31 Ocak 2016 Pazar

Âşkın Asırlardır Hiç Susmayan Şarkısı: Taşlıcalı Yahya'nın Bir Beyti Üzerine Notlar

Âşkın Asırlardır Hiç Susmayan Şarkısı:
Taşlıcalı Yahya'nın Bir Beyti Üzerine Notlar

Cânânı kalb-i âşıka sôfiyi Kâ'be'ye
Kimin yakına kimini uzaga saldılar
Taşlıcalı Yahya

"Sevgiliyi âşığın kalbine, sofiyi Kâbe'ye saldılar; kimini yakına, kimini uzağa."

Âşk, insanoğlunun ezeli ve ebedi şarkısı, hiç susmayan. Taşlıcalı Yahya'nın beyti de bunun üzerine. Âşkı ne uzakta aramaya gerek vardır ne de onun için hazırlanıp yola koyulmaya. Bunu yalnızca birkaç kişi bilir ve sırrı da saklarlar. Bunun için döner semazenler kendi etrafında. İnsan kendi etrafında niçin döner? Bu kendi kendini tavaf etmesidir insanın. Çünkü âşık, kimse görmese de, bilmese de içinde taşır Kâbe'sini ve döner hiç durmadan onun etrafında.
Beyitte şâir iki planlı bir söz söylemiş ve bunu çok ustalıkla yapmıştır. İlk planda âşık-mâşuk, ikincisinde sofi-Kâbe birlikteliğinden yararlanmıştır. Böylece beytini hem dünyevî hem de ilahî boyutta yorumlamak için zemin hazırlamıştır. Taşlıcalı Yahya'nın şiir söyleme kudreti de düşünüldüğünde bu çok yerindedir.
Dîvân edebiyatı âşk üzerine kurulmuştur, desek yanlış olmaz sanırım ama burada işlenen âşkın çeşidi önemlidir, yani hem dünyevî hem de ilahî boyutu. Yüzyıllardır ondan bahsedilmesine rağmen bunun sonu hiç gelmemiştir.
Beytin ilk mısrasında klasik edebiyat çağımızın tüm mefhumları var gibidir, hatta bütün bir hayat telakkisi. Âşık ve sevgili, Kâbe ve sofi yan yanadır, hepsi birbiri ardınca zikredilir. Âşıkla sevgilinin isimlerinin yan yana gelmesi bile bir mucizedir, bu âşığın gönlündeki ateşe dökülmüş bir yudum sudur belki de, adının onunkiyle yan yana anılmasındaki zevki bilir her ne vesiyle olursa olsun. Âşık, tek amacı olan sevgili uğruna her şeyi yapar, yeter ki o hoşnut olsun. Bunun üzerine ardı arkası tükenmeyen şiirler söylemiştir. Ondan bir hoşnutluk belirtisiyle karşılaşmak içindir tüm yaptıkları. Gece gündüz evini tavaf etmesi, bir ibadet gibi sürekli onun uğruna âh etmesi, gündüz güneşi yandırması gece ayı ışıldatması sevgilidendir. Bugün güneş, gündüz vakti içimizi ısıtıyorsa; ay, gece yolumuzu aydınlatıyorsa bunda âşıkların âhının da payı olduğunu unutmamak gerektir.
Sofi, klasik edebiyatımızın en önemli unsurlarından birisidir. O da Kâbe'yle beraber anılmıştır. İsimleri yan yana zikredilir. Amaç ve arzu sahibi kişiler yan yanadır. Âşık arzunun sahibi, sevgili amaç; sofi arzu sahibi, Kâbe amaç. Sûfî, İslam Ansiklopedisi'nde şöyle tanımlanmıştır kısaca: "Tasavvufî hayat tarzını benimseyerek Hakk’ın yakınlığını kazanmaya çalışan kimse."
Bilindiği üzere tasavvufta tek amaç Allah'ın rızasını kazanmak, ona yakın olmak, dünyadan kopup onun özüne karışarak kendini bulmaktır.
Cânân sevgilidir, ulaşılma arzusunda olunandır; âşığın kalbi sevgilinin evi, zikredildiği yerdir. Cânân gözde nazar olunur, kalpte tecelli eder. Göz ve kalbin arasındaki yola düşer, en nihayetinde sevgide emek zuhur etmiş olur. Sofi tasavvuf ehlidir. Allah'a âşk ile ulaşmayı arzular. Mutlak sevgili Allah, evi ise Kâbe'dir onun için.
Ev, tüm canlılar için çok önemli bir husustur. Kişinin barınmasını sağlayan, onu dış etkilerden koruyan, gerektiğinde inziva yerine dönüşen bir mekândır. Bunun için temel insan haklarındandır barınma. Her insan kendine bir yer yurt, bir ev edinir. Her canlı yuvaya sahiptir. Allah da dünyada bir ev inşa ettirmiştir. Bu, onun yeryüzündeki nişanı gibidir. İnsana ne kadar yakın olduğunu göstermek şeklinde de yorumlanabilir. Allah, yeryüzünde bir ev inşa ettirerek insanlara mesaj iletiyor; herkes sığınılacak bir yer arar, siz de bana sığının ve benim evime yönelin. Bahsedilen sofi de bu eve yönelen kişidir. İmkânı olanların madden de bu eve gelmeleri farzdır zaten. Beyitte bahsedilen sofinin de yolu bu Kâbe'dir. Sofi o Kâbe'ye varmak için yola düşer. 16.yüzyılda İstanbul-Mekke arası aylar süren bir yolculuk demekti. Saldırılar, hastalıklar ve bunun gibi pekçok problem demekti. Bunları göze alıp yine de oraya gitmek çok değerli bir olaydır. Ancak bu beyit düşünüldüğünde Yahya Bey çok daha başka bir şeye işaret etmektedir. Sofinin bu yaptığı çok değerlidir ama ondan çok daha büyük bir yolculukla uğraşan kişiyi de görmek gerektir: âşık. Âşığın yolculuğu sofininkinden çok daha zordur. Çünkü birininki madden yapılırken diğerininki manevi boyuttadır ve içe doğrudur. Yakın ve uzaklık meselesi dünyevî ve mânevî olana göre değişir burada. Neticede de Kâbe dünyada bulunan, maddi bir unsur teşkil eder. Ona ulaşmak mesafelerle ölçülür, ancak sevgili mesafelerle ölçülemeyecek bir yerdedir. Öyleyse yakın olan Kâbe, uzak olan ise sevgilidir. Kâbe'ye yapılam yolculuk da sevgiliye yapılandan daha kolay bir hâle gelir.
En zor yolculuk, insanın içine doğru yaptığıdır. İnsanın içi yeryüzünde emsali görülemeyecek büyüklükte zorluklarla çevrilidir. İçimize giden yolu her göz göremez, âşık olma şartı ilk adımıdır bunun. Sofinin yaptığı at sırtında aylar süren yolculuk bunun yanında bir odadan diğerine geçmek kadar kolaydır aslında. Sofi, Kâbe'yi uzakta görür, ona gider. Oysa âşık o kadar zor bir yolculukla baş başadır ki bu onu sofiden kat kat yukarı çıkarır. Âşık, sofinin aksine gerçek Kâbe'nin nerede olduğunu bilir. Kâbe, insanın içindedir. Her yerde olan Allah, bu Kâbe'dedir aynı zamanda. Âşık, içinde neyin olduğunu bilir ve bu yola eğilir. O kadar çok eğilir ki... Klasik edebiyatımızda âşığın hep sevgili için çektiği sıkıntılardan gerek dal gerekse dal harfi gibi büküldüğü söylenir. Aslında bunun söylenmeyen başka bir nedeni daha vardır. Âşıklar bu içlerindeki Kâbe'ye bakmak için de bükülür. O kadar bükülürler ki kendileriyle iç içe geçerler âdeta. Düta olmaktır bu, âşığın kendi içine bakmak için eğilmesi.
Sağımda solumda kıble aramam, hem kıbledir hem Kâbe'dir yâr bana, der âşık.
Âşık, sofinin üzerindedir her anlamıyla. Yolculuksa yolculuk, zorluksa zorluk, sevgiyse sevgi hem de kat kat değerli. Hepsini yapar. Hepsinden fazlasını yapar.
Şâir, her şeyi örtmesini bilir. Bu beyitte de her şeyi örtmüştür Taşlıcalı Yahya. Beyti o kadar kolay söylemiştir ki tüm anlamları ardına gizlediği perdeden sıyırıp da bakabilecek, bakıp da görebilecek çok az kişi vardır. Ne telmih vardır ne başka bir şey. Yahya Bey öyle bir beyit kurar ki aslında her şeyin sırrını fısıldar okuyanın kulağına. Bir yandan da bilir ki şiir okuyan kişi, içine yönelen kişidir.
Taşlıcalı Yahya söyler, içine yönelen de anlar böylece. Şarkı hiç susmaz.

