünmüş aydınlık ayakların dibinde,
Yatıyorum;
Seslen, adımla seslen bana,
Senden koptukça ben'leşiyorum.

Bir odaya kapatılmışım,
İnsanoğluyla baş başa.
Bir o beni öldürüyor bir ben onu doğuruyorum,
Ölümlerle doğumların farkı kalkıyor aradan,
Sessizlik, yeni bir ân bu,
Anlıyoruz;
Lanetlenmiş hayatın bir parçasıyız,
Boz renkli.

Bir oda,
Oda müziği,
Senoda.

17 Aralık 2015 Perşembe

Kulağımda Hiç Durmadan Yankılanan Bir Ses: Ingmar Bergman'ın "Fısıltılar ve Çığlıklar" Filmi Üzerine

Kulağımda Hiç Durmadan Yankılanan Bir Ses:
Ingmar Bergman'ın "Fısıltılar ve Çığlıklar" Filmi Üzerine

"Ağlayan biri var. Kimse duymuyor mu?"

Ingmar Bergman'ın Çığlıklar ve Fısıltılar filmi uzun yıllar sonra bir araya gelmiş üç kız kardeşin hayatlarını, düşüncelerini, karakterlerini ve yaşama yaklaşımlarını gözler önüne seren bir başyapıt. Agnes -ölmek üzere olan kanserli bir kız-, onun başında bekleyen Maria ve Karin -kız kardeşleri-, Anna -hizmetçi-. Her şey bu üç kişinin etrafında geriye dönüşler ve güncele varışlarla süregider.
Çığlıklar ve fısıltılar insan hayatında hiç eksik olmadığında birey ne yapar? Birey olmak en güç meselelerinden insanoğlunun. Kişi bireyleştikçe çağrışımları, anlamları, sesleri de farklılaşır. Agnes, herkesten uzak süregiden hayatı boyunca yalnızca Anna ile yakınlaşabilmiştir. Hep örnek aldığı annesine benzer zamanla. Onun gibi canlı, hayat dolu bir yanı da vardır soğuk, güçsüz yönü de. Bir kız çocuğu için annesine benzeme arzusu gayet normaldir, özellikle de annesinin güzelliğine hayransa. Agnes için bu sayılanların hepsi anlaşılabilirdir. Ancak geriye dönüşlerin birinde karşımıza çıkan anne profilinde hüzün oldukça ağır basar ve izleyiciye kendisini hissettirir. Agnes, hayatının son deminde annesini anlayabildiğini söyler. Annenin ölümünü bilmeyiz, ancak yaşadığı hüzün ölümüne de aksetmiş olmalıdır. Oysa Agnes'in ölümü huzurludur, sevdikleri yanındadır, aklında bir salıncak sahnesi vardır. Agnes, cennete doğru uçarken geride acı çekmiş bir beden ve kendileriyle cebelleşşen iki kız kardeş bırakır.
Anna. Anne. Anna bir annedir aslında. Annesi gibidir Agnes'in. Şefkati, duyarlılığı, korumacı tavrı. En önemli sahnelerden birisi de memesini dışarı çıkarıp onu emzirdiğidir. Hiç anneliği tatmamış bir hizmetçinin özlemidir bu. Anna, hiç anne olamamış o hizmetçi, biriktirdiği tüm duygularla Agnes'e sarılır. Onun eli kolu, tutamacı olur. Âdeta onu büyütmeye uğraşır. Agnes ağladığında onun yanında bekler, ona dokunur, acıları arttığında sağ memesini ağzına verip yanına uzanır, bazen onu kucağına da alır.
Maria ve Karin bir ölünün yanında iç çarpışmaların hikâyesini gözler önüne serer. İnsanın acımasızlığının, sertliğinin, ölü duvarlarda savrulan duygularının göstergesidir. İnsan, çoğunlukla vahşilikten yanadır. Belki bunda ilk insanın ve soyunun yaşadığı vahşi çevreden etkilenmesinin de payı vardır. İlk insan yaşamak için giyinmeye, giyinmek için avlanmaya, deri yüzmeye, boğaz kesmeye ihtiyaç duyuyordu. O zamanlardan kalan bir iz olsa gerek ki insan hep giderek daha da hissizleşti. Modern insanda ise bu artık son haddine ulaştı. Artık insanoğlu atasını geçmiş vaziyettedir. Ondan çok daha vahşi, sert, duyarsız ve duygusuzdur. Maria ve Karin de bu insandır. Bir ölüm nöbeti tuttukları süreç boyunca hep kendileri ve birbirleriyle çarpışırlar. Herkes mutsuz hayatını bir diğerininkine savurur ve çıkan çarpışmaya bakar. Filmde bu ikisi arasında samimi bir sahne yoktur, hatta birbirlerine en yakın oldukları dokunuş ânlarında bile. Samimiyet de burada bir ânlıktır. Yiten her şey gibidir.
Karin'in eline kırılan kadehten bir parça alıp fısıldadıkları bize, en azından bana, hayatın ne olduğunu fısıldar, fısıltılar;
"-Her şey yalan. Herkes yalan."
Bu fısıltı içimde giderek çığlığa dönüşüyor.
Her şey ve herkes asırlardır yalan. Ben burada Agnes'in değil Karin'in yoluna sapıyor ve hayatın bunun üzerine kurulduğunu düşünüyorum. Hayat, bir gün uyanacağımız kötü bir rüyâ. Benim burada merak ettiğim uyandığımda kendimi nerede bulacağım. Uyumadan önce mutlu muydum acı içinde mi? Bunu bilen yok.
Bergman kimin tarafındadır? Film Agnes'in salıncak düşüyle biter, gözler önüne serilir. Bergman benim tarafımdadır. Hayatın güzel mucizelerinden birini sunarak filmi bitirse de hâlâ Karin ile kalmış olmalıdır. Çünkü bu filmi Agnes'in değil Karin'in çekebileceğini düşünüyorum. Burada varsaydığım tabii ki bu iki kısım içindir. Karin'in buz tutmuş hâli ile Agnes'in duyarlılığı zaten bütün filmi kaplamaktadır.
Karin'in bahsettiğim şarap kadehini kırma sahnesinin devamı da büyük bir bellek kırılması, zihin yarılmasıdır benim için. O kırıktan alınan bir parça yatak odasında içe saplanır. Bu içe saplanış nedir? Bir kadının rahmini dağıtması. Bir kadının akla gelebilecek en büyük vasfı: annelik. -İnkâr edenler olabilir.- Anneliğin yok edilişi. Zaten herkes mutsuzdur. Maria kocasını aldatır. Karin'in ilişkisi çok sathidir. Ancak Karin'in ilişkisi biraz daha farklı bir boyut taşır gibidir. Karin'in kocasıyla veya herhangi biriyle yakınlaşması yok gibidir, hiçbir çekiciliği, kadınlığı da. Belki de buna isyan eder. Kocasındaki bir soruna işaret ettirir belki de. Boşalan kanı yüzüne sürmesindeki amaç nedir, yatağa uzanıp bacaklarını açması, gülümsemesi? Karin çok soru sorduruyor bu geri dönüşte bana.
Mekânlar, atmosfer, kırmızı ve siyah üzerine kurulu yapım, bunlar ayrıca ilgilenebilinecek unsurlar. Özellikle de filmin başında maket evlerin en üstten en alta doğru gösterilişi. En üstteki kalabalık aileli maketten alttaki boş makete serüven. Filmin sonunda da herkes o evi terk eder. Anna bile yollanır. Hikâye maketlerle filmin başında verilir. 
Bir rüyâ. Anna'nın suratında patlayan kırmızı ışıkla kendimizi içinde bulduğumuz. Rüyâ mıdır, geriye dönüş mü, olan mı, olabilecek olan mı, yönetmenin fazladan düşündüğü mü, aktarılmak istenenden bir parça mı, herkesin duygusunu/duygusuzluğunu gözler önüne seren ân mı, filmin özeti mi, nedir bu? Karin hemen kaçar, bulaşmak istemez. Rüyâ diyip çeker gider. Maria biraz yaklaşır. Suratında belki de Karin'in soğuk bulduğu yapmacıklı gülücük. Bir tutam kalsa da çığlıklar eşliğinde sahneyi terk eder. Maria biraz daha uzun kalabilmiştir ama Karin daha duyarlı çıkmıştır, Maria'nınki bir kaçıştır. Anna. Ona ne diyebiliriz? Anne hep vardır ama Anna gibiler hep var mıdır? Anna durur orada. Çocuğunu emziredebilir, hasta başında bekleyedebilir, hatıralarıyla yaşayadabilir. Anna.
Fısıltılar duyarız hep. Rüzgârın sesi, uzakta ağlayan bir bebeğin sesi, salıncağın sesi, komşunun sesi. Ses. Fısıltılara karışır çığlıklar. Kimi fısıldar kimi çığlık atar:
Bergman fısıldar, biz çığlık atarız.

Agnes: Benden korkuyor musun şimdi?
Anna: Hayır, kesinlikle hayır.
Agnes: Ben ölüyüm, görüyorsun. Sorun şu ki uyuyamıyorum. Sizleri bırakamıyorum. Çok yorgunum. Bana kimse yardım etmeyecek mi?
Anna: Bu bir rüyâ, Agnes.
Agnes: Hayır, rüyâ değil. Belki sizin için öyle, ama benim için değil.

16.12.15


13 Aralık 2015 Pazar

Bir Şeytan Taşır İçinde Toplum: Refik Hâlit Karay'ın "Yatık Emine"si Üzerine

Bir Şeytan Taşır İçinde Toplum:
Refik Hâlit Karay'ın "Yatık Emine"si Üzerine


Bir el uzanıyor soğuktan buz tutmuş bedene. Ölü. Gayet keskin bir kelime. Ölü. Yine de umursayan yok. Kötü fiiller akıldan geçmeye devam ediyor. Kuvveden fiile geçmeye ramak var. Yine de gerçekleşmiyor eylem. Sonlanan bir şey var ama asıl soru bunun ne olduğu. Emine'den daha büyük bir şey var ölen veya ölen her şeyin toplandığı yer mi Emine?

Refik Hâlid Karay'ın "Yatık Emine" isimli hikâyesi Emine'nin ölümüyle sonlanır. Hikâye, Osmanlı'nın yıkılışının son yıllarında bir Anadolu kasabasında geçmekte. Durağan bir kasaba hayatının canlanış hikâyesi âdeta.
Hikâyenin Osmanlı'nın yıkılış sürecinde yazılmış olması, yazarın bilinen muhalif tavrı, hiciv yeteneği farklı bir okumayla belki burada da düşünülebilir. Birinci Dünya Harbi'nden yenik çıkmış bir devlet ve bunun sorumlusu İttihad ve Terakki. Metinde Emine halk kadar sınırlı; Devlet, toplumuna Kaymakam ve Mülazım kadar yakın ve ilgili; bütün düşmanlar sanki bir fitilin ateşlenmesini bekledikten sonra hücum ediyorlar, kasabalılar gibi. Metin boyunca da Emine elinden geldiği kadar mücadele hâlinde ama sonunda da başarılı olamıyor, imparatorluğun çöküşü gibi. Kaymakam ve mülazımın gelecekleri belirsiz. Kasabalılar ise ölene çullanmanın derdinde hâlâ, savaş sonunda gözleri dört açılmış sırtlanlar. Bu sembolik okuma metnin akışı için de uygun olsa gerek.

I
Zihin, gerçekleşmesi düşünülen her olaya karşı muhtemel tepkiler üretir ancak hayat bunun çok üzerindedir. Tıpkı Dal Sabri'nin umduğu ve bulduğu arasındaki ilişki gibi. Köhne bir kasabaya yolu düşen bir sürgün nasıl olabilir? Çoğu zaman Yatık/Yanık Emine gibi olmaz belki de ama istisnayla kaidenin arasındaki ilişkiyi burada nasıl tanzim etmek gerek, belki de burada herkes Dal Sabrileşiyor farkında olmadan. Umulanla karşımıza çıkan örtüşmüyor. Kadınlarında cinsellik, erkeklerinde arzu olmayan bu kasabaya Dal Sabri'nin beklediği ahlaksız kadın tiplemesine aykırı düşen bir kadın gelir ve ortaya önemli bir zıtlık çıkar. Yazar daha ilk bölümden hikâyede bambaşka şeylerin olacağını söyler gibidir.

II
İnsan ilişkileri pamuk ipliği misali, her ân çözülmeye hazır. Odacıyla karısı gibi. Bir ânlık şüphe Emine'nin kovuluşu demek. Emine kovulmaya hazır ama onlar kovmaya ne kadar hazırlıklı? Yıllardır hayatlarında hareketlilik olmayan kasaba halkı bir ânda hızlı kararlar alıp bunu uygulamaya koyan insanlara dönüşür. Kimileri bu eylemlere bizzat iştirak ederken bazıları da onu alttan alta destekler. Ölü toprağını silker kasabalılar. İkinci kısmın ilgi çekici hadisesidir bu.

III
İnsanoğlu neden hep yoldan çıkmaya hazır bir vaziyette bekleyip durur; bu, yüzyıllardır anlamlanamayıp varlığımızın karşısında duran bir soru. İnsan, daima dışa meyilli. Onu rayda tutacak şeyler çok sınırlı ve bunu sağlayacak kadar güçlü değil. Kasabaya Emine'nin gelişi de hayattaki bu tür noksanlıkları gözler önüne sermekte. Belki asırlardır her şeyin belli bir akışta devam ettiği kasaba onun gelişiyle çehresini değiştirir. Başta söylenen durağanlık kırılıp yerini canlılığa bırakır. Herkesin unuttuğu bu kasaba birden çokça olaya sahne olan tiyatro sahnesine dönüşür. Kasabanın birine bir kadın gelir ve her şey değişir: Dogville.
Refik Hâlid Karay'ın'ın hikâyesinin yaptığı çağrışımlardan birisi de Lars Von Trier'in Dogville filmi oldu benim için. Uzun yıllardır belli bir örgüde yaşayanların bulunduğu Dogville isimli kasaba oraya gelen genç bir bayanla beraber çehresini değiştirir, insanın içindeki şeytana meyilli ruh dışarı çıkar. Filmle hikâye arasındaki en önemli bağ toplum yapısının onu tetikleyecek bir etkiyi bekliyor gibi oluşudur. İkisinde de ortaya bir kadın sunulur ve bu eksende herkes içindeki şeytanı salıverir: Alaaddin'in lambasındaki cin dışarı fırlar.
Kaymakam, mülazım, hastabakıcı, gardiyan, arzuhalci, konu komşu ve diğerleri. Herkes içinde biriken duygularını Emine'ye karşı harekete geçirir. Refik Halid bir tablo çizer burada okuyucusuna. Tablonun ortasında bir ateş var, gecenin içinde pervaneler. Pervaneler ateşi görene kadar durağan bir şekilde dolaşıp duruyorlar. Ta ki ateşi gördüklerinde içlerinde saklı olan şey uyanıyor. Hepsi yanmaya başlıyor. Ateşi yok edeceklerini zannediyorlar ama aslında farkında olmadan kendilerini yakıyorlar.

IV
İnsan ilişkilerinin hangi denklemler üzerine kurulduğu bugün bile hâlâ meçhul. İki serseri, arzuhalci ile Emine, birbirlerine zor zamanlarında kısıtlı da olsa destek olurken Dal Sabri ise diğerlerinden üstün olduğunu düşünerek kararsızlıklar içinde kıvranmakta. Dal Sabri makamca Emine'den yukarıda olmakla beraber cinselliğinin arzularına yenik düşerek ve bunu başaramayarak ruhça onun ayakları altında ezilmekte. İçine düşen küçük bir kurt onu kemiriyor için için. Mülazım bir memur kadar bile olamamanın acısıyla baş başa bu ara. Bir memur parçasının koynuna aldığı haspayla yatamamanın sıkıntısıyla dolu, bir memur parçası kadar olamama. Makam yükseldikçe ruh düşüyor sanki, bir denge kuruluyor. Makamı Dal Sabri alırken Emine ruh alıyor ve birbirlerini farklı noktalardan kuşatıyorlar, birinin sahip olduğu diğerinin noksanı, ikisi birleşse ne olur. Olmaz, bu ikisi birleşemez, buna meyli yoktur.

V
Metnin başında olduğu gibi. Ölü. Başlayan şeyler sonlanıyor belki de. Kasaba yeniden hissizleşedebilir, bir kere alev aldıktan sonra yangın her yana da sıçrayabilir. Bunun tam orta yerinde de yazarının objesi Emine durur ve zamanı gelince ölür.
İnsanoğlunu bu kadar zalim yapan kim, içindeki kin tarlasını ona intikam orağıyla biçtiren ne, uzun zamandır saklı tuttuğu sırların âdeta birikmişliğin öfkesiyle dışarıya vurulması niçin? Durgun göle atılan taş sıçrayıp göğe değiyor ve o yarıktan akan su Nuh Tufanı'na neden oluyor.
Emine öldüğünde ardında yaşayan bir şey bırakmıyor.

10.12.15

27 Kasım 2015 Cuma

Ruhunun Köşeleri Avuçlarıma Batıyordu

Ölüyordum ve hiçbir melek ziyaretime gelmiyordu,
Papa beni aforoz ederken,
Rahipler incilden sokaklarda küfürden düşler kurarken,
Cayır cayır yakıyorlardı beni bir kuru dala bağlayıp.

Ruhunun köşeleri avuçlarıma batıyordu,
Ben İsis'im diyordu, senin Mesih'inim;
Göçüp göğe ağıyordu beni yüzüstü bırakıp,
Avuçlarımda kan, ben bakakalırken.

T beni terketti Papa diyordum,
Diz çöküyordu rahibeler, dillerinde yalanlar;
Bir avuç külden insan olmayı umarken,
Yakılıyordu gönlün Roma'sı âşkın Neron'unda.

Ruhunun köşeleri avuçlarıma batıyordu.

20 Kasım 2015 Cuma

Âh mine'l-dilek

I: Gizin Peçesi
Mavi bir peçeydi özünü saklayan gözünün,
Erguvan ağacının.

II: Doğmayan Güneş
Seni bekliyordum Mehdi diye,
Ben bekledikçe sen gelmiyordun,
Gelmeyişinle sana olan inanç yiterken.
Yiten her şey yokluğun kül vadisinde,
Bir erguvan ağacının dalında asılı:
Oysa ben senin gelmeyişini de seviyordum.

III: Göğe Dayanmış Merdiven
Kaç yol var gökten yere inen,
Kaç yol yok geri dönen?
Bir aldatmacanın orta yerinde duruyorum,
Aklımın duvarları içine sıkışmış,
Gönlün camdan kentleri yıkılmış.

IV: Çoban Yıldızı Masalı
Gidiyorsun çoban yıldızı,
Bırakıyorsun beni böyle.
Bir savaşın ortasında silahsız yürüyorum,
Her yanda ölüler, arasında yürüyorum.
Beni duyan yok,
Herkes gibi gidiyorsun çoban yıldızım.
Yitmiş bir sevgili, sıcaklığından uzağım,
Doğmamış çocuklar, dikilmemiş kefenler arasında;
Gelecek günlerin getireceklerinden,
Mahrum insanlığım.

V: Yitik Ben
Âh mine'l-dilek diyorum düşerken gönlüne,
Çok yüksek.
Avuçların sıcak ve ruhun üşümüş,
Yitiyorum.
Yitik benliğimin ülkesinde,
Seviyorum.

14 Kasım 2015 Cumartesi

İnsan

İnsan, gerçekte ne kadar değerli? Bir denklemin parçası olmaktan ileriye gidemiyoruz gibime geliyor çoğu zaman; çoğunluğu oluşturan, sayımlarda ortaya çıkan herhangi bir rakamdan fazlası değiliz. Dünyadaki yedi-sekiz bilmem kaç milyar insandan birisiyiz yalnızca ve ben, yetmiş-seksen bilmem kaç milyonluk bu ülkede yalnızca bir kişiyim, hiçbir anlam ifade etmeyen. Ölümüm de yaşamım kadar bir rakamdan ibaret olacak. Belki bir bombalı saldırıda ölen yüzlerce kişiden, belki kuş gribinden ölen onlarca kişiden, belki bu yıl ölecek bilmem kaç kişiden biri olmaktan öteye geçemeyeceğim. Acı sınırsızdır ama gözyaşları sınırlı ve hiç kimse sonsuza kadar ağlayamaz, bulutlar hariç, ki onların da damlaları kuruyor gibi. Rakamlardan başka bir şey değiliz aslında ve asıldan uzaklaştıkça anlamımızı yitirmekten başka bir şey yapmıyoruz.
İnsan, gerçekte ne kadar anlamlı? Sanırım hiç. Kendi kendine fikirler, duygular, hassasiyetler, soylar oluşturup çekip giden etten bir parça. Ahiret varsa da bu dünyayı etkilemiyor, yalnızca sonrasına dair bir ışık tutuyor. İnsan, daha bu dünyayı halledememişken kaldı ki diğer taraf... Yorgunluk var yalnızca bedenlerin üzerinde. Anlamlanamamanın sancısını yaşıyor modern insan. Tekerleğin, ateşin, sarkacın bile anlamını yitirdiği, geride kaldığı bu yüzyılda insan, her şeyden daha değersiz. Çoğunluğu oluşturan rakamlardan başka bir şey değiliz.
İnsan, gerçekte ne kadar var? Yok aslında. Tüm ürettikleri öldüğünde kaybolan bir varlıktan bahsediyoruz. En fazla iki kuşak sonra unutulup tarihe karışacak bir şey. Bir aktarım ne kadar ileriye etki edebilir, insan için, sürekli soylar birbirine dolanırken dna örneğinde olduğu gibi. Bir araya gelip geçici bir süre el ele veren guanin-sitozin ve bilmem ne-bilmem ne sarmalından fazlası değiliz.
İnsan, gerçekte ne kadar kendi? Yine hiç. Sürekli dış etkilere göre kendini biçimleyen, tepkilere doğru eğilimler geliştiren, olabildiğince esnek bir yapı. Bu varlık yalnızca hiçler üzerine kurulu. Hiçlerin bu kadar fazlalaştığı yerde anlam da değer de ölüyor ve geriye et kalıyor. Ruh, bu etin içinde hapsolduktan sonra ne kadar değerli ki, bu kadar kirli, paçavra, ucube, cüzzamlıyken. Kirli bedenlerde temiz ruhların hayali. Düşler güzeldir gerçeklerle karşılaştırıldığında.
İnsan, anlamlanamamanın acısını yaşayan varlık, ölümsüzlüğün peşinde asırlardır koşan, bir ad bile olsa geriye bir şey bırakmak arzusuyla dolu olan, bir hiçsin ve aslından uzak.

10 Kasım 2015 Salı

Jeny'ye Mektuplar

Belki bir gün gelirsin Jeny, yeşil çimler üstünde ayak izlerini bırakarak, üzerinde cennet beyazı bir elbise, belki bir gün gelirsin.
Hayatın hep ihanetlerle kesiştiği noktada duruyorum, yitirişlerle, kaybedişlerle, yok oluşlarla, aldanışlarla, yıkılışlarla kesilen. Ne bana başka bir hayatın olduğunu gösteren var ne de böyle bir hayat olduğuna dâir ibare, ipucu, emare.
Gördüğüm her şey bir acıyı müjdeliyor göğsüme. Acı şehirleri var gönül vadimin üzerine kurulmuş ve tuğları göğe doğru dikilmiş. Şimdi bu şehirlerden ardı arkası kesilmez kara dumanlar yükseliyor göğe, kim bilir hangi yandan tutuşmaya başladım gene.
Jeny, kaç kez umutsuzluğa düşerse bir insan, ondan daha fazla düştüm ben bu tuzağa ve her seferinde beni kurtarman için seni bekledim. Sen Jeny, yağmurun hemen ardından açan güneşimsin benim. Sen Jeny, karanlık gecenin tam orta yerinde gözümün ışığı olan ayımsın benim.
Bir eş, bir çocuk, bir dost, ne eksiğim varsa hepsinin toplamısın sen Jeny, yerçekiminden daha fazla beni kendine çekensin. Sen benim kelimeleri öğrendiğim kaynaksın Jeny.
Koşmak istiyorum yine hiç durmadan yıllarca. Asırlara uzanan biriyim, omuzumda dünya, çalkalaya sallaya koşuyorum. Omuzlarımda dünya, koşuyorum.
Belki bir gün gelirsin yine Jeny. Ahşap bir evin balkonundan gözümü dikip baktığım ovada seni tekrar göreceğim ânı bekliyorum. Beklemek, her şeyden zor aslında. Sabır, bir acılar toplamı mı yoksa hep böyle mi denk geliyor? Mutluluğa sabretsin artık birileri de. İnsanoğlu çok tekrara düşüyor artık Jeny. Tüm duygular bir tekrara düşmekten ibaretmiş gibi oldu. Belki Âdem olmalıydım belki Habil ve hatta belki de Kabil, ne olursa olsun bu üçgende olmalıydım çünkü bu, benim tekrara düşmemi engelleyecek tek ihtimalimdi. Ya Âdem olmalıydım ya Havva ya da Azâzil, bu daha da önce benim özümün oluşturacağı tek yoldu. Tüm bunların dışında sürekli kendini tekrarlayan insanoğlunun bir parçası oldum, acı çağında.
Acı çağı bu, tüm kaybettiklerimi andığım, Jeny.
Ne güzel adın var Jeny.
Belki bir gün sana gelirim Jeny.

Forrest Gump



5 Kasım 2015 Perşembe

Bakır Venüs'ü

Eritip Venüs'ü bir aynada,
Biriktirdim camlar ardında;
Bakır rengindeki günü,
Saklayıverdim ışık huzmesinde.

Çınlayan kelimelerle örtüp bedenini,
Dilsiz cümleler giydirdim üstüne;
Zaman tutkununun kum saatini,
Kırıverdim yitik doğum ânında.

Kararmış gün,
Kızıla çalan göz,
Her şeyi bilen söz,
ve sen, köz.

Bakır Venüs'ü,
İçimde eriyik.

23 Ekim 2015 Cuma

Yolunu Yitirmiş Bir Keçiydim Ben

I
Yolunu yitirmiş bir keçiydim ben;
Büyük ayıyla çarpışıyordu bakışları yolunu yitirmiş bakirelerin,
Kulağında salınan inci küpe düştüğü yerde gedikler açıyordu,
Kaçıyordu, kaçıyordu, kaçıyordu insanlar,
Gökten yağmur değil kan yağıyordu,
Diz çökmüş insanların üzerine üflüyordu şeytan,
Kimse bilmiyordu,
Yolunu yitirmiş bir keçiydim ben.

II
Bir geminin küpeştesinden aşağıya bakıyorduk hep beraber,
Suyun dibinde soluk bir gerdanlık gibi izi yitirilmiş geçmiş,
Nereye gidildiğini bilmiyorduk, yitirilmiş geçmiş,
Vaatte bulunan herkes insanın ruhunu çalıp da gitmiş,
Sabrediyorduk, bekliyorduk, umut ediyorduk,
Ölüyorduk en çok da,
Kimse bilmiyordu,
Yolunu yitirmiş bir keçiydim ben.

III
Yansıması nergise vuruyordu suyun, kendini görüyordu,
Bir gözyaşından oluk oluk pınar akıyordu,
Her şeyi ters çevirirken en çok da insan döneniyordu,
Dağ başlarını bekleyenlerin evlerine kar yağıyordu,
Avlıyordu, avlanıyordu,
Kendi kendine putlaşıp severleşiyordu,
Kimse bilmiyordu,
Yolunu yitirmiş bir keçiydim ben.