Gidiyorum

Gidiyorum avuçlarımda biriktirdiğim bir tutam buğdayla
ayçiçek tarlalarının tam ortasından geçerek. Karşımda
bir insandan daha insan bir korkuluk, gözlerimin içine içine
bakan. Dudaklarında, hiç söyleyemediği birikmiş sözcüklerin
uğultusu, kulaklarında asırların sesleri, harfleri ve elleri,
yok.

Gidiyorum buradan daha aydın bir diyâra, size ne dedilerse,
cennet, umut, âşk, bir oğul. En çok oğullar öldürür babalarını,
ki bu arada zikretmek gerekir. Gidiyorum nicedir kendime
sakladığım düşleri cam kentlere hapsederek. Kaç kez ölürse bir insan,
o kadar ölerek, gidiyorum.

29.10.15

Mağribî Anka

Ankalar kanatlandı gönlümden,
Tutamadın.

Ruhum indi gönlüne,
Göremedin.

Gönlümde şehirler kurdun,
Yıkamadım.

Perdeler vardı arasında gönüllerimizin,
Aralayamadın.

Umuttu diğer adı karabasanın,
İşittiremedim.

Zaman, şeytanın dostu,
Anlayamadın.

Batının güneşini müjdeledi sana anka,
Kavrayamadın.

30 Ocak 2016 Cumartesi

Zihin & Kuyu

Zihnim bir kuyu;
İçine attığın taşlar,
Yankılanıp durur,
Sonsuza dek.

Çığ altındayım;
Her yanda çığlıklar,
Çırasıyım tutuşturduğun od'un,
Ezelden beri.

Bir söz mesafesi;
Gözlerim oyuk,
Çözük bir bağ, kovuk,
Evvel dediğin donuk.

Sıratıyım âşk yolunun.

20.12.15

29 Ocak 2016 Cuma

Tüy Kadar Hafif Sözler

Silmeye başladım kendimi,
Karşımda görünce seni;
Akseden sudan yüz çevirmiş,
Yok sayan kendini.

Ay yanar mı anarsa nârı,
Yay kurulur mu ulularsa yârı;
Binbir gece masalı değil bu,
Anladım (mı) hayatı.

Katrana bulanmış sözler dedim,
Söz verdim;
Tüy kadar hafif sözlerin,
Söz verdim.

Aforizmalar X

  • İnsanı mahveden yalnızca kendisidir.
  • Kadınlar anlaşılmak için değil, her şeyi zorlaştırmak için yaratılmıştır.
  • Bukalemunun samimiyetini taşıyorsunuz renk değiştiren yalanlarınızda, demeli insan.
  • Yaşamaktan daha önemli işler var, ölmek gibi.
  • Geçmiş, yalnızca bir boşluk; gelecek, sadece yokluk.
  • İçi doldurulmuş hayvanlar gibi ruhu, insanlığın.
  • Anlatabildiğimi biliyorum, anlayacak kimsenin olmadığını da.
  • İçimden bir ses, herkes buradaysa dışarıda kim var, diyor.
  • Yahuda'nın öpücüğüdür her sevgilinin âşığının yanağına kondurduğu. Çünkü bir tek ihanete sadıktır insan.
  • İnsanoğlu ahmak olmasaydı Allah binlerce peygamber gönderir miydi?
  • Çay demledim gönül bahçemden.
  • Hiç kimseye ihtiyacı yoktur insanın, kendinden başka.