IV
Gök yalnızca bir boşluktan ibaretti çoğu zaman, üzerine yıldızlar asılı,
Âh, âh, binlerce âh kurduğumuz masallara, tutunduğumuz sandallara,
Alabora olduk işte düştüğümüz bu son umudun içinde,
Yokluktun sen, yokluk, koyu boz renginde bir yokluk,
Bakışlarından belli, atan Âdem'i hiç görmediğin sözlerinden belli,
Varlık değilsin, binlerce âh, tutulmamış sözlere,
Gülüyorduk, ağlıyorduk,
Hayatın anlamını araştırırken ölüyorduk,
Kimse bilmiyordu,
Yolunu yitirmiş bir keçiydim ben.

V
En çok Âh Ağacı'nı mı sevdim,
Nedir bu dilimden hiç düşmeyen sözler beni darmaduman eden,
Kelam mı çaldım yoksa arşın kutsal yerinden kendim bile bilmeksizin,
Nedir bu peşimi bırakmayan cinler periler,
Durmadım hiçbir ağacın altında bir elma düşer de yitiririm diye kendimi,
Kaçtım, kaçtım, kaçtım ben insanlardan,
Bir parça koparırlar diye sırrımdan, sırrını sakladım sırdan,
Rüzgâr ülkesinde şehzadeler ölüyordu âşk pelerinli cadının oklarından,
Kimse bilmiyordu,
Yolunu yitirmiş bir keçiydim ben.


22 Ekim 2015 Perşembe

Hüzün Kovanı

Bir hüzün kovanıydı gözlerin,
Gün ışırken oluşmuş çiğ taneleri;
Kopan tespihten dağılan boncuklardı bakışların,
Sürekli tekrarlanan.

Dağ kahverengisi bakardı gözlerin;
Buram buram bir sis kaplardı etrafını,
Tane tane üşürdü ellerin,
Buruk buruk tutulmuştu dilin sözcükler kördüğümken:
-Hangi kördüğümdür gördüğüm, göğsündeki?-

Bir hüzün kovanıydı ölüm benim için;
Bir tutuklu kalmadan ibaret,
Birleşmesinden zıt kutupların,
Birliğinden sonsuz elem taşıyan ruhların.
Bir hüzün kovanıydı gömülenler için mezar,
Yaşayanların içi sızlar.

Akşam, yine akşam, daimî akşam,
Sürekli gözlerimin gördüğü.
O, durmadan yolunu gözlediğim,
Sabahın yolunu bağlar
ve ölü yollar, ...

8.10.15

20 Ekim 2015 Salı

Uyan

Uyan,
Artık dünyada değilsin.

Kan yağıyor gökten,
Yolunu şaşırmış satırlar.
Kör bıçakla kendini oyan insan,
Ağzını, burnunu, kulaklarını çizen,
Bir düşten ibaret sanıyor her şeyi.
Büyüsü bozulmuş kentlerin;
İnancın yitirildiği mâbetlerde insan da yitiriliyor,
Bir papaz cüppesinin altında tanrı da öldürülüyor.

Uyan,
Artık dünyada değilsin.

Cevize oyduğun gözler kan çanağına döndü,
İçi boş bedenlerden ibaret.

Uyan,
Artık dünyada değilsin.

ve bir mısra da sana söylemek isterim sevgilim,
Camdan kalbine, candan kentine,
Yıkılacak kurulan tüm düşler;
Düşüşler, insan için.

Ben, hiç doğmamış bir çocuk,
Hep gebe karnında.

18 Ekim 2015 Pazar

Kalbin Orta Doğusu

Hiç aydınlanmamalıydı gece,
Elini hiç uzatmamalıydın;
Gönül öyle suskun, ten öyle durgunken,
Geçip gitmeliydi bir ömür,
Hiç farkına varmadan.

Kafese doğmuş kuşlar hiç salınmamalıydı göğe,
Kırık mısraları yeni sözcüklerle onarmaya kalkmamalıydık;
Dil çatlaklarına dudaktan merhemler sürmeye,
Ruh çiziklerine âşktan sargılar yapmaya,
İnsan olmaya kalkışmamalıydık hiç.

Yaklaşan savaşın kokusunu barıştan,
Kelimelerin biteceğini acımızdan anlamalıydık;
Gönül öyle viran, sevdanın içinde hicran varken,
Yaşamaya çalışmamalıydık,
Hamurumuza toprak karmaya.

Kalbim, Orta Doğu'su dünyanın,
İçim, bitmez tükenmez bir savaş diyârı;
Kan hiç dinmez, ağıtlar hiç susmaz,
Üzerime basıp geçenler hiç eksilmezken,
Şiir söylemeye kalkışmamalıydım.

10 Ekim 2015 Cumartesi

Çoban ve On Üç Keçi Hikâyesi

Gecede bir keramet vardır, göğsüme masallar/hikâyeler koyar.
(Göğe akıp - kimine göre- bilinmez olan bir çoban ve on üç keçisinin anlatısıdır bu, on yedi koyunu dünyaya miras bırakan.)

Çok yalnızız, dedi ozan ve hırkasını çekiştirerek biraz daha sokuldu sönmek üzere olan ateşe.
Bir çoban vardı, büyük dağın eteklerinde yaşayan. Gündüzleri on üç keçisini ve on yedi koyunu otlatırdı engin vadide. Sanki insanlık var oldu olalı o da o dağın eteklerinde yaşardı. Üzerinde hep kiremit kırmızısına çalan bir aba olurdu, yamalı. Ne ailesini bilen vardı ne de onun adını bilen. Yalnızca çobandı o. Uzun kış gecelerinde toplanılan köy odalarında onun büyük dağın bekçisi olduğu da söylenirdi, evliyadan, ermişlerden olduğu da, Nuh'un gemiye binmeyen oğlu olduğu da. Kimse tam olarak bilmezdi onun kim olduğunu. Derlerdi ki onun hakkında, sakallarının kırmızısı ateşe, saçlarının sarısı güneşe renk verirmiş. Hayvanları susadığında elleriyle yağmur yağdırır, çadırına su aktığında dudaklarıyla göğü sustururmuş. Onun Raad'ın oğlu olduğunu söyleyenler bile vardı başka köylerden efsane taşıyıcılar arasında. Hep efsanesi dolaşırdı ama kendisini gören çok azdı. Zaten kimse yanına yaklaşamazdı, korkudan mı hürmetten mi her nedense. Bence o herhangi bir şeyin oğlu değildi, babam derdi çünkü, tüm bildiklerini ölüm döşeğinde bana anlatırken/aktarırken. Onun o kimsenin bilmediği hikâyesini anlatmıştı bana. Dün gibi aklımda, hani şu hiç bitip de bugüne ulaşamamış dün gibi, körpe dün gibi, dün/dûn. Demişti ki babam bir yudum su istemeden az önce onun için; o, bir ıssız adammış, kendisini hapsedermiş kayalıklara, mağaralara, çünkü onun bir aradığı varmış. Bir aradığı olan ya hep onun peşindedir derdi babam ya da onu hep içinde taşır da o yüzden herkesten saklanıp kendini bir yerlere hapseder de onu anar. Onun bir sevdiği varmış. Derlermiş ki onun için, o sevdiğinin hayali onun gönlüne birkaç satır yazıdan düşmüş. Çoban, on üç keçisini dağda güderken -daha yokmuş o zamanlar onun on yedi koyunu- üzerinde üç beş kelam olan bir kâğıt parçası bulmuş. Okumuş, defalarca, defalarca, güneşin kırmızı ışıkları mavi göğü yarana dek, okumuş. Ne okumuş, bilen yok, neyden okumuş, duyan yok. Yine başka köylerden gelenler okuduğunun bir büyü olduğunu söylüyorlarmış, bu topraklardan kaçan eskilerin bıraktığı belalardan diyenler de var, kâğıdın aslında boş olduğunu fakat ilahî bir şekilde ona dolu gözüktüğünü söyleyenler de ama babamın bana dediği, kâğıtta çok kısa bir hikâyenin yazdığı. O günden sonra çoban dağdaki yerinden hiç dışarı çıkmamış. Köydekiler ölmüş dirilmiş, gömülmüş kundaklanmış ama o hep oradaymış. Kimse onun yüzünden de büyük dağa çıkamazdı, dağ bütün heybetiyle korkuturdu halkı. 
Zamanın birinde bir adam varmış. Adam köye yeni taşınmış bir afsuncunun kızına âşık olmuş. Göğsü âşk denilen canavarın izleriyle parça parça olmuş adamın. Kızın babası da vermemiş ona sevgilisini, gözü bir zengin beyin varlığındaymış. Gel zaman git zaman âşık düşmüş sevgilisinin yollarına. Gündüz ayak bastığı toprakla beslenmiş, gece kokusunu bıraktığı kıyılarda uyumuş. Ailesinden de kopmuş nihayetinde insanlardan da. Hatta aklından da kalbinden de kopmuş, derlermiş onun için. Adam yalnızca ruhtan ibaret kalmış bir süre sonra. ve kız gitmiş bir gün. ve gitmiş bir gün. ve gitmiş.  gitmiş. Adam onu aramış yıllarca, sakalına ilk ak düşene kadar. O ilk ak düştüğünde anlamış her şeyi. Gördüğü her şey bir yanılmadan ibaretmiş. Sevgili yalnızca sûret, onu aldatan. Sevgilinin hiçbir zaman onun olmadığını anlamış. O hep başka diyarda. Sonunda afsuncunun peşine düşmüş adam. Buhara'dan Semerkant'a kadar gitmiş onun izini sürüp. Âşkın peşinde bir ömür. Bulamamış onu, ne Konstantinopolis'de ne Bağdat'ta. Hiç durmadan aramış adam. Âşk, demiş; nedir Allah'ım, beklemiş. Ta ki ölüm günü gelene dek. Hep kalmış onun şehrinde sonra. Sevgili gitti demiş, gitti demiş, gitti demiş. Nâmeler göndermiş dört bir yanına dünya denilen mezarlık avlusunun. Sonunda ölüm gelip çatmış kapısına. Ağzından kıpkızıl ciğer kanı geliyor, her nefeste bir parça vurup parçalanıyormuş duvarda. Sonunda bir kâğıt istemiş yanındakilerden ve işaret parmağını dudaklarına götürüp kana bulayarak tek bir cümle yazmış: ve gitti bir gün.
ve gitti bir gün, yazıyordu kâğıtta; oldu babamın son sözü. Dudağının yanında bir damla kan görmeden önce ondan duyduğumuz son sözdü bu. Babam bir daha hiç konuşmadı.
Derler ki o çoban da kâğıdı bulduğunda efsanenin gerçek olduğunu anlamış. İyi de der insanlar, bir efsane gerçek olsa da bunda insanın aklını kaybetmesine neden olacak ne var. Bilmez ki insanlar, insanda aklını korumaktan büyük azap ne var... Bir delinin hürriyetinden mahrum pîrler... Bilmez ki insanlar.
Çoban o kâğıdı abasının iç cebine koymuş ve bir daha hiç eline almamış. Günden güne o adamın yaşadıklarını tekrarlamış içinde. Dağdaki her çiçekte sevgilinin kokusunu duymuş, her yerde onun ayak izlerini aramış. Ceylanlara, tavşanlara, uğur böceklerine, ateş böceklerine onu sormuş. Kuşlar uçurmuş gökyüzüne onu bulsunlar diye, kelebekler kurban etmiş. Hiçbir cevap gelmemiş ama onun elemi giderek artmış. Bilinmedik bir sevgilinin âşkı düşmüş gönlüne, onu odlar içinde yandırmış. Çoban yerinde duramaz olmuş o günden sonra.
Çoban bir gün uyandığında artık o âşık olmuş.
ve gitti bir gün.
Âşk, bir büyük acı, boynunda duyduğu kurbanın kesilmeden hemen önce. Âşk, bir büyük elem, soyunu yitirenin avuçları arasında tutup mezara gömmek zorunda olduğu. Âşk, bir büyük keder, bir tutamla cenneti kaçırmış adamın göğsünü parçalarken hissettiği. Âşk, bir büyük...
Çoban, meğer büyük bir yemin etmiş günün birinde. Büyük dağın zirvesine çıkıp tüm yeryüzünü ayakları altına almış. Dağın tepesinde Tanrı Mağaraları varmış.Orada kalırmış ondan bir haberci. Çoban, bir adakta bulunmuş orada, haberciye bildirmiş. Gönlündeki eleme karşı sunmuş bunu. Âşkın onu düşürdüğü yangınlarda kavrulmuş. Saçı sakalının kızıla çalması ateştenmiş hep.
O günden sonra çobanın yüzünü gören hiç olmamış. Bazıları abasını gördüğünü iddia eder dururmuş. Yalnız o günden sonra çobanın on üç keçisi de kaybolmuş. On üç keçinin göğe akıp ayın yanına eriştiğini, dolunay çıktığı vakit yeryüzüne bakıp çoban için sevgiliyi aramaya devam ettiğini söyleyen veliler de olmuş, deliler de. Yalnız on yedi koyuna ne olduğu biliniyormuş.
Derler ki çobanın kaybolduğu günden sonra on yedi koyunun hepsi bir yöne gitmiş. Hepsi bir ağaç gibi kök salmış gittikleri yerlerde. O ağaç gibilerin de her biri bir merkez olmuş ve köyler kurulmuş etrafına. Bu etraftaki on yedi köyün işte o on yedi koyundan meydana geldiğini, bu köylerde yaşayanların da o on yedi koyunun soyu olduğunu söyleyenler olmuş atalar arasında.
"Çok yalnızız", dedi ozana doğru, halkanın en sonunda oturan bembeyaz sakallı ihtiyar, "yazıyordu".