28 Ocak 2016 Perşembe

Mordor

Kaç Mordor düştü içimde, bilmem,
Gittiğim yollardan geri dönemem.
Her şey bir imgeye dönüşmekte içimde,
Her kelime anıları gizlemekte
ve Mordor denilen diyâr,
İçimin gizini hapsetmekte.
Koşuş, İsengard boyunca koşuş,
Yıkılışı görmeye,
Kalbimin ortasında açılan delikte boğulmaya,
Gediklerin içinde hapse düşmeye:
Koşuş, kopan parçalarını görmeye gönlün.
Bu kaçıncı Mordor'u içimin, düşen?
Her şeyi gören göz, üzerime dikilen,
Her ânını günün, kuşatan,
Her sözünü dilin, yazan;
Sır perdelerini çeken yüz üstüne.
Sauron, ismi içimdeki gücünün,
Yokluğundaki gizil güdünün,
Sauron, ismi yokluğa güdülüşümün.
Bir boğuntu, söz diye kusmaya çalıştığım,
Kimsenin duymadığı,
Bakışlardan anlaşılacak anlamlar.
Düşüş, Mordor'un kurak toprakları boyunca,
Kaçış, üzerime dikilen gözler süresince.
Hangi Mordor bu,
Bu kez de düşüşüne şahit olduğum?

Dağkahverengisi Günlüğü X

Gustav Klimt Avusturyalı'ymış, ben Amerikalı zannediyordum. Sembolizmi resim ile buluşturma noktasında oldukça başarılı buluyorum. Özellikle "Yaşam ve Ölüm" tablosunu seviyorum, "Öpücük" vs de güzel tablolarından. "Yaşam ve Ölüm"de ölümün haçlarla donanmış hâlini, yaşamda iç içe geçmiş, birbirine yaslanmış insanları, her şeyi kuşatan renkleri seviyorum. Klimt, resim sanatı içerisinde özel bir yeri olan sevdiğim ressamlardan. Sembolizm kullanıldığı her alanda ne kadar güzel sonuçlar verebiliyor, doğru ellerde ve doğru metotlarla olmak şartıyla tabi ki.

Dün gece Başkalarının Hayatları'nı izledim. Oldukça başarılı bir Alman filmi. Doğu-Batı Almanya arasındaki farkı, dönemin baskını, sosyalizm ve komünizm eksenli rejimlerdeki o insanları boğan her şeyi kontrol etme dürtüsünü vs çok iyi yansıtmış. Filmi izlerken 1984'ten çok sahne düştü aklıma. Her şeyi kontrolü altında tutmaya çalışan, insanlarını fişleyen, kategorileştiren devlet örgüsü. Ayrıca her şeyi yöneten ve sosyalizmin asıl unsurunu oluşturduğu söylenen "parti"nin de ne kadar zararlı bir organ olduğu ortada. Sanırım insanın bulduğu tüm fikirler yine kendisini zehirliyor. Faşizm de komünizm de sosyalizm de. Hiç fark etmiyor. İnsandan çıkan tüm düşünceler yine onu boğuyor. Bunun kurtuluşunun nerede olduğunu bilmiyorum En tehlikelisi fanatiklik. Film, tüm bunlar ekseninde dönemin boğucu yapısını göstermesi bakımından güzel detaylarla iyi şeyler sunuyor izleyicisi. Çok işlenmemiş bir konuya değinilmesi de ayrıca bir güzellik. Bunun gibi özellikle Stalin dönemi Rusyası, baskı dönemini anlatan filmler de yapılsa iyi olabilir. 1984'ün filmi varmış, bir ara onu da izlemek istiyorum.

İki buçukta uyandım bugün. Saatlerim giderek şaşıyor. Doktoru aradım ama açmadı, gitmedim ben de. Daha sonra kontrole giderim artık. Bugün de böyle geçiyor

Tom McCarty'nin C'sine başlamıştım ama ani bir kararla Carlo Levi'nin İsa Bu Köye Uğramadı'sın okumaya başladım. Çok iyi gidiyor. Muhteşem bir iki sayfalık girişi var. Sartre önsözünde çok açık ifadeler kullanmış, sevdim. Atmosferi itibariyle bana Gabriel Garcia Marquez'in romanlarını ama özellikle de Yüzyıllık Yalnızlık'ı anlattı. O köy hayatı, yoksunluk vs. Bir kere kitabın adı çok güzel: İsa Bu Köye Uğramadı. İsa, benim köyüme de uğramadı, dünyadaki pek çok yere uğramadığı gibi.

Bugün gördüğüm kadarıyla YKY, Orhan Pamuk'un yeni romanının 3 Şubat'ta kitapçılarda olacağını açıklamış. Ben de artık 3 Şubat'ta Taksim'e gider alırım. Merkez şubeden almak da âdet gibi oldu. Galatasaray Meydanı'ndaki şube de tekrar açılsa iyi olur, özledim orasını. Merkez Han daha küçük.

Biraz İngilizce çalışmam gerekiyor. Sınav giderek yaklaşıyor. Biraz kalıplara falan çalıştım geçen hafta kurstan verdikleri.

Haftaya Perşembe İstanbul Modern'e gideceğim. Onu da heyecanla bekliyorum.

Pazartesi muhtemelen lisedeki arkadaşlarla buluşacağız. Topluca buluşmayalı uzun zaman olmuştu. Artık kim bilir neler konuşuruz. En sevdiğimiz etkinlik: mangal. Sınırsız kırmızı et. Kırmızı et gibisi yok. Balık sevenleri anlayamıyorum. Onlar da beni anlayamıyordur. Kimse kimseyi anlayamıyor sonucuna varıyorum dosdoğru mantıkla her zamanki gibi.

Saat beşi çeyrek geçiyor. Uyanalı üç saat olmuş yani. Vakit tuhaf bir yaratık ne de olsa. Ne nasıl geçtiğini anlayabiliyor insan ne de nerede duracağını.

Dün kitaplığımı düzenledim tekrar. Bütün rafları indirip sildim. Bütün kitapların tek tek tozunu alıp yerleştirdim. Bazı rafların yerini değiştirdim. Yeni raf düzenine henüz alışamadım. Ne zaman alışacağım muamma. Bir yandan içime sinmiyor bir yandan da buna mecburmuşum gibi hissediyorum. İyice ne yapacağımı şaşırır oldum. Allah başka dert vermesin.

Cem Adrian, Seçmeler II'yi yayınlamış. I kadar güzel olmuş bu da. "Sivas'ın Yollarına"yı da seslendirmiş. Güzel olmuş. Özellikle "Sen Gel Diyorsun" çok başarılı olmuş. Türkülerimiz o kadar muhteşem şeyler ki:
Aramıza girmiş dağlar denizler / ... / Kar yağmış yollara / Örtülmüş izler / Sen gel diyorsun / ... / Sen bul diyorsun / Sanma bu sevgimiz sence yaygara / Ne dertler bıraktın öf öf hep sıra sıra / ... / Hangi kalem yazmış benim yazgımı

Bir Şarkı: Sen Gel Diyorsun

26 Ocak 2016 Salı

Dağkahverengisi Günlüğü IX

Her Şey Çok Güzel Olacak, filmi Cem Yılmaz'ın dediği gibi "Hâlâ yaşıyoruz be abi, bu da bir şey." cümlesiyle sonlanıyordu. Cem Yılmaz'ın, Mazhar Alanson'un ve bence Türk sinemasının da en önemli filmlerinden birisi. Şarkısı da kendisi kadar güzel bir film. Yine de hiçbir şeyin güzel olduğu yok. Cem Yılmaz'ın ilk filmi en özel filmlerinden de birisi. Mazhar Alanson'un oynadığı filmleri de kendisi ve şarkıları kadar seviyorum. Bir ara Star'da bir dizisi vardı ama çabuk yayından kaldırılmıştı. Oysa onu da sevmiştim. Küçük Şeyler, tarzında bir şeydi adı galiba. Yanılıyor da olabilirim.

Bir kuş kanatlanır şu gönlümden / Çırpınır çırpınır da uçamaz /... / Âşıklar kaçamaz*

Zindan Adası'nı bitirdim az önce. Leonardo Di Caprio'nun en özel performanslarından birisi. Oyunculuk denen şeyin hakkını kesinlikle verdiğini söylemek mümkün. Oyunculuk denen şeyin ön plana çıktığı bir filmdi. Kurgusu da oyunculuk gibi başarılıydı. Zihnimi çok meşgul etti. Sonuna kadar çözemedim. Belki benim aptallığımdandır, bilmiyorum, çözemedim. Teddy'i yalanlara alıştırarak, deliliğine ikna ederek orada tutmaya çalıştıklarını düşündüm son âna kadar. Ta ki sonunda her şey çözülene kadar. İç içe geçmiş bir çok şey son halkada açılıveriyor. Benim için son âna kadar karmaşasını sürdürdü. Ben de olsam delirirdim bu koşullar altında. Tam bir "Zindan Adası" olduğunu söylemek mümkün. Adanın korkunçluğu da buna eklenebilir.

Dün Millî Reasürans Konser Salonu'nda keman ve piyano dinlemeye gittim. Kemanı daha çok sevdim. Mecidiyeköy'den Teşvikiye'ye kadar yürümek keyifli. Güzel. Uzun bir yol. Kırk beş dakika bile tutmadı. Hızlı yürüyorum. Nişantaşı'nı seviyorum. Yine Pamuk Apartmanı'nın önünden geçtim. Bu sefer dönüşte acaba 'Pamuk' soyadlı biri var mı diye zillere baktım. Röntgencilik sayılmaz sanırım. Aprtman çok güzel bir yerde. Yine yanından geçerken Teşvikiye Camii'ne baktım uzun uzun. Çok sevimli. Küçük ve hoş. Bu tarz camiler hoşuma gidiyor. Orijinalliklerini hissettiriyor. Konser de güzeldi. Şakşakçılık denen şeyin tam anlamını bu konserlerde öğreniyorum. Her dakika başı alkış denen gürültü. Yoruluyorum. Bu kadar alkış gereksiz yani. Bir de sürekli en önde 'Bravo!' diyerek ayağa kalkıp alkışlayan adam. Geçen de vardı. Onun gibiler hep olmak zorunda mı? Güzeldi evet, güzeldi, ama bu ne teferruat böyle? Keman dinlerken yanıma oturan çocuk uyuyordu. Aradan sonra piyano dinletisi sırasında yanıma başkası geldi, o da piyano çalanın tanıdığıymış, başladı onu övmeye falan. Bu bizim milletteki tanıdıklık örgüsü. Velhasıl konser iyiydi tüm bunlarla beraber. Teşvikiye daha iyiydi. Yürümek daha da iyi.

Kar yağmakta. Güzel. Kar yağmakta. Naif. Mecidiyeköy ayaklarımın altında. Kara ilk ben dokunuyorum gibime geliyor bazen. Üst kattakiler nedense hiç ses çıkarmıyorlar. Sanki üst katımız yokmuş gibi.

Bugünün en önemli haberi: Orhan Pamuk yeni romanını çıkarıyor. Hemen YKY Merkez Han'ı arayıp hangi gün çıkacağını sordum, 2-3 Şubat dediler. İnternetten ön sipariş var, 2 Şubat diye geçiyor çıkış tarihi. Onu da sordum, muhtemelen 2 Şubat'ta çıkacak zaten, dediler. 2 Şubat gelsin de hemen gidip Merkez Han'dan alayım. Oradan almanın keyfi başka. Şu Galatasaray Meydan'daki şubenin tadilatı da çabuk biter inşaallah. Bu sefer romanın reklamın hiç görmemiştim, bir ândaki çıkması beni çok sevindirdi, heyecanlandırdı ve uzun süre sonra mutlu etti. Bugün hemen Ulysses'i bitirmeye karar verdim. Bundan sonra hemen Tom McCarthy'nin C'sini bitirmem gerekiyor, zira o kitap da Ulysses yolunda olduğu için art arda okuma kararı almıştım. Haftaya salı günü de Kırmızı Saçlı Kadın'a başlarım böylece. Çok iyi oldu. Salı günü çıkmasına da ayrıca sevindim. Salı günü doğmuş bulunmam hasebiyle tüm salılar benim için önemli. Mesela Ulysses'i bugün bitirebilirsem yine güzel olacak.

Dün gece Federico Fellini'nin 8 1/2'sini izledim. Çok geniş açılar, büyük mekânlar, yüksek tavan, açık sahalar falan derken yoruldum. Üzerime gelmeye başladı bir süre sonra dekorlar. Filmin sonunu sevmekle beraber, iyi diyaloglar olmakla beraber genel olarak çok da hoşuma gitmedi açıkçası. Filme kötü demiyorum, iyiydi, sadece benim için çok büyük bir anlam ifade edemedi maalesef. Benden kaynaklanıyordur sanırım.