8 Ekim 2015 Perşembe

Bir Örümcek Örüyor Zihnimi

Bir örümcek yuvasını oyuyor zihnime, hissediyorum;
Kımıldanışlarını, dokunuşlarını, kavrayışlarını,
Kıvrımlarımı hiç durmaksızın ağa bulayışlarını;
Bir örümcek örüyor zihnimi.

Ağlar arasında tuzağa yakalanmış düşüncelerim,
Can çekişiyor benden yardım dileyerek:
Yem olmada cahilliğe dehanın inci tozları,
Bir örümcek örüyor zihnimi.

Asırların biriktirdiği yaşanmışlığın küf kokusu vuruyor,
Her köşe bucağa, yavru örümcekler çıkıyor yakadan
Yöreden / hepsinde geçmişin izini taşıyan sivri dişler;
Bir örümcek örüyor zihnimi.

Yılları biriktirdiğim defterlerim giderek soluyor ve
üstüne yerleşiyor geçmiş zaman avcıları,
Yok eden maziyi, zehirleyen âhiri,
Bir örümcek örüyor zihnimi.

4.10.15

1 Ekim 2015 Perşembe

Sarı Engerek / Seni İsterdim

Örtüler altındaki aynaya anlatmak isterdim seni,
Hazine başında bekleyen sarı engereğe,
Hep yol gözleyen hapsolmuş yüreğe,
Gönül ağacının altında uyuyakalmış düşlere.

Her kapıyı çalanın içeri alınmadığı handa dillendirmek isterdim seni,
Önünde can alıp can verdiğim otağda,
Kuş olup kanatlandığım, koza olup tırmalandığım,
Her bendimi yırtıp çıkmak istediğimde karşımda görmek isterdim seni.

Gece zorluydu, yolumu keserdi,
Sana ulaşan yolların hepsini düşmanlar beklerdi,
Gönlüm bir kuş olup avcuna konmayı dilerdi,
Arap çöllerinde susuz kalıp sayıklamak isterdim seni.

Bir sarı engerek,
Bekler seni,
Şimdi,
Benim için.

26 Eylül 2015 Cumartesi

Kızıllığında Şafağın

Kızıllığında şafağın,
Kan tutmuş gövdesi toprağın;
Yüzümü yalayıp geçen rüzgâr,
Kulağıma sırlarını fısıldar:
Kapan kurmuş gece,
Seyreder;
Elinde kandille gündüz,
Resmeder:
Kader kitabını okuyan Rabbi,
ve koşuşturan melekleri;
Dergâhın avlusuna dökülmüş,
Kara örtülü müritleri.

Kelimeler örtüye büründü,
Onu yazan sır kalemi de;
Her şey meçhule giden bir gemide,
Gönül limanı yolcusunu bekler.

Şafağın kızıllığında,
Mezarlıkta açan çiçekler,
Boy verdiğinde göğe,
Bir bir vedalaşıp gidecekler;
Her gelenin kalacağı ebedî yurdunda,
Kendisine hamak salacaklar;
Boynu vurulmuş insanın,
Derisini ay ışığında yüzecekler:
Azrail, diyecekler, yazgıyı yazanı unutacaklar;
Kader, diyecekler, yemin ettikleri günü örtecekler;
Rahme düşen bebek gibi,
Çarşafa bürünen kadın gibi,
Sarığın altına saklanan mürit gibi,
Denize kaçan şeytan gibi,
İnsan gibi,
Dibi göğe yakın.

Ölü sırlara hayat üflemek için,
İsa'nın nefesini çaldım göğünden/göğsünden.

22 Eylül 2015 Salı

Dile'ye Ağıtlar II

Göğsümde uyuyakalmış bir düşsün Dile.

Ganj Nehri'nin kıyısında,
Yenidoğanları suya bırakıyorlardı sevgilim;
Hepsinin adını Buda'nın tapınaklarına kazıyıp,
Bir bir merdivenleri çıkıyorlardı;
Ben inerken gerisingeri.

Filler koşmaya başlıyordu gönül ovamda;
Timur'du, İskender'di, Bâbür'dü gözüken,
Göğsümü eziyorlardı.

Hint kırmızısına çalardı gözlerin kızdığında,
Kına kırmızısı, kiremit;
İrlanda kırmızısına çalardı bazen,
Nehirlerimi kana bulayan.

Peygamber inmiyordu gökten sevgilim,
Buda ağlıyordu.
Gözlerin aydınlatmıyordu gece önümü sevgilim,
Şiirini yazmakta zorlanıyordum.

Saçlarından ördüğün kilimleri seriyordum fillerin üzerine,
Sefere çıkıyordum ilk günkü gibi,
Gecenin ordusuyla savaşmak için dolunay meydanını arşınlıyorum,
Rehberimken sesin.
Her mağlubiyet bana seni hatırlatıyor şimdilerde sevgilim,
Fil üstünden düştüğüm günü, çamura gark olduğum.

İlli han kovuldu şehrinden,
Sığındı eteklerine;
Yıldızlar ektiğin çardağında,
Râm oldu sana,
Sevgilim.

18 Eylül 2015 Cuma

Dile'ye Ağıtlar I

Gönlümün çorak vadisinden,
Sana sesleniyorum Dile.

Dilim ney ile yoldaş,
Sırdaş.
İçimde bir büyük boşluk;
Köküm toprağa karışır,
Bir yol arar kendine,
Ya şekere ya tuza ulaşan.
Ya boy verir uzarım,
Ya zehirlenip içten içe kururum;
Yine dilimde sen,
Neye can veren, ruh üfleyen.

İçimden sana ağıtlar yakmak gelir Dile,
Ney ile içimin hüznünü kusmak.

Bir yaz gecesi gülümsemesi beliriyor üstümde,
Sıcak bir soluğun varlığını duyuyorum,
İçim dışıma karışıp sonlanıyor,
Kelimeleri akıtıyorum sana doğru.
İçim hep bir hüzün yuvası Dile.

Bu yaktığım kaçıncı ağıttır, diyorum;
İnsan başına kaç ağıt düşer?
Dile, benden sana kaç yol uzanır;
Sen kaç yolumu kesersin, hep yolumu gözleyip?
Dudaklarının susuzluğundan kavruluyorum,
Toprağının yakıcılığından;
Dile, ağıtlarımdan zehirleniyorum.

16 Eylül 2015 Çarşamba

Yitik Mezopotamya / Bir Adın Kalır Geriye

Kaşık gibi yüzün kayboldu,
Suya vuran yansımada.

Nergisler ovasına bir damla düştü,
Zift gibi.

Bir adın kalır geriye,
Onu da silmezlerse.

Yeşil gök, tunç deniz, kızıl haziran;
Düşlerin düşüşe açılan penceresi,
Uykuda insanı bekleyen karanlık;
Yalnız kaldığın kalende can bulur,
O da yiter gider bir gün;
Bir adın kalır geriye,
Onu da silmezlerse.

İskender'in at koşturduğu coğrafyadan,
Yitik mezopotamyasından gönlün,
Nice kısrakların koşturduğu ovadan,
Yine atlılar gelir bir gün;
Ellerinde tuğ diye sevgilinin saçları,
Âşk kokulu;
O gün kalsa da yitse de bir insan,
Doğan da ölen de yok artık,
Her şey donuk;
Zaman bir yarıktan ibaret,
Sürekli insanı içine çeken.

Yalancıydı Hızır, İlyas, İskender;
Yine sarhoş oldukları bir gün,
Şeytan fısıldamıştı kulaklarına,
Binbir yalan ören insan aklına,
Kandırmıştı onları,
ve âdemoğlunun atasından beri peşinde olduğu,
Arzuyu koymuştu yüreklerine;
Ölümsüzlük, bir düşten ibaret,
Hep kulağa fısıldanan,
ve yitik mezopotamyasında gönlün,
Bir avuntudan ibaret.

10 Eylül 2015 Perşembe

Eylül-elem

Eylül-elem dedim,
Hayat tutamacını bıraktım.

Gri gökyüzünün altında kör buzağılar,
Yollandılar namütenahi toprak üstünde;
Ne başı vardı yolun ne de sonu,
Yürüdüler, topallaya topallaya sürülen izler ardında.
Bir eylül-elem bu,
Duvara atılan özlem çentikleri misali.

Kaç elem örüldüyse kadere,
Kalemin ucu kırılana dek yazmalı.
Sanem, demeli tutup dikilen putlara;
Tapınılmalı, tüm eylemler gerçekleşebilecekken;
Oysa bir yaprak gibi dökülüyor âdem.

Eylül-elem günleri değdi göğsüme,
Kuş olup kanatlandı.

Hüzün kelebekleri kanatlandı geldiğinde mevsimi,
Hazin bulutlar üzerinden seyrettiler,
Haziran buğusundaki gri toprağı;
Gün solmadan, kanatları toza dönmeden.
Han çıktı hareminden, yerde buldu kanını,
Canı gitti cânâna, cânân gitti başka diyâra.

Eylül-elem dağlarına tırmanıyordum,
Sırtımda kırbaç izleri, beni yakan, alev gibi.
Kamburlaşmış bedenim ve yere yakın yüzüm,
Kaldırmaya hiç dermanımın olmadığı.
Kovulmuştum gittiğim tüm şehirlerden,
Bir mâbet arıyordum, sıcak bir sığınak;
Eteklerine gelip yalvarıyordum,
Sana gelecek bir yol arıyordum;
Dağ sırtlarında kayboluyordum.

Her şey nihayetine varıyor;
Eylül-elem diyorum,
Hudutsuz bir sevda.

2 Eylül 2015 Çarşamba

Unuttunbeni Çiçekleri

Unuttunbeni çiçekleri yetiştiriyorum bahçemde,
Saksılar dolusu;
İnsanlığın bağrından koparılmış gözyaşlarıyla sulayıp,
Miras bırakıyorum yarınlarıma.

Unuttunbeni çiçekleri,
Açtı, boy verdi;
Ardında zihnimin.

Unuttunbeni sevgilim,
Oysa ben her gece sana sarılıyordum.
Bin umut ekiyordum gönül tarlama,
Hasat mevsimini bekliyordum.
Ben, seni düşünerek yaşıyordum,
Unuttunbeni çiçeklerini koklayarak her gece.

Nice çiçekler kurudu bir hazin sonbahar gününde,
Kızılca kıyamet vaktinde günün;
Yapraklar döküldü ölüm gibi.
Savruk rüzgârın ateşten kırbaç darbeleri,
Boyun büktü yapraklarına.

Âşk sarmaşıkları tırmandı bak, unuttunbeni çiçekleri,
Sarıp sarmaladı, kucaklayıp döktürdü;
Bir içimlik su miktarı,
Avuntuları kustura kustura öldürdü.

Bir gül-batımı vakti, gün-batımı solukken,
Rüzgârgülü vedalaştı köküyle;
Ayrılıp ağacından yaprak, düşünce ıssız toprağa.
Güneş sarılınca tene, dokununca,
Bir buruk avuntu, dünden arta kalan;
Bitmeyen düş bahçesi, unuttunbeni çiçeklerinin mırıldandığı
ve kulağa hiç durmadan fısıldadığı:
Herkes unutur öncesini, yalnızca ben seni,
Yaşatırım.

Avuçlarım kanadı adını yazarken,
Bir buğu çöktü üstüne.
Kaç yas var içime yerleştirdiğim,
Gelip gidip onuzlarımda taşıdığım,
Âşk diye alev gibi kundaklara sardığım,
Korkmasın, kaçmasın, kanmasın diye sarmaladığım?
Unuttunbeni çiçekleri bitiyor şimdi üstünde tenimin.

Unuttunbeni çiçekleri ektim,
Kurak vadisine gönlümün,
Yalnızca senin tohum saçtığın,
Avuçlar dolusu,
Eflatun kokulu.

Unuttunbeni çiçekleri;
Âh, unuttunbeni.

-Âh sevgilim unuttun beni.-
Unuttunbeni çiçekleri açıyordu penceremin önünde,
Ağlıyordum.
Ne gül kokuyordu odam ne de sen,
Herkes bakıp geçiyordu önümden.
Ne kimse elini uzatıyor ne de teselli ediyordu,
Ölüyordum.
Yalnızlık burcunda oğlaklar koşuyordu dağlara,
Hepsini kurban ediyordum tanrı dağlarında,
Keçiler, yeşil gözlü keçiler avlıyordum,
Öpüyordum alınlarından,
Kusuyordum.
Bin hüzün çöktü şimdi o dağlara,
Eylül-elem dağlarına.

Yeşeren unuttunbeni çiçeklerine sindi kokum,
Yavaş yavaş soldu hepsi.

Unuttunbeni çiçekleri yetiştiriyor,
Eline gül kokusu sinmiş bahçıvan.
Çöl olan kurak bir vadide,
Boynu bükük ağaçlar
ve kabuğuna çekilmiş tüm böcekler,
Kapanmış kendi içlerine doğru,
Yalnızlığın, benliğin ve varlığın özüne.
Geriye kalan yalnızlık, senden artakalan,
Esip geçen sıcak bir yel gibi.

Kırıldı/yırtıldı kalbimin kanatları,
Sen de dikemezsin Hâfız.

Lale kokusu biriktirdiğim avuçlarımı,
Seni soranlara uzattım.
Keskin kelimeler sakladım çarşaflar içinde,
Her gece onlara sarınıp/sarılıp uyudum.
Öncekinin yerini alan yeni bir düş,
Gelip kuruldu hep gönül tahtına.

Unuttunbeni çiçekleri,
Yetiştiriyorum,
Düş bahçemde.

-Durakalıyorsun içimde bir yerde,
Nerede olduğunu bulamıyorum,
İçimde eriyip kanıma karışıyorsun,
Unuttunbeni çiçekleri diyorum.-

Unuttunbeni çiçekleri,
Âh, sevgilim, unuttunbeni.

23 Ağustos 2015 Pazar

Keçi Tarihi

Geceyi yırttım göğsünden,
Bildiğim ne varsa kan revan.
Her dudak ihaneti söyler,
Bilinen ne varsa toz duman.

Yıkılan kalelerin altında yatan ölü,
Tırnakları kararmış, sararan dişleri gibi;
Üzerini örten dokuz tahtasıyla sarındığı bezi,
Koruyamaz onu kimse, kendinden bile.

Her şey bir ân için,
Karganın ölüm getiren çığlıkları,
Sahibin köle sırtında şaklayan kırbacı,
Sevgilinin kara atlar üzerinde gidişi,
Her şey bir ân için, tek bir.

Keçi tarihi, hiç yazılamayan,
Doruk noktası, ölümün yıldızı, kayıp giden,
Dolunayın altında çarpışan bakışlar,
Keçi tarihi, adımla başlayan.

Her suspus oluş bir kabulleniş hatayı,
Durgunluğa yer bırakmıyor insan belleği,
Sürekli kendini tekrarlayan bir bilmeceden ibaret,
Durulmuyor zihnin suları, hep bir medcezir.

Önce oğlun seni reddedecek, sonra soyun,
Sonunda toprak reddedecek, başa döneceksin;
Keçi tarihi, hiç yazılmamış,
Özlemiyle kalacaksın, soyunacaksın.




14 Ağustos 2015 Cuma

Kumral

Seni arıyordum sevgilim köşebucak,
Kudüs'e varıyordum bir koşu,
Ağlama duvarını yıkıyordum,
Kovuyorlardı beni.

Yaktılar tüm umutları şehrin uçlarında,
Sen yoksun dediler,
Yollar binbir parçaya bölünüyordu içimde.

Roma'ya vardım sevgilim,
İçimde kırık düşlerle;
Başımda zeytin dallarından bir taç,
Parlayan ayın on dördü gibi;
Avuç içlerim onlara dönük,
Şarap sundum, testi testi.
İçmek için yanaştıklarında avcuma,
Gördüler, kan ırmağındaki şiddeti.
Taşladılar beni sevgilim.
Sen o olamazsın dediler.

Nirvana'ya vardım sevgilim,
Yine seni arıyordum içimde.
Bağdaş kurup oturuyordum Ganj kıyısında.
Durup bekliyorlardı önümde.
Yıllar saatlere parçalanıyor,
Sakalım uzuyordu.
Sen Buda'sın diyorlardı sevgilim, gözlerime bakıp,
Önümde diz çöküyorlardı.

Dublin'e varıyordum sonra sevgilim, Londra'ya;
Yağmuru dinliyip yeşili dillendiriyordum.
Susuyordu herkes,
Sen beklenensin diyorlardı,
Gidiyorlardı.

Nereye gittimse seni de götürdüm sevgilim,
Avuçlarım kanaya kanaya.

Gözlerini bir türlü anlatamıyordum sevgilim,
Boş bırakıyordum;
Kumral.


12 Ağustos 2015 Çarşamba

Keçinin Son Şarkısı

Son şarkısı keçinin, hüzün dolu;
Geçmişin hazinli öyküsü,
-Geleceğin geçmişte tüketilmiş varlığı-
Papatyalar kadar kırgın,
Meşeler kadar susuz, kurak, asırların biriktirdiği;
Titrek, rüzgârda uçuşan yapraklar gibi,
Savrulan kâh göğe kâh yere, hep çarpılan.

Dağda yankılanan uğultu, varlığın acı çığlığı,
Yokluğa karışan inlemeleri tenin;
Bir kayanın üstündeki yalnızlık,
Herkese tepeden bakan.

Yeşil ovanın eşiğinde tunç tırnak izleri,
Boz kayaların üzerinde kahve ağaç çizgileri,
Keçinin dilinde son bulan,
Son şarkısı insanlığın.

Keçi hiç susmuyor, dedi kadın, ozana dönüp.
Ak, berrak, gül kokan odada, dîvânlardan kalan;
Kara, koyu, âşk izi dolu ovada.
Koptu dili keçinin, elinde kaldı kadının.
Sustu ademin ozanı,
Dilsiz kesildi şiiri,
Kırıldı ozanın sazı,
Sustu keçinin şarkısı, ölüm aldı yerini.

Bir keçinin masalı,
Hep kendini tekrarlayan,
Hüzün dolu.

İçimde ölen keçiler var,
Benden de parçalar götüren.
İçimde sürüklenen yanık bir ezgi var,
Kızgın ateşler salan, ruhuma, üfleyen.
İçimde bir hüzünlü keçi var.



5 Ağustos 2015 Çarşamba

Ölüyordum, Gözlerinin Önünde

Doğunun güneşi varmıştı batıya,
Dudaklarından bir kadeh şarap içiyordu,
Dionysos; uyku tüccarı, satılığa çıkarmıştı,
Beyaz çarşaflar içinde,
Seni,
Öldüm, öldüm de geldim.

Nice kuşlar kanatlanıyordu,
Kaf Dağı'nın tuncunu eritirken ben.
Tepegözler avlıyordu insanlar; mezarlıklar,
Dolusu beden yığılıyordu yere, yine de,
Çoğalıyordu insanlar her geçen gün.
Ölüyordum ben de,
Ölüyordum, dirilip geliyordum.

Kar yağıyordu yolunu şaşırıp gökten,
İnerekten merdivenleri, tek tek sayaraktan;
Avucuma konana kadar eriyordu, dilim gibi;
Bir tadımlık sevda diyordu, âşk bir ânlık.
Öldürüyordu beni, göğsüme sapladığı bıçaklarla;
Ölmek bilmiyordum,
Göğsümde bıçaklarla kalkıp yürüyordum.

Kaç hayatı ufaladın parmaklarının arasında,
Yere düşen umutlarının toz bulutu nerede?
Beklerken bir ağaç kovuğunda günü,

Gelmeyeceğini bile bile, kaç kuşla haber yolluyordu;
Habercilerin yollarda avlandığını bile bile.
Kaç türkü söylüyordu o, o geceler boyu dilsiz?
Ben hepsini dinliyor, kör gecelere atıyordum kendimi;
Öldürüyordun, sonra gömüyordun beni, önüne.

Ölüyordum gözlerinin önünde,
Bir karabasan gibi izliyordun beni.

2 Ağustos 2015 Pazar

Göğebakanlar da Kurudu

Ölüm kokuyor bütün anılar,
Bellek denilen kitabın küflü sayfalarında;
Yüzü açılmamış kitaplar sövüyor,
Kan kusuyor karanfiller.
Bir el uzanıyor gözlerini kapatmaya,
Bir diğeri örtüsünü geriyor teninin.
Eller var, ellerini gözlerden koruyor,
Maskeler takınıyor melekler.
Ölüm içimde kol geziyor.

Her sevişmenin sonu sensin,
Yatağımda beni bekleyen,
Boynumun altındaki yastık,
Göz kapaklarıma çöken yorgunluk,
Solan göğebakanlarım sensin.

Şenlik gibi beklediğim ölüm,
Korku dolu düşler kurduğum hayat;
Bugün de ölmedim, aman tanrım,
Bugün de mi ölmedim?

31 Temmuz 2015 Cuma

Yokluğuna Mektup

Göğsünde sürgününü geri çağıran bir damar vardır
...


Zaman ölümsüz, Yaratan'ın kum saatinde ve insan mahkûm, tükenmeye santim santim, tükenmişliğe yürümeye adım adım. Zamandan bahsediyorsun, sanki yüzyıllar öncesinden, zamanın ötesinden ve yıllar tıkıştırdığın çuvalında kaybolup gidiyor, seninle beraber. Zaman gibi eskiyorsun, dilden dile geziniyorsun, sözden söze yitiyorsun. Ne kadar dile getirilirse o kadar büyüsü bozulur varlığın. Yokluğunu kutsuyorum, o kalıyor senden geriye.
Ölüyorsun, dirilmiyorsun. İsa değilsin, diriltemiyorsun.
İsa'sı olacağım ben insanoğlunun, yükleneceğim tüm acıları ve yürüyüp gideceğim şafağın sökmediği, kedilerin tüylerini dökmediği, göğün insanın üstüne çökmediği bir yere doğru. Bir gün ben de varacağım kanımdan damlalar taşıyan kâsemin olduğu yere, dudaklarımla mühürleyeceğim kanımı.
Yokluğuna mektup yazıyorum, varlığının yansımasına. Kaderden bahsetmek istiyorum, kaderi yadsıyan kaderden. Utanıyorum kaderden. Tüm güzel masalların sonunu değiştiriyorum artık. Çağı doldu mutluluğun. Kıyamet çok yakın, eli kulağında, çığırdı çığıracak, mızrağı elinde, göğsüme sapladı saplayacak. Kaderim yazıyor kıyametimi, okuyorum, giderek silikleşiyorum. Kaderimin ne olduğunu bilmiyorsam eğer, ona saplanıp kalmamın anlamı nedir ki? Her gün biraz daha bıraktım kaderi. Kaderimi terkettim. Ben yaşıyorum, yazılanlar umurumda değil.
İsa'yım ben. Çarmıha ne güzel gerildim. Görmüyor musun? Üstümde acıdan çentikler. Omuzlarımda elemden gemiler, yüzdürüyorum göğün sularında.
Göğsümde bir medeniyet daha kayboluyor. Mezopotamya gibi lanetlisin, her medeniyetin birkaç asırlık ve hep bir savaş, şehirleri insan cesetlerinin üstüne kuran. Ne Babil'in asma bahçeleri, kuleleri, ne Bağdat'ın evleri ne de Kudüs'ün sürekli el değiştiren surları, burçları. Bayraklar görüyorum, indirilen dikilen.
Hayatım hep bir düşüşten ibaret. Hayat denilen şey hep bir düşüşten ibaret. Düşüş, diyorum sonra, ne güzel bir kelime, yokluğa doğru, yakın, atalardan miras kalmayan, kendi dilimde bulduğum.
Medeniyetler soluyor gönlümde. Kurduğun tüm şehirleri yıkıyorsun. Pompei'yi yakıp yıkan Yaratan. Gönlümü tarumar eden sen. Zihnimi darmadağınık bırakan ben. Kendi teslisimi kuruyorum ben de. Roma'yı fethedeceğim bir gün. Gerçi çok geç. Bir kalp fethetmişliğim bile yok, kaldı ki şehirler...
Şehirler kuruyorum, kendi bedenim üstüne. Kendi kanımdan karıyorum tuğlaları, kumları. Kanımdan denizler, canımdan nehirler, mutluluktan mezarlıklar.
Yokluğuna yazıyorum. Hep bir yok oluştan ibaret.

Göğsümde sürgünlerini kutsayan bir şehir vardır.

30 Temmuz 2015 Perşembe

Gecenin Huzurunda Günü Soymak

Durdum ve ufukta beliren günü dinledim, nasıl korkarak geldiğini. Gün, huzuruna gelmeye korkuyordu insanoğlunun ve âdemoğlu/ademoğlu nice kötülükler biriktiriyordu onun için. Gecenin torbasına koyulan silahlar çıkarılacak artık. Zaman yaklaşıyor ve keskinleşiyor bıçakların ucu. Kabzalar parlıyor. İnsana bin bir dert açacak bir gün daha geliyor. Gün yaklaşıyor korkarak.
Ay, silik bir muhafız, korkak, uykuya yakın. Uyumak. Uyumak, Yaratan icadı, acılara bir merhem olsun diye. Sarsın diye sökülen yaralarını ruhunun. Diksin diye çözülen yerlerini bedenin. Öpsün diye kuruyan yerlerini sevginin. Uyku, güzel şey fikirlerden bile.
Korkak gecenin içine saklanan çırılçıplak düşler. Cennetten çıkarılan Âdem'in çıplaklığı. Babamız mı dedemiz mi? Öldürmek istiyorum düşlerimi. Bana güç verecek misin ALLAH'ım? Kurduğum düşleri yıkmak istiyorum saklandıkları bellek denilen kulede. Soymak istiyorum rüyâlarımı, üryan bırakmak istiyorum. Hayâllerimin bâkir kalmasını istiyorum gerçekleşmeyeceğini bilsem de. Her insan bir katildir sonunda bilirim ne de olsa, katildir ruhu bedenin.
Kâbus gibi bir gece bu. Yaşamak daha kötü ölmekten. Uyanık olmak kadar kötü değil uyku. Aynı kökten türeyen birbirine zıt kelimeler. İki harf istiyorum senden ve sonra çekip gitmek.
Bir soy bıraktın ardında. Yalnızca kâbus işlenecek. Çarşafı çıkar üzerinden. Soyun önümde. Çöz dizlerinin bağını. Boyunbağın çok gevşek ve dilin zehir gibi, akrebin zehri, bilirsin. Gecenin kuşağını bırak.
Gün geliyor korka korka. Söküp atacağım artık geceyi. Gün doğuracak günahları gece kadar. Gün daha da kalıcı kılacak ölüleri.
Ölüp gideceğim, ne güzel olacak, ne kadar güzel öleceğim.

29 Temmuz 2015 Çarşamba

Duvar

Görünmezlik pelerinine bürünmüş duvara,
Çarpıp çarpıp dönüyorum yüz geri;
Hangi yolun kurtuluşa çıktığını bilmeden,
Adımlıyorum, belki bir gün daha yaşar düşlerim.

Yolun yokluğundan değildir karanlığım,
Çevrili olmasındandır en kötü günün bile,
İyi dilek bekçileriyle;
Üstelik buram buram çirkinlik kokmaları.

Bu kaçışımı sürekli kesen duvar cansız değil,
Vardır muhakkak bir yeri, yaşayan;
Yoksa bu duvar da benim kadar ölü değil.

Kırıp kapıları girmek için içeri,
Aşmak için yüksekliği arşa değen duvarı,
Veririm benden içre ne varsa, hepsini, veririm.