25 Ocak 2016 Pazartesi

Dağkahverengisi Günlüğü VIII

Her gün biraz daha hücum ediyor bana. Öğrendiğim her şey bir başka soruna neden oluyor. Öğrendiklerim de beni zehirliyor her şey gibi. Hayat bir büyük yılana dönüşüp beni her görüşünde zehrini salıyor içime. Yürüyen bir zehre dönüştüm giderek.

Dün Christopher Nolan'ın Başlangıç'ını izleyebildim sonunda. Oyunculuktan ziyade kurguyla öne çıkıyor. Üst düzey bir oyunculuk söz konusu değil.Nolan'ın bu kurgusundan çok hoşlanıyorum. Hep dediğim gibi beynimi bulandırıyor. Prestij için de aynı şey geçerli. O da bunun gibi bir başka efsane olsa gerek. Bu aralar izlediğim filmlerden keyif alıyorum. Sadece. Leonardo Di Caprio, Christian Bale gibi oyuncularla çalışması da Nolan'ın hem seviyesini, hem de değerini göstermesi bakımından güzel bence. Sevdiğim oyuncuların sevdiğim filmlerde olması.

Bugün kestane yedim. Bu kış ikinci kez. Artık her hafta yaparız sanırım. Bu kışı da kestanesiz atlatmadık çok şükür. Mevsimlere göre beslenme bu olsa gerek.

İngilizce kursunda sınav vardı, küçük de olsa. Genel olarak yaptım, yapamadığımı kopya çektim. Cümleler kurdum. Ne yapacaktım başka? Önemli olan öğrenmek. Öğreneceğim ben de. İnşaallah şu Erasmus sınavını da kazanırım da giderim artık. Vaktim daralıyor. İstanbul biraz boğuyor. Boğaz beni kendine doğru çekiyor. Binalar ise üzerime ha yığıldı ha yığılacak. Bir deprem bekliyorum her şeyi silen. Dümdüz eden. Yalnız benim içimde de olsa. Kimse olmadan.

Sezen Aksu iyi hoş. Yine de bazen.

Dağkahverengisi'ni zikretmeyeli çok oldu. Çok zaman geçmiş gibime geliyor artık. Çok zaman geçti mi sahi, yaşıyoruz aynı şeyleri oysa her gün. Bugün bir şiir yazdım. Film eleştirisi yazdım. Birkaç not aldım deftere. Bir de hangi filmi izlesem bu gece diye karar verdim.

Âşktan bahsetmeyeli ne kadar uzun zaman oldu. Oysa hep yaşanan bir hâlin dile dökülemeyişi bu. Âşktan bahsetmeyeli de çok oldu. Utanç. Âşktan bahsetmeden durulabilir mi, tek şifa bu oysa.

iPad'in şarjı bitmiş. Yazı da yazamıyorum.

Geçen gün arkadaşlar benim saç sakal şeklimi ne kadar çok değiştirdiğimi söylediler. Ben de düşündüm sonra. Gerçekten de sürekli bir değişim içinde saç sakalım. Belli bir şekilde karar kılamamışım galiba. Bu sefer ne kadar böyle gideceğini ben de bilmiyorum. Sakalım çok uzadı. Bundan daha uzun bir süre uzatmış mıydım bilmiyorum. "Muhteşem Abdullah" yakıştırmaları hoşuma gidiyor yine de. Okulun yemekhanesindeki abilerden yadigar kaldı. Türkiye'den başka yerde de insanlarla böyle bir iletişim kurulamaz zaten. Fazla cana yakınız. Yine de cana yakınız. Soğuk değil. Belki bazen aşırı. Arada sakalımdan düşen tellere bakıyorum da saçımdan ayırt edemiyorum. Bir kitabın falan arasına düşse ve sonra görsem saçımdan mı sakalımdan mı düştü ayırt edemem. Ayrıştırmak gerek belki de bazen. Zaten bizimkiler de hep, sakalını uzatma, evlendikten sonra eşin izin verirse uzatırsın, diyip duruyor. Nasıl bir aile düzenim varsa her şeye kadınlar karar veriyor. Sakal uzatmak için bile eşten izin alma mecburiyeti var. Bana adını bırakan rahmetli dedem hacı olduğunda dahi eşi istemediği için sakal uzatamadıydı. Vay be, ne aile ama!

Blogun üst başlığını da "Bi' fincan mutluluk ?"tan "Oğlak Sancısı"na çevirdim. Ocak ayı böyle. Sonra değişir belki tekrar. Dönüşür. Şu Ocak ayı bakalım başka neler anlatacak bana, ne taşlar dökecek eteklerime, ne masallar akıtacak kulaklarıma, bakalım. Şu Ocak ayı.

Saat gecenin üçüne geldi. Uykum yok. Yazasım var ama biraz düşünesim de var. Düşünüp yazmamak daha iyi bu saatte. Bir de şu sakalımın rengi mevzusu var uyumadan önce söylenmesi gerek. Boyatmıyorum, demekten yoruldum. Yediden yetmişe herkesin sorduğu bu sorunun cevabı, orijinal rengi olduğudur.

Şimdi bir şeyler fısıldamak istiyorum en sevdiğim yastığıma. Uyumak istiyorum sonra uzunca/usulca. Kahvaltıyı geç yapmak isterdim ama hiç şaşmaz. On küsür dedin mi kahvaltı saati. On bir gibi ikinci uyku için yatış ve on iki küsür de uyandırılış tekrar. Bu düzeni değiştirecek biri veya bir şey de yok hayatımda.

Neyse Sezen Aksu iyi gelir bu saatte belki. Gerçi şarkı öyle iyi gelecek şarkılardan değil. Neyse zaten hep kötünün kötüsü vardır, demeli. Daha ne kadar kötüye batacağım?