26 Temmuz 2015 Pazar

Sisiphos'a Söylem

Geçmiş, omuzlarımda taşıdığım yükten başka bir şey değil.
Söylesene Sisiphos, senden ne farkım var? Ben de tıpkı senin gibi bir kayayı itiyorum dağın zirvesine doğru. Bir topaç gibi bir o yana bir bu yana savruluyorum. Avuç avuç taşıdığım kumu rüzgâr kucak kucak dağıtıyor. Kum saatim hep boşluğa akıyor. Boşluğa akıyor. Boşluğa. Boş.    .
Omuzlarım giderek daha da çöküyor. Kemiklerimin eğrildiğini hissediyorum. Biçimim yassılaşıyor ve ben artık kayayı iten olmaktan çıkıp taşlaşıyorum. Artık kayanın kendisi oluyorum. Beni taşıyın dağın zirvesine doğru.
Zeus, bana öyle bakıyorsun, görmüyorsun. Gözlerini korkakça kaçırıyorsun. Cezanın yapılan kötülüğü iyileştirmeyeceğini biliyorsun. Kötüyü daha kötüyle cezalandırmanın her sorunu halledeceğini düşünüyorsun. Seni tahtından indiriyorum ve yolluyorum yerin dibine. Göğün cezası yerdir, insanın cezası kendi dibi. Dibim, içim.
Geçmiş, omuzlarımda geleceğe doğru taşıdığım bir yüktür.
Saat beş ve ben yazıyorum Sisiphos, bir yandan da iki yamaçtan kayalarımızı itiyoruz zirveye doğru. Sen varacaksın yine de zirveye, anlatılır çünkü. Benim zirvem bile kayıp oysa, meçhule doğru itekliyorum taşımı. Taşlaşırken kayboluyorum ve nerede kalacağımı bilmiyorum.
Taşlaşmış insanlar. Taştan insanlar.
Bir yamaçtan aşağı bırakmak istiyorum kendimi, kucağımda taş, arkamda rüzgârın savurduğu kum saatim.
Kum saatim varlığı göstermiyor hiç. Güneş hiç doğmamacasına batmış. Kıyamet kopmuyor ve ben bekliyorum.
Bir taşın hüznü benimkisi.
Bir kaya kadar var değilim, her gün bir parçam daha yok oluyor, topraklaşıyorum.
Sevgili kayam, bıraktığım yerde kalacaksın daima.
Sisiphos, kimse durduramaz bizi. Zirveye benim külümden de bir parça götür ve serp doğunun rüzgârına, iletsin beni batıya.
Her yer çok karanlık ve saat beş. Güneş doğmayacak, biliyorum, kıyamet de kopmuyor.
Yalnızca ölüyorum bir parça daha. Taştan ne eksilir ölse de? Sisiphoslaşmıyorum, taşlaşıyorum.


18 Temmuz 2015 Cumartesi

Sesleniş

Yitip giden belleğinden,
Zamanın,
Söküp alırım,
Avuntuları.
Damlalar çiğ gibi,
Damlar yapraklardan,
Ölü kokan humuslu,
Toprağa, küf kokan.

Sızarken etten dışarı,
İrinlenmiş sıvısı,
Ruh tutamacının;
Kaybolur tutkuları,
Hapsolan lisanında,
Ölü sevicilerin.

Geçişken bir zar gibi,
Kırılgan bir duvar,
Göğsüme çarpan kuşlar gibi,
Avcumda susan diller,
Yaşamak dedikleri,
Tanımı belirsiz,
Kendi delilsiz.

12 Temmuz 2015 Pazar

Ödünç V

Sesimi benden aldın Rabbim, teşekkür ederim.
Çocukken de çirkin miydi sesim, henüz daha bebekken? Yitirmeye de alışıyor insan Rabbim, kahrolarak/kahretsin ki alışıyor.
Uzun günler var mıydı benim de kahkahalarımla yankılanan, kendimi o seslerde kaybettiğim.
Bebekler duyuyorum Rabbim, gülüveriyorlar. Sonra hepsinin yüzü kırışıyor. Yüzlerinde nice yırtıklar görüyorum. Bebekler ölü ölüveriyor. Gömü gömülüveriliyorlar üst üste. Üst üste yatan bebekler görüyorum. Hepsinin sûreti ben. Bebekler doğuyor babalarını arayan, hepsini terkediyorum. Çirkin değil diye sesleri. Ben olamam babaları. Hadımım belki de.
Sesim boğuk. Bir cam bardağa hapsedilmiş gibi, tıngırtılı. Kırılma sesleri çıkan. Boğulan birinin sesi, sesim. Kırılmalar boğazımda. Cam kırıkları batan boğazıma. Burnum havayı reddediyor ve nefessiz bırakıyor beni. Bana en yakını boğulmak, nefessiz kalmak.
Sesimi elimden alman önemli mi, emin değilim. Güzel olsaydı ne anlatacaktım sanki... Peygamber veya evliya değilse insan... Hep güzel bir sesi vardır insanı peşinden sürükleyenlerin, belki de ondan tüm bu...
İç sesimi de elimden alacak mısın Rabbim? İsyan etmiyorum, sadece söyleyemediklerimi yazmaya çalışıyorum. Yazarken içimde konuşanın sesini de sevmiyorum.
Tüm sesler sezgilerle uyumlu olsaydı o zaman harflerin uyumu hayatınkine yaklaşırdı. Oysa hayatın kulaklarıma fısıldadıklarıyla bağırdıkları birbirinden çok farklı. İç sesim başka, dış sesim başka konuşuyor Rabbim, kelimeler içimde bir madenden yontularak çıkacakmışçasına yola çıkıp dışarıda kazaya kurban gidiyor, dilim her şeyi öldürüyor.
Ödünç verdiğin bu sesle konuşmak çok zor Rabbim, yine de söylüyorum.

11 Temmuz 2015 Cumartesi

Ödünç IV

Sevdiğim ne varsa yitirdim Rabbim, teşekkür ederim.
Mutluluğun yalnızca bir düş olduğunu, ütopyadan farklı olmadığını, cenneti düşleyen insanların zihninde beliren bir imge olduğunu anladım.
Mutluluğun var olmadığını anladım.
Sevdiklerimi yitirmeye ne zaman başladım? İlk kimi sevdim ve yitirdim? Yitirişlerin bıraktığı izlerin kalp duvarıma çiziktirilen çetelesini kim tuttu?
İlk önce kordon bağımı kaybettim sanırım. Dünyaya ilk tutamağımdı benim, aslında aynı zamanda tek tutamağımmış, onu yitirince her şeyi kaybettim. Ben bir cenin olarak kalmalıydım, bir başka dünyanın içinde. O zaman içinde mutluluk olan düşler görebilirdim.
Mutluluk, Yaratan'ın cennete verdiği güzel isimlerden biri olabilir, benim için. Cennette var olanların gölgesi düşerse dünyaya, düşüyorsa şayet, onlardandır belki ânlık şaşkınlıklar, adına mutluluk demeye cesaret edilen. Ben korkağım oysa, hiç mutlu olmadım.
Doğuştan engelliyim ben, engelim ruhumda. Doğuştan tutukluyum ben.
Rabbim, mutluluk denilen kekten bir dilim de bana ver lütfen, çok acıktım koştururken it gibi dünyada. İsyan etmiyorum, sadece acıktığımı söylüyorum annesinin eteklerini çekiştire çekiştire mırıldanan bir çocuk gibi.
Mutluluğa acıktım Rabbim, doyur beni.
Sevdiğim ne varsa yitirdim, herkesi yitirdim. Günlerden resmî tatil olması da bir anlam ifade etmiyordu. Giden takvime bakmıyordu. Takvim kullanmayı bile bilmiyoruz Rabbim, saati de. Zamanı kullanma kılavuzunu kayıp mı ettik?
Hep bir terk edilişten ibaret ...
Herkesi yitirdim. Bazen; bir kişiyi yitirince herkesi yitirmiş oldum. Bazen; herkes yitse de her şey benimle kaldı. Denklemleri şaşırdım sayısal işleyen zihnimde, mantığım sözele karıştı. Kendimi sayısalcı sözel öğrencisi gibi hissediyorum.
Tüm yitirdiklerim düşlere karışıyor Rabbim, düşleri seviyorum, cennetine en çok orada yaklaşıyorum, cehennemine ayıkken/uyanık.

Tüm sevilenler gidiyor Rabbim, şikâyet etmek gibi olmasın.

7 Temmuz 2015 Salı

Ödünç III

Verdiğin tüm güzellikleri çirkinliğimle takas ediyorsun, teşekkür ederim Rabbim.
Sûret diye verdiğin, beden diye sunduğun, deri diye diktiğin bu varlık her gün biraz daha kendini siliyor.
Hep aradığım güzelliğin zerresini bulamıyorum kendimde. İnsan kendinde olmayanı arar biraz da, diyorum sonra. Çirkinliğim solup giderse benimle beraber, dünyaya bir güzellik bahşederim sonunda, sonumda. Verdiğin tüm güzellikleri benden alırken yerine koyduklarını taşıyorum. Omuzların çöktü, boynum büküldü. Boynumda tasmam, güdülüyorum çobanca dilenen yere. Bir sürgün ama bu. Verdiğin iradeyi silkiyorum penceremden. Ufalana ufalana sonunda bitiyor. İradeyle beraber.
İradem tamamıyla bana ait değil, onu etkileyen nazarlar var. Kendimi o nazarlardan koruyamıyorum, sakınamıyorum. Bana ait olanı bile tamamıyla kontrol edemiyorum, sonrası...
Güzelliğin maddî hâlleri de uzak benden manevî de. Güzelliğin tanımı uzak benden, coğrafyamdan.
Güzellik bana sonsuz bir acı veriyor. Kaynağını bulamıyorum. Eşeliyorum ruhumun her yanını. Eştikçe dibe batıyorum, çöküyorum. Yarattığın güzellik mi bende yaşattığın çirkinlik mi acımın kaynağı, diyorum, diz çöküp kalakalıyorum.
İsyan etmiyorum, yalnızca yüzünü sana dönmüş bir yaratılmış olarak duruyorum. Yüzüm eriyor giderek. Gözlerim dudaklarıma doğru akıyor. Ellerim göğsümde kapalı kalmış. Saçlarım ayak uçlarıma kadar inmiş. Çözülüveriyorum.
Ödünç verdiğin bu bedende ölüyorum. Farkında olmadan bir hapishanede yaşamışım yıllarca, hayır asırlarca, diyorum. Gözlerim, dilim birer çıkış, yine de derim beni bekleyen gardiyanlarım.
Ödünç verdiğin bu cesedin çirkinliğinde yaşayamıyorum Rabbim, kokuyorum bir ölü gibi. Toprağa aidiyetimi gösteriyorum sadece.
ve artık yolun sonuna gelmek istiyorum, korkuyorum bir yandan da, yolun sonunun olmamasından. İnsan korkak bir mahlûk, anlıyorum, anlatıyorsun. Seninle konuşuyorum. Konuşuyorum. Susuyorsun, anlatıyorsun yine de.

4 Temmuz 2015 Cumartesi

Ödünç II

Verdiğin herkesi ve her şeyi alıyorsun elimden Rabbim, teşekkür ederim.
Uzun sürmüyor hayatımdaki insanların ömrü. Bir insan kaç yıl yaşarsa yaşasın, benim içimde öldükten sonra hâlâ nefes alıp vermesi bir anlam ifade eder mi? Ölüyor herkes, yedi milyar insan ölüyor, yedi milyar biçimde. Yedi milyar ölüm çeşidi var yaşayan. Yaşamıyor ki kimse, diyorum, yaşamak bu mu? Buysa iade edeyim ben mülkümü. Niye bu kadar çok soru soruyorum kendime, asalakçasına yaşayarak? Biliyorum bir asalak gibi yaşıyorum, kendi içimde, kapanımda. Yaşıyorum bak işte ben de, yaşamanın diğer adı yalnızca nefes almak.
Verdiğin herkesi alıyorsun elimden. İnsanlar değil önemli olan, bana kalan acısı.
Binlerce mutluluk tohumu ekeceğini söylüyorsun yüreğime, sonra acıyı koyuyorsun. Bu kadar acının sonu nereye varacak, İsa mı diyecekler bana?
Ben senin oyuncağın mıyım, alıyorsun oyuncağın oyuncaklarını. Tekerleri olmayan araba, kanatsız uçak, silahsız kurşun asker, burunsuz pinokyoyum. Oyuncağını tutup atıyorsun dünya dediğin kilerine, acı çekiyorum.
Verdiğin her şeyi alıyorsun elimden. Ellerim bomboş ve çirkin. Ellerimi de alıyorsun benden. Bereket yok, kalıcılık yok, yarın yok, her şey solup gidiyor. Ben de soluyorum, hem solu- anlamında hem de sol-.
Verdiklerin zaten acılarla dolu benim için. İsyan etmiyorum, sadece söylüyorum. İnsanlar benim için acılarla dolu.
Rabbim verdiğin herkesi her şeyle beraber alıyorsun. Ödünç aldıklarımın hepsini sunuyorum sana. Sunağım bedenimdir, giderken bırakacağım, alırsın dilediğinde.
Sen, ol, dersin ve o, olur:
Ödünç verdiğin bu beden acılarla dolu ve ben hayat kusuyorum her seferinde, insansı.

2 Temmuz 2015 Perşembe

Ödünç I

Bugün dilimi elimden aldın Rabbim, teşekkür ederim.
Ağzımdan dökülen tüm kelimeler kırık dökük, anlaşılmıyor. Anlatamıyorum, her ne kadar anlatacağım çok şey olmasa da.
Dilim yok benim, ıslak bir et parçası. Şaklayıp duruyor, kıvrılıp, tükürük bezi üretip, dokunup, tadıp. Yine de hiç dönmüyor, olduğu yerde döneniyor. Acı veriyor dilim bana, acıtıyor. Alacak mısın? Zaten kullanamıyorum da.
Dilim varsa da yok benim. İsyan etmiyorum. Varlığımın acısını taşıyorum, bazen de yazıyorum. Kelimeler var olur belki diyorum, beni var eder, yoksa işim yaş diyorum, bu dille bu ömür gitmez, insan kendini bile duyamaz diyorum.
Bir dil sesleri bile doğru dürüst çıkaramıyorsa ne yapacağım ben, konuşamadan/konuşmadan nasıl 'hayat' denilen eyleme katılacağım, oysa insanlar tüm sessizleri itiyor.
Bir vazo düşüyor apartman çatısından. Biri iniyor hızla merdivenlerden aşağı. Vazo kırılıyor ve bin parça oluyor yere değdiği ânda. Yetişemiyor onu kırılmadan tutmaya aşağı inen. İşte benim hayatım diyorum, hep kırılan vazom. Sanırım hep verdiğim örneğim, kendim için.
Dilim var benim, her nasılsa, koparılıp itlerin önüne atılacak. Dili alsaydın, herkesten, kelimelerin hakkını veremiyor kimse nasıl olsa, seslerin. Yarattığın kelimeleri harcıyorlar Rabbim, onları koru. Sesleri tüketiyorlar Rabbim, sen her birini ne çok seversin.
Ödünç verdiğin bu dil ölüyor Rabbim. Dilim var mı benim, söylediklerimi boğmayan, bir kadın teni kadar pürüzsüz ve berrak.
Ödünç verdiğin bu dil ağır geliyor bana Rabbim, zaten sesleri de yadsıyor.
Acı veriyorsa bana verdiklerin, Rabbim, ne yapacağım?

25 Haziran 2015 Perşembe

Saydam Kule

Saydam kulesi hafızamın,
Eriyip duruyor.

Yolu kesik, dokunuşların;
Perdeler var aramızda,
Bir türlü aralayamadığımız.
Saydam kuleden üstümüze dikilen,
Camsı bir nazar var,
Her şeyi gören;
Bilen, tüm bilinebilecekleri.

Tırmanmak istenen kule,
Kapanlarıyla dolu, insanın,
Benliğin.
Eller var kıyıda boğaza yapışan,
Diller var sözcükleri kuşatan
ve bir hayalet bekler insanı,
En sevilenin izdüşümünü taşıyan,
Kör şeytan,
Kalemin mi ucu bilenmiş?

Saydam kulenin gözleri,
Aktı önüme.

24 Haziran 2015 Çarşamba

İhaneti Ören Kadın

İhaneti ören kadın, desem sana bakırdan örümcek ağlarıyla,
ki yırtılmaz kumaşlar dokursun tanrı dediklerinin tezgâhlarında,
Her dokunuşun bir zırh olur kutsar tenimin en hassas köşesini,
Durup dinlenmek bilmez yoluna devam edersin dilinde âhlarca sövgüler.

İhaneti ören kadın, diye yazar tarih ilk babadan son oğula dek,
Kleopatra dedikleri sen, Havva dedikleri sensin, Brütüs kılığına giren,
Yazgıdaki tüm ihanetlerin imgesisin zihnimin yansımasına düşen,
Sonu hiç gelmeyen döngümün kilit noktasısın ağırlığınca kadın, altın.

İhaneti ören kadın, kendisine çarşaf diye serdiği sözcüklerden yatağı üzerine,
Güç alan Aphrodite'nin tunç yüreğinden, gümüş göğüslüğünden gösterişsiz,
Süt emziren yolunu kaybetmiş tüm çocuklara büyüsün diye çınarlar gibi,
Büyüsün de yeni ihanetler örsün diye senin eşsiz zincirine densiz, mesnetsiz.

İhaneti ören kadınım, sonra seren insanoğlunun üstüne el çabukluğuyla,
Her ilmeğine değişmeyen kaderini işleyen âdemoğlunun, kıvrak hareketlerle,
Jesus da deseler İsa da, ihanete uğratan daima, Yahuda da olsa yılan da,
Hep bir bıçak parlar durur sırtımızda, göğsümüzde elimiz hep bomboş.

Oysa cezasıdır Yaratan'ın oğul Sadakat'e, İhanet'i kucağında taşımak.

6 Haziran 2015 Cumartesi

Venüs Tutulması

Her doğum bir düştür yeniden başlayan, bugünün kutsanmışlığına,
A.'ya.

Troya'nın yırtılan duvağından gelinlik dikerim sana,
Andromakhe'nin ağıtlarından inciler dizmek var oysa kaderde,
Söylemediğim her sözü tutup götüreceğim ölümle beraber,
Hades bile konuşturamaz beni üç dilli çatalıyla.

Solomon'un kuşunun yolu kesilse de yine yerine ulaşır kanlı bitik,
Boy veren al güller esen rüzgârla beraber işaret eder onu,
Savrulurken yokluk çemberinin merkezine hayat dedikleri solukluk,
Satırlar yazmak isterim sana yetmez bunu denkleştirmeye ellerim.

Ölü bedenin üstünde dolaşan kurtlar seve saya nasıl yaşayıp giderse,
Ölü yiyiciler nasıl kemirirse hiç düşünmeden üzerinde durdukları bedeni,
Tapınmadan, ant içmeden, yalvarmadan yoksun kişi nasıl sürüp giderse hayat tarlasını,
Boy vermemiş ekinlerimi tohumlarıyla beraber ateşe verip gideceğim ben de.

Venüs'ün gönlüne doğru giderken ben savrulursam eğer bir köşeye,
Aphrodite lanetlerse beni âşk toprağında, üzerime kargılar kusarsa ateş gibi,
Dileğim gerçekleşmezse eğer ben ölürsem oklarıyla Bozgun'un apansız,
Yine dudaklarımda yer alır tadı ruhunun, zikredilmişliği dilimde adının.

Nasıl kazırsa taşlara en güçlü çekiçlerle yazgıyı Yollug topallamaksızın,
İşlenir tunçtan levhalar gibi içime sırları sırrının, her harfinde bin giz,
Bir söz söylersin bin göz dikilir üstüne her hâlinde vardır kutsanmışlığı Jesus'un,
Öper koyarım başım üstüne mushaf gibi ellerini, sürmeli gözlerinle yolu aydınlatan.

4 Haziran 2015 Perşembe

Ölen Tanrılar Sundum Avuçlarına

Ayağının altına nice Zeus'lar serdim basma diye kara toprağa yalınayak,
Ne Ra'lar astım boynu bükük, aydınlatamıyor diye dünyayı senden daha çok,
Öldürdüğüm Amon'ların hiçbiri layık değildi tapınağa senin kadar,
Ben senin uğruna ne tanrılar gömdüm cehennemin sonsuz derinine.

Tapınaklarda diz çökmüş sayıklarken insanlar utkuları fena halde çözülmüş,
Sağa sola yönelirken vücutları sürekli tekrarladıkları sözlerle köhnemiş,
Artık son nefesini verirken Aztek sarayının tepesindeki boynu kesilmiş,
Ben tanrıların hepsinin boynunu vurdurdum Tanrı Dağı'nın sonsuz enginine.

Sebep yokken kurban ettiklerinde insanları Girit'in yıkılan mahzenlerinde,
Yerden göğü saran ne sallantılar kopuverdi feryat figan bağıran eşler gibi,
Hiçbiri yol gösteremiyordu varmak için mutluluk dedikleri o nirvanaya,
Ben yolunu yitirmiş tanrıların hepsinin dilini kopardım bir kitabın sonsuz dizgisine.

Gitme zamanının geldiğini anladığımda kendimi teslim ettiğim suskunlukta,
Ölen tanrıları düşündüm tutup sayıkladım hepsinin adını belli belirsiz,
Hepsinden sıyrılıp kayboldum kendi enginimde, buldum içimdeki sonsuzlukta onu,
Ben ne tanrılar gördüm, hepsi utançtı tanrılık söylevleri kadar, sundum kurban diye sana.

Nemrut'lar serptim avuçlarına tutam tutam.

3 Haziran 2015 Çarşamba

Sunakta Meryem

Bakire Meryem'imsin avuç avuç bekâret sunduğum aralıksız,
Sunağında nice erkeklik yaktım her biri sana armağan,
Yolunu yitirmiş denizcileri ulaştırdıkça sığınmak istedikleri limana,
Hepsine bir pusula verdim yolunu kaybettiklerinde seni işaret eden.

Üzerime kilitlenen kapıların anahtarını bulmak için her dalışımda,
Dibini göremediğim denize, her kırıp döküşümde cam gözleri,
Tepegöz'ün mağarasında her uyanışımda kötü kâbuslardan,
Yalnız bir umulmuşluktur içime düşen göğün sisleri arasından.

Kara bulutların hepsi yağmur taşımaz anladım son nefeste,
Bilmediğim ne varsa aslında hepsi boşlukmuş anladım söyleyince Yaratan,
Kefen dedikleri sadece bir bez parçasıymış ona anlam veren insanmış,
Anladım yine de ne varsa yeryüzünde ben hepsinden katman sıyırarak.

İki kere iki dört eder dediğinde biri veya Ayten eder dediğinde öteki,
Ben yalnızca seni koydum hepsinin yerine, söylemlerin içine,
İşledikçe bakırın üstüne motiflerini usta, yetiştiremediğinde artık çıraklarını,
Hepsinin mirasını ben devraldım tüm nesli tükenenlerin yükünü.

Sunakta Meryem'imsin her gün üzerine adaklar adadığım paha biçilmez,
Gecenin en koyu karanlığı çökmüşken üzerime gözlerimi doğuya dikip beklediğim şafak,
Annesini kaybetmiş ağlayan çocukların hıçkırıklarına karışan yaşlarsın durmak bilmeyen,
Yine sunakta Meryem'imsin benim ruhumu tereddütsüz avuçlarına bıraktığım.

27 Mayıs 2015 Çarşamba

Atlas'ın Ölümü

Kaç dünya var omuzlarında,
Atlas;
Bir insanın kaç dünyası olur?

Sevişir mi savaşla barış;
Ölüm hamile bırakır mı,
Hayatı?

Kök salar mı en derinlere,
Umut denilen,
Canavar?

Cenneti sordular, anlatamadım;
Cehennem dediler,
Dünyayı gösterdim.

Sessiz sinema değil ama
Yine de susuyor insanlığımız,
Yaşam, bir kadehlik pişmanlığımız.

Kulak verin söylediklerime;
Ölen Atlas'tır,
Dünyayı omzularından düşüren.

26 Mayıs 2015 Salı

Mutluluk Bir Beden Büyük Gelir Bana

Mutluluk bir beden büyük gelir bana,
Durmaz üzerimde,
Kayar toprağa doğru ruhumca,
Ölür yaklaştığı her ânda.
Acı, üstüme göre dikilmiş elbisem,
Sarkar boyum boyunca.
Terzimin maharetli elleri,
İğneleri saplar tenime,
Her saplanış ruhumadır.
Mutluluk, bir beden büyük gelir bana,
İğreti durur üzerimde,
İner yokluğa doğru varlığımca,
Silinir yazıldığı her satırda.
Hüsran, kalbim için yontulmuş taş,
Yeni bir umut daha kırar her fırlatılışında.
Hamalın kaldırdığı yük,
Fazla gelir omuzlarına,
Ona taşıtılan yük sevgidir, ağır gelen.
Mutluluk bir beden büyük gelir, bana,
Yakışıkalmaz üzerimde,
Kayar cehenneme doğru cennetimce,
Arafta boğar beni her saniyesince.

XXVI.V.MMXV 01:11

21 Mayıs 2015 Perşembe

Köle Özgür Efendisinden

Özgürlüğe kavuşturan zincirleriyle,
Kendi sıkışmışlığının kapanlarıyla.

Solgun gövdeden çıkan kırık bir dal;
Köle özgür, efendisinden.

Zincirleriyle tutsak yere, sözde köle;
Düşünceleriyle özgür göğe, efendi özne.

Efendisinden özgür köle,
Baltanın yolunu kaybettiği ormanda.

Görülmemiş gecenin içinden gelen,
Savruk dörtnala atlarını koşturan.

Giyinemeyi unutmuş kefenini ölü,
Ardına bile bakmadan giden gömülü.

Nallara karışan hancılar, yerde izi kalan adımlar;
Kaçmaya yeltenmeyen kölelik alâmetleri.

Gönülçelen bir köle efendisini kıskandıran,
Tüm tutsaklıklar insanın içinden semaya yükselen.

17 Mayıs 2015 Pazar

Cennet Dediğimiz Cehennemler

Cehenneme cennet diyenlere,
Bir lanet ufalandı gökten,
Bir tutam,
Bir mavi kavonozun ağzına doğru,
Eriyip giden.
Bana rüyâlar bahşeden hanginizdi?
Unuttum söylemeyi, yitirmeyi;
Cehennemi cennet gösteren hanginizdi?
Bir düşüş ki bu, alışamadığım,
Yoksun bir nehir, sudan,
Öfkeli bir küheylan gibi doludizgin,
İlerliyorum, yol yok, dörtnala,
Yaşıyorum, son yok, biliyorum.
Koşturmayın beni daha fazla,
Konuşturmayın.
Sözlerimde cehennemden başka yok,
Cennet yok.
Cennet yok, diyorum sana,
Cehenneminin alevleri yalıyor yanaklarımı,
Değiyor sıcaklığın bana.
ve cehenneme cennet diyorsunuz,
Şeytanla sevişirken, meleği görürken.
Küflenmiş bedenlerinizde arıyordunuz,
Yeni dirilişleri.
Ölelim artık, kurtulalım,
Bir parça cennet?

14 Mayıs 2015 Perşembe

Yûsuf, Bünyamin, 12 Yıldız ve Ay

Bir kuyudan göğü seyretmek;
Kadehin içindekini değil de,
Yalnızca yansımasındakini görmek;
Uzak iklimlerden gelen sesler,
Yankılanırken.