Bir Şarkı: Seni Bana Vermediler

24 Ocak 2016 Pazar

Sen Gönlüme Düşünce Ben Yoluna Düştüm

"günleri ter ter dokudum sevgili, gel, incinme sen
yürektir bu, dökülür yollara, bas geç, istemezsen..."
Figen Sariye



Diller dokudum sözcükleri uysun diye sana,
Tenlere dokundum, kemendi uysun diye bedenime,
Sevgili, yollara düştüm, açtığımdan beri gözlerimi.
Adım konmuş benden önce,
Ben bir deli, ben bir divane, yoluna meftun.
İlmek ilmek adını kazıdım, bulunduğum her yana,
Flemenkler'in terk ettikleri kayıp zamana,
Adını kazıdım, arta kalmış harflerden dîvâna:
Sevgili, gönlüme düştün, yoluna düştüm.
Kokuna kanıp mı düştüm yollara, bilmem;
Sözüne dayanıp mı yandım odlara, bilmem:
Bilmem, senden özge ben bilmem,
Sen olmadan dünyadan göçüp gidemem.
Hangi yana baksam görünen sen,
İzbelerde bekleyen hayalet gibi sen,
Durum vahim, acılar sathi,
Sensizlikten geçip kendime gelemem.
Dokumak için seni tenime, dolaştım Ezidîler arasında,
İşlemek için nakşını kendime, dolaştım Çinîler arasında:
Hep bir kayıp, bir kayboluşla karşılaştım körkütük,
Sevgili, düştüm yollarına, gönlüme düşeli sen beri,
Gel beri,
Ki sen gönlüme düşünce, ben senin yoluna düştüm.

Acı Çağı

Tam olarak dünyanın neresine düştüğümü bilmiyorum. Yaşadığım çağ ve hayat muamma. Her gece sorduğum sorular kimi zaman belirsiz cevaplar kimi zaman da sırrına eremediğim karşılıklarla dolu. Yaşamak istemediğim bu hayatı zorla sürmekle meşgulüm. Tutunacak bütün dallarımın ağacın kökü kesilerek kurutulduğunu gördüm yaşadığım süre boyunca. Peki ne yaşadım, dedim kendime her bu noktaya gelişimde. Beni buraya sürükleyen şeyi aramaya çıktım. Bulduğum cevaplar içimden kopup gelen şeylerdi. İnsan dünyaya bir kez kırılınca bir daha geri dönemiyor, güçlü değilse şayet, ki güçlü değildir insan hiçbir zaman yeteri kadar, çünkü her zaman yeterin son raddesine kadar yüklenir sırtı ve kambur bir halde yürümek zorunda bırakılır kişi, imtihandır bu, son raddede olmak zorundadır ve öyledir. Her gece yalvarmalarım, yanıt aramalarım ve kimsesiz bırakılmalarım sürdü böylece. Her gün içime yeni kırgınlıklar doldu. Tanıdığım herkes bir başka kırılganlıktı benim için. Alışamadım hiç kimseye. İnsan bir kez kopunca bir daha hiçbir bağ onu başkalarına tutturulamıyor. En sevdiğim örnektir, hayatıma dair. Düşen bir vazo. Bir apartmanın çatısından aşağı bırakılmışım. Beni bırakan merdivenlerden inmeye çalışıyor koşarak. Beni kırılmadan tutabilirse yaşayabileceğim. Oysa ne beni tutan biri var ne de parçalarımı birleştirecek herhangi bir şey. Çok kırıldım hayata dair. Umut denilen şeyin altında can verdim. Özlem denilen şeyin boynuma geçirdiği ilmeklerde boğuldum. Cennet, mutluluk, sonsuzluk dedikleri şey büyük bir ıstıraba dönüştü benim için. Rüyaları bekledim sürekli. Bir rüya dedim. Tutunacak bir şey ver bana Rabbim dedim. Tutunamadım. İyi bir kul olamadım hiçbir zaman. Ne de iyi bir insan. Doğru biri. Hayırlı bir varlık. İçimdeki şeytanlarla kaldım. Zihnim hep hapsetti beni kendine. Kendi içimde öldüm öldüm dirildim. Her dirilişim daha büyük bir acıyaydı. Bir acı çağı benim için yaşadığım her gün. Her günün payına düşen milyarlarca acı var. Yürüyüp geçiyor insanlar yanımdan yöremden. Bir bakış. Tadış. Koklayış. Sonsuzluktan çok uzak bir köşede acı çekiyorum. Her gece ölümü dileyerek yatmak ve her sabaha uyanmanın verdiği o büyük yükün altında eziliyorum. Üzerime konulan hiçbir yükü taşıyamıyorum artık. İsa olduğumu mu ilan etmem gerekiyor, ben miyim günah keçisi zehirli hayallerimin. Kurduğum bütün hayallerin üzerime yıkıldığı bu yere beni tutsak eden şeylerden sıyrılamıyorum. Camus'un dediği gibi asıl mesele intihar, olmalıydı. Olmadı. Acı çekerek varlığımızı devam ettirmek zorunda kalıyoruz. Mutluluk önümüzden gözümüzün içine bakarak geçiyor. Anlayamıyorum. Hiçbir zaman bir deha olmadım, yeteri kadar akıllı, zeki de. Hiçbir zaman bir şey olamadım ve şimdi belki de o bir şey olamamanın acısını yaşıyorum. Hayat çok erken başladı benim için. Aynı erkenliğin içinde sonlanmasını bütün ümidim, ümidimdir bu. Gerçekleşmeyen her şey, büyük bir arzuyla da istenen, çok geç gelmesiyle meşhurdur. Yani, bir şeyi ne kadar ,ok istersen ondan o kadar uzak düşersin. Bunu tattım daima. Bu yüzden istediğim her şeyin çok uzak bir köşesindeyim. Hayatım, başka hayatların arta kalanlarından toplanıp meydana getirilmiş gibi. İçimde hiç bilmediğim insanların sancısını yaşıyorum sanki. Herkesten bir parça acı koparılıp da bana konulmuş. Hamurum, daha önce yoğrulan hamurlardan arta kalan parçaların şöyle bir toplanıp karılmasıyla oluşturulmuş. Hayır. Özelim aslında yaratılan her insan gibi. Allah beni de en az diğerleri gibi özel yarattı. Her insan özel. Ama benim özelliğime düşen güzel bir şey niye yok veya ben niye bulamıyorum. Kendimde güzel bir şeyler bulma dürtüsünü kaybettim belki de, hayatta, insanlarda güzel bir şeyler bulma dürtüsünü, çok erken. Güzel olan her şeyi çok erken kaybettim. Mutlu şeyler yazmak isterdim oysa ben de. Mutlu olabilmeyi isterdim. Gece, hiç sonlanmıyor. Yani ölümle. Beklediğim hiçbir şey gelmiyor. Gelmeyeceğini de bilmek demek bu, hiç yanılmadım zira tahminlerimde. Bu bana acıyı müjdeleyen. Bir acıdan ibaret hayat. Peki ya cennet, diyorum sonra. Allah'ın vadettiği bir cennet var. Sonsuzluk var. Bu acılarla mı gireceğim oraya. Yıkanmalıyım önce, sonsuz bir pınarın altında. Peki ama kim karşılayacak bemi cennetin kapısında, dünyada tanıdığım hiç kimseyi götüremiyorum oraya. Orada da beni bekleyen bir yalnızlık var. Bir hayal, görmek istediğim bir düş var. İnce bir dere. İpince. Akan usulca. Çok az ses. Belirsiz. Beni bekliyor. Beni bekliyor. O derenin kenarında. Saçları açık. Saçları güzel. Saçları uzamış beni beklerken. Öteye bakarken dönüyor bana. Yüzünde güller açmaya başlıyor birden. Gülüyor o güne kadar biriktirdiği bütün gülüşlerle. Elini uzatıyor. Sağ elini. Bir söz kopuyor dudaklarından. Bir söz. Hep duymayı arzuladığım, cenneti ifade eden benim için: "Nerede kaldın sevgilim, asırlardır seni bekliyorum." Bir hayal, bir düş bu, görmek istediğim. Oysa biliyorum düşlerin hayata dönüşen şeyler olmadığını. Cennetin şu an içinde bulunduğum yerden çok uzakta olduğunu da. Ve biliyorum iyi bir insan olmadığımı. Allah yine de affederse beni, koyarsa cennetine, daha önce alırsa canımı, ağlamak istiyorum sonsuzcasına. Biriktirdiğim tüm acılar için. Her şeyi anlatmak istiyorum önce. Anlatacak hiç kimsemin olmaması yoruyor beni. Anlayacak hiç kimsenin olmaması. Anlaşılamamak. Kendinde başka kimse anlamaz kişiyi. Yalnızım herkes kadar. Anlamsız. Parçalar, bütünlenemeyen. Bir parçam kayboldu ilelebet, çok erken. Çok erken veda etmek için her şeye. Henüz başlamadan biten şeylerin sancısı içimde. Cenneti henüz kucaklayamadan ayrılış. Yine de vardığımda Allah'ın huzuruna, anlatacağım her şeyi, kendisinin yazdığı. Söyleyeceğim yaşadıklarımı. Bu geceleri anlatacağım ona. Sonlanmayan acıları. Hep yenisi eklenen. Kimsesizliğimi bildireceğim ona. Bütün dallarımın kökünden kurutulduğunu. Gece acı. Acı çağı bu. Her günü yüzyıllar uzunluğunda. Doğumun çabuk, ölümün geç geldiği.

23 Ocak 2016 Cumartesi

Dağkahverengisi Günlüğü VII

Çoktan mühürlenmiş kaderimizde yazılanları yaşamaktan ibaret. O sayfalara ne yeni bir şey ekleyeceğiz ne de dışına çıkacağız. Yazılan sözleri değiştirememe. Hayatımızı anlatan cümleler. Kendi hayatımızın bağlandığı.

Tahsin Yücel son yolculuğuna uğurlandı bugün. Öldü, her lafın kısası ve özü. Vefat etti, daha incesi. Hakkın rahmetine kavuştu, ümitcesi. Şişli Cami'sinin avlusu bile tam olarak dolmadı. Yedi sekiz saf civarı. Küçük bir cami avlusunun bile tam olarak dolmayışı. Köyümüzden biri vefat ettiğinde de bundan daha az bir kalabalık olmuyor. Düşünmek lazım belki de. Neredeydi insanlar, niye azdı, ardından onu uğurlayan?

Şişli Cami'sini seviyorum. Onun küçük eksenli kubbesi altında kendimi iyi hissediyorum. "Naif" kelimesinin karşılığı benim için. Yeri, içi, dışı, etrafı içimi ısıtıyor. Daracık merdivenleri. İç içe geçmişliği. Orta yerde duran şadırvan. Mermer. Her yanı saran mermer. Küçük merdivenler dizisi. Büyük olmayan avlu. 1950 yılında yapılsa bile benim tarih denen şeyi solumamı sağlıyor. Aslında bu zihin yanılgısından başka bir şey değil ama seviyorum orasının bana böyle hissettirmesini.

Dün gece Stanley Kubrick'in "Gözleri Tamamen Kapalı" filmini izledim. Film, kadın-erkek ilişkisinden ziyade İlluminati & Scoteology & LaVey Şeytan Kilisesi gibi, belki en çok üzerinde durulan İlluminati konusuna eğilmekte. Pek çok spekülasyon mevcut. Bu boyutuyla ele alanlardan tut salt kadın erkek ilişkisi üzerinedir diyenlere kadar. Bilemiyorum açıkçası. Filmi izlemem üç, araştırmaları okumam iki buçuk saatimi aldı. Tüm bunlardan sonra bile bir sürü gizem olduğu muhakkak. Kubrick'in filmi bitirmesinden dört gün sonra ölmesine, karısının kalkp krizini kabul etmeyip başka şeyler ima etmesine kadar olan her şey gizemi daha da genişletiyor. Mesele İlluminati ise niye hiç konuşmayıp sadece filmde göstermek istemesini bilmiyorum. Bazı konular sadece sanat aracılığıyla değil doğrudan konuşulabilmeli. İmalar sadece gösterdikleri yolu belirginleştirmeye yarar, hiçbir zaman "budur" demez. Film kafa karıştırıcı. İsteyen herkes dilediğini bulur bana göre. Yönetmeni de ortadan kalktığına göre. Tutarlılık şart tabi.

Gece dördü geçiyordu yatakta en son dönenişimde baktığımda saat. Çok uzun sürdü gene uyumam. Sabah kalkmakta zorlansam dahi uyuyamama durumu.

Yarın İngilizce kursunda küçük bir sınav olacak. Biraz ona bakmam gerek. Kalıplara göz atmalıyım, have a look. Sonra çalışmalıyım, öğrenmeliyim, learn. I am reading, working, learning. I hope, pass exam, good finish. Yeter.