Önce köle olmak gerek,
Sonra sultan olmak için.
Bilinmeyenler başımda dolanır,
Aklım başka dünyalarda.
Bir rüyâdan bin bir anlamı,
Yalnız ben çıkarabilirim ve kimse,
Bilmez gece motiflerini,
İşlemeyi, aydınlık denen kumaşa.
Ben ki terzilerin en maharetlisiyim,
Sonsuz anlamlar dikerim,
Rüyâlarınıza,
Her biri benim kâbusum olan.
Benim hayatım en kötü rüyâlarıınızdan,
Daha kötüydü; daha gerçek.

Yıldız yağar gökten,
Avuçlarımla toplarım bir bir;
Her biri dünyanın bir başka yerinde,
Bir medeniyettir.

Kaybım beni gölgeler.
Bir hüzün belirip kaybolur,
Sinsi bir gölge.

Kıskançlık, yalnız adı belli,
Kara cüppeli düşman.
Bir kolunda şeytanın kaftanı,
Diğerinde nefsin cüzzamı.
Ki en çok adı var olmayanın,
Bizim yalnızca tiksinilen bedenlerimiz.
İlahî öğüdün içinde,
Kör şeytanlar.

27 Nisan 2015 Pazartesi

Cennetini Kaybeden Çocuklara Masal

Cennetini kaybederse çocuk,
Korku salarsa yüreğine kör topal yürüyen,
Ayağı çıplak kadın,
Kime inanır çocuk, inanç varsa eğer?

Kovanını bırakıp çıkar mı arı,
Hüzün dedikleri ev terk edilir mi,
Anneler avutur mu çocuklarını,
Cennetten kovulan çocukların hâmisi kim?

Dili tutuk gönlü kadar,
Dudakları arasından dökülen âhlar,
Birer zakkum olup hayat buluyor,
Ölüyor çocuklar hasat mevsimi.

Bir masal anlatır çocuklarına Büyük Baba,
Hepsinde ölüm olan, cehennem olan,
Saklanan cenneti ve saklayanı,
İçinde gizleyen, ölürken çocuklar uyuma vakti.

19 Nisan 2015 Pazar

Saati Unuttuğum Gün Saçmaladıklarım

         Saati unuttum, öyle yazıyorum. Zamanı unutmak istiyorum biraz. Sonra, zaman kendini gene gösterir. Kaçamam, bilirim.
       Hayat, giderek hızlanmakta. Biz zamanı ne kadar bölersek o, o kadar hızlanır. İnsanalara yetmeyen o koca bir bütün hâlindeki günü bölük pörçük ettik, şimdi bize yıllar bile yetmez. Belki de insanlık tarihinin en kötü icadıydı saat, zaman. Hiç hesaplamamalıydık vakti ve belki de hayatımızı böyle tanzim etmemeliydik. Sadece yaşasaydık olmaz mıydı? Düzenin içinde kaybolduk, en azından ben kayboldum. Büyük bir kurmacan metnin içinde yaşıyorum, belki tipim belki de karakter, ben yazmıyorum, yazılanı oynuyorum. Kurmaya çalıştığımız bütün düzenler, düzensizliğimizin doğallığını da beraberinde götürdü sonunda. İsa öncesinden bugüne, bölük pörçük olmuş bir zaman kaldı, birde bununla beraber vakti ne kadar bölerse kendisi de o kadar parçalanan insan.
       Zaman, intikamı ertelemez. Onu bölenleri bölmeyi sever. Zaman da sever... Sevmez olur mu dünyaya gelmiş olan... Sevgisiz yaşanır mı ki zaman da yaşasın? Zaman, en çok insanı sever; belki biraz da kıskançtır, ertelenmeye gelmez. Benim kadınım, sevgili zaman, ilk günkü kadar yeknesak. İşte şimdi yazıyorum seni, hem de hiç bölmeden, gözüm saate takılmadan, dakikaları ve saniyeleri ve saliseleri bile unutup sadece uzayıp giden sonsuzluğuna göz atarak. Sen ki başlangıcını görmediğim ve sen ki sonunu bilmediğim ve sen ki başlı başına takılı kaldığım.
       Önce saati sonra zamanı unutmak istiyorum. Şamanlar gibi davranıp zamanın ilk bölündüğü âna gitmek istiyorum, belki de geri dönüp ân kelimesine koyduğum şapkayı geri almak, saati bulan kişinin yanına, hayatımızı ilk kez tanzim edip daha sonra doğacak bozuklukları başlatan kişinin yanına, kimin yanına?
Saati unuttum, aslında hiç bilmiyordum. Bilmeyişim unutuşumdandır, demek istiyorum eğer basitleşmeyeceksem. Oysa kimse bir çiftçiyi hep aynı buğdayı ektiği için basitleşmekle suçlamaz. Nasıl suçlasın? O çiftçinin öyle bir buğday ekişi vardır ki... Alnında boncuk boncuk su damlacıkları, gözlerinde güneş ışıkları... Onun öyle bir ...

16 Nisan 2015 Perşembe

Severus

Geçen her gün donuklaşıyorum biraz daha.
Bir acı tırmalıyor göğsümü,
Yarıp tenimi çıkmak için dışarı.
Kızıl bir gün, mürver ağacının ucunda,
Kapalı, sessiz, içedönük bir oda ve
Hiç bitmeyen şarkısı âşkımın.
Lily, gördüğüm bir sır perdesi,
Aralayamadığım.
Bir şato, duvarlarını ölümün ördüğü ve
İçine hapsolduğum duvarlar.
Aştım, gücüm yettiğince surları.
Bilmedim, her duvarın,
Ondan daha yüksek bir duvarla,
Çevrili olduğunu.
Zihnimden yola çıkan trenler,
Tenin boyunca ilerlerken, sevdim;
Sevdim bir kez daha her saç kıvrımını,
Nergislerin suya düşen yansımalarından ötürü.
Ben ki Severus, sevmeye yazgılı,
Sonunda sadece acının olduğu.
Kelimelerin büyüsüne kapıldığımdan beri,
Cümleler arası yolculuklarım,
Yeniden kuşatmaktır hayatı.
Bir dişi geyik, Lily, avuçlarımdan başlar koşmaya,
İner, ormanın derinliklerine,
Hayalimden bir izle, sırlarını açar.
Âşk, yalnızca acıyla yazılır, sınırı olmayan.

13 Nisan 2015 Pazartesi

İçimdeki Uzun İnce Yol

İçimde taşıdığım şey, kana bulanıyor.
Göğsümden bir ses, durma, diyor.
Canım burnumda; nefesini tutup,
Sev, diyor.
İhanet ağacı kurur mu, diyorum.
Sesim boğazımdan çıkmıyor,
Hançerem yarılıyor.

İçimdeki bildiğim şey, ateşe atılıyor.
Sen istemesen de yanacaksın, diyor,
Fitilin ateşlendi bir kere.
Bu kaçıncı medcezir Yaratan'ım, diyorum.
Sessizlik veya ben, aynı.
Döngün boyunca kasıp kavuracaksın,
Kendin kadar, diyor.

İçimde barındırdığım şey, boğuluyor.
Yardım etmezsen öleceğim, diyor.
Ben yanarken hep üzerime üfledin, diyorum.
Vazgeçmeyi bırakıp kendini suya salıyor.
Acı, bir boğum, boğazımda taşıdığım, diyorum,
Bir de içimde benden kopmayan et.
Ben senin beynindeki ur'um, diyor.

7 Nisan 2015 Salı

İnsan Kusuyorum Buruk Buruk

Modern İnsana Hiciv
İnsan kusuyorsam biraz da fikirlerini çamurla kaplamalarındandır bunun nedeni. Hep derinlerde bir özün olduğunu söyleyip de yüzeyde kalmalarından, kusmuğu bal diye tadıp çamuru deniz sanıp yüzmelerindendir. Kapı dedikleri duvarlara çarpıp çarpıp akıllarını yitirmelerindendir biraz iğrentim.
Yoksunlukların birer bedene bürünüp göze sokarcasına ortaya çıkarılmaları ve tüm aidiyetlerin hep sözde kalıp unutulmaları, aslında olmamaları ancak hep varmış gibi yapılmaları, hep dudakların arasında kalması sorun. Ait oldukları haricinde tüm düşünceleri, inançları, görüşleri, farklılıkları reddedip daima kendi kör bakışı içinde onun en doğru olduğuna inanmaları ve her seferinde büyük bir karanlığa giden yolun yalancı aydınlanma ânlarında bildiklerini düşündükleri şeyleri kusmalarıdır. Tüm insanlık kusuyor işte, kimse görmüyor mu? Benim insan kusmam biraz da bundandır, içimdeki kusma isteği, reddetme ve ait olamama. Tüm aidiyetlerin birer maskeden ve gizli yüzlerden ibaret kalışı gibi tüm duygular da sır olarak saklandığı o kızıl sandıkta kalmalı artık, çünkü insan, geçen her gün bitaz daha yitiriyor yaratılırken Yaratan'ın sandığına koyduğu o güzellikleri. Önce azar azar kaybetmeye başlandı, sonra giderek çoğalan bir şekilde.
Yok oluşun bedelini kim ödeyecek? Yalnızlaşan bireyi ve kalabalıklaşan toplumu kim görecek? Yitirirken varolduğunu iddia eden ve elinde olduğunu düşündüklerinin aslında birer yanılsama olduğunu insana kim, ne zaman, nerede söyleyecek? Susmak ve dahi bununla beraber cezbeye kapılmak istiyorum. Adımımı attığım her sokakta üzerime yürüyen hortlakların varlığından iğreniyorum. Hepsi, herkes, daima ve sonsuzcasına birer karabatak gibime geliyor. Öyle geliyor bana, yanılıyorum kendi içimde, yanılsıyorum belki, yine de böyle kalıyorum.
Bu modern insan; taraftar, fanatik, gülme hastası, acı özürlü, tüm duygularını kalabalığın içinde yaşayıp kıyıya herhangi birini ayıramayan, yalnızca insanlarla var olup kendi başına kaldığında tümden ölen, sadece ama sadece yaşamaya tutkulu, hep bir mutluluk sanrısı çeken, sahip olduklarını da olamayıp olmuş gibi yaptıklarını da aynı elden bir oyunmuş gibi gösteren, günden güne anlamsızlaşan... İğrentim, büyüyorsun içimde ve ben seni büyütüyorum içimde ve içim senden başkasını kaldırmıyor.
Bunlar insan değil ve ben burkularak kusuyorum. Her sokak başından biriyle daha vedalaşıyorum. Vedalaşmak istiyorum tüm insanlarla, hoş sedamı kendime saklamak istiyorum. Uğurluyorum her gün milyarlarca insanı içimden, her seferinde yeni baştan. Tüm ümitlerin kırıldığı yerde yaşıyorum. İçim hep bir hoşçakal ülkesi.*

5 Nisan 2015 Pazar

İnsan Kusuyorum Damla Damla

 Modern İnsana Hiciv
İnsanların kusmuğa bulandığı ve temiz kalan hiçbir yanlarının olmadığı bir yerde, içimde biriken tüm hüsranları kucaklayarak yazıyorum, çünkü yazmak, bazen kendi gerektirdiği eyleminin de dışına çıkıp insana başka kapılar açıyor, her zaman aydınlığa değil.
Bildiğim, gördüğüm ve anladığım; bana ilham olan ne varsa onların dönüşümü, tıpkı bir kurbağanın metamorfozu gibiydi. Çoğu zaman umut diye açılan kapılar kedere götürür; pencereler içeriye her zaman temiz havayı değil, bazen de kirliyi davet eder.
İnsanlık, içi boş bir kelimeden başka bir şey değil ve sevgi, insanoğlunu çoktan terketti. Kim olsa giderdi. Bu insanlar sevilir mi, derdi tekrarlaya tekrarlaya. İnsanlar sevilmez ki, onlardan kaçılır, dedim ben de. İnsandan daha büyük bir canavar yaratmadı belki de Yaratan, belki de bu modern insandır, dedim sonra. Modern insan kustum ben de, kusmuğa bulandı insanlar.
Yol, ki varsa eğer, sadece bir güzergâh. Sadece başlangıcı var, sonu olmayan. Korkaklar sürüsünün içinde hücuma geçen bir aslan, filin hortumu, gergedanın boynuzu, sırtlanların dişi ve akbabaların gagaları arasında can verdi. Tek olan her zaman hür olandır, derse biri, bu yalnızca onun gözlerinin kendisine oynadığı bir yanılsamadan başka bir şey değildir. Bilmeyen göremez, gördüğü sadece aklının oyunlarıdır ve insan, yalnızca hücrelerinin kendisine gösterdiği kadarını algılayabilir. Geri kalanı, duygular yani, hisler, avuntular, ümitler; hepsi terk etti bu toprakları. Kim olsa terkederdi, dedim, kim olsa.
Yalnızlık, bir bağbozumunda kim bilir kimin bulduğu eşsiz bir hazineydi belki. Biraz da lanetti, dedim ben sonra. Lanetti biraz yalnızlık, eski bir korsan hazinesi gibi. Sahip olan hem çok değerli bir şeye malikti, hem de onun için bir bedel ödemek zorundaydı. Sonra, dedim kendi kendime, bu modern insan kusmuğu içinde yalnızlık gömleğini yırtacak kimse var mı, dedim ben ve cevabını yine kendim buldum, kimse yok ki, kimsem, dedim kendi kendime, usulca, sesleri kendi içimde tekrarlayıp harflere aktarmayarak.
İnsan kusuyorum ben hergün, biraz daha. Damla damla kusuyorum. Yalnızlığın salıncağında elimde tuttuğum bir avuç yaşanmışlıkla gidip geliyorum, her yaşanmışlığın aslında yaşanmamışlıkları ve yaşanamamışları hatırlattığını da bilerek. Zaten anılar bir düşman olmaktan başka nedir ki, dedim sonra, belki susarım da sonra.