Mühürlü kaderler. Nev ne güzel söylüyor. Mührünü kıramıyorum düğümlenmiş kaderimin. İpleri çözüp kendimi bağlardan koparamıyorum. Büyük bir çözümsüzlüğün içerisinde kalmışım, herkes gibi. Herkes kendisine dolanıp kalıyor, benim gibi. Ölüm de sessiz ve soğuk. Dün gece Kubrick'ten ve bugün Yücel'den kalma. Ölüm de kimsesiz. Kim olursan ol. Belki imamın da dediği, ibret almalı. Yine de unutmamalı. Kimsesisiz. Cenazemiz bile bu kadar tenha olacakken mezarımız büyük bir terk edilmişliğin yuvası olacak ve tüm ölüler, bir gün birisi gelir diye mezarında dönenip duracak. Oysa ben kimseyi beklemeyeceğim. Mezarım da hayatım kadar sessiz ve soğuk olacak. Ben, toprak ve böcekler. Belki cennet bahçelerinden bir bahçe, belki cehennem çukurlarından bir çukur. Yanım yörem her tarafım boş. Kimse yok yanıma gömülebilecek. Ölüm de kimsesiz. Yaşayanlar kadar. Nihayetlendirmeli. Daha söylenecek çok söz varken. Bu yazıyı da. Bitirmeli. Uzatmadan. Kelimeleri kırmadan. Ruha üfleyerek. Hu!

Tüm mühürlü kaderlerin hürmetine yaşamaya devam. Ölümü bekleyerek. Soğuk bir mezar düşünü sıcak yorganlara işleyerek. Çok mu sevdin kederleri?* Arap harfleri gibi  iç içe geçmiş hayatım, dolanmış birbirine günlerim ve geriye sevdiğim her şeyi yitirmeyi görmek kalmış bana. Hasret senden yana / Sevda senden yana / Değişmedin kaderim.* Hep mi hüsran bana?*

Bir Şarkı: Mühürlü Kaderim

22 Ocak 2016 Cuma

Dağkahverengisi Günlüğü VI

Şarkıların ne anlattıklarının bir önemi yok. Önemli olan dinleyeni bir hâlin içine sürükleyip sürükleyemedikleri. Bütün sanatlar için geçerli aslında bu. İnsanı bir şeyin içine sürükleyebilmeleri bütün mesele. Başarılı yapıtın gereksinimi işte bu. Güzelliği olan eğilim de bu, eğilimim. Güzel olan içine hapseden benim için. Hapsolduğum labirentleri güzel bulmak söz konusu benim için. Ahmet Hâşimleştim galiba giriş cümlemle. Şiirde salt "anlam"ı reddediyordu o da. Benimki tabi saltlık değil de işin diğer boyutlarıyla da ilgili. Ezgiler, melodiler falan da söz olmadan sessel varlıklarıyla insanı büyüleyebilir demek istiyorum. Bu anlamda ne anlattıklarının önemi kalkıyor ortadan. Uzun mesele şarkılar hakkında konuşmak.

Tahsin Yücel vefat etmiş. Henüz çevirilerinden başka bir eserini okumamanın verdiği utanç. Elimdeki kitap bittikten sonra okuyacağım. Şişli Cami'inden kaldırılacakmış cenazesi. Yarın ona gitmeliyim. Bir veda. Sessiz. Yatay. Selamlar içten. İşiten kulaklar kapandı. Gözler mezara çevrilmiş. İnsan ölüme döndürülmüş.

Birkaç öykü/şiir/eleştiriyi yolladım. Belki basılır. Şimdi okuduğumda sevdiğim metinler oluşturabilmişim. Sevdiğim ve anlamlı bulduğum cümleler yazabilmişim. Zihnimde yaşananları kaleme dökmeye yaklaşabilmişim.

Schindler'in Listesi gece iki gibi bitmişti. Onun hakkında tekrar ilave edilecek bir şey olarak, filmin iyi olduğunun altını çizmek lazım, tekrar. Kırmız mantolu kız fikri iyi düşünülmüş ve başarılı bir şekilde uygulanmış. Ralph Fiennes, Amon Goeth rolü için biçilmiş kaftan. Tavırlarıyla karakteri bütünleyebilmiş. Amon Goeth'in sonu filmde anlatılan gibi. Onda herhangi bir değişme olmamış Yine de bu Nazi komutanlarının idam edilirken, intihar ederken dahi "Heil Hitler!"demeleri, geri adım atmamaları düşündürüyor beni. Bu denli mi inanmışlardı yaptıklarına, bu kadar sadık mıydılar gerçekten yapılarına, komutanlarına: Çözemedim. Schindler karakteri iyi olmakla beraber gerçek hayatta adamın yaptıklarına göre biraz abartılı bulduğum yerler var. Piyanist ile bazı durumlarda aynı sahneler söz konusu. Ya aynı konuyu işlediğinden ya da etkileşim. Hangisi bilmem. Polanski bu filmi iyi değerlendirmiş. Filmin sonu pek başarılı değil benim için. Duygular fazla tahrip edilmeye çalışılmış ve bu benim için olumsuz etki yaptı.

Bir ara keşke Almanya'da yaşayan normal bir Alman ailesinin II.Dünya Savaşı'nda nasıl yaşadıkları, Fransızlar'ın bu süreçte neler yaptıkları, İtalya'da Mussolini rejiminde yaşayanların ne düşündükleri, İngiltere'de insanların üzerine bombalar yağarken ne düşündükleri gibi filmler de yapılsa çok sevinirim. Bunları da çok merak edip yanıtını bulamıyorum. Savaş sadece bu konuda tıkanıp kalmış durumda. Diğer sahalara da açılsa ortaya bambaşka sorunlar çıkacaktır. Eğilinilmesi gerek.

Gece rüyâ(lar) gördüm ama şimdi hiçbiri hatırımda değil. Uyandıktan sonra rüyâyı tekrar etmem gerekiyordu unutmamam için. Kahvaltıdan sonra uyumadan önce tekrar edeyim dedim ama büyük kısımlar kopup gitmişti bile belleğimden. O yüzden silindi gece içimden, sıyrıldı.

Hava soğuk. Biraz nemli gibi. Yağış yok ama ıslak. Yine de çok üşümedim.

Bir Şarkı: Bir Hadise Var

21 Ocak 2016 Perşembe

Dağkahverengisi Günlüğü V

Bir de Talat Tekin öldüğünde tuhaf hissetmiştim kendimi. Tuhaf. Doğru kelime bu. Tuhaf hissetmiştim kendimi. Hiç bilmediğim bir şeyin başa gelişi. Anlayamama aslında.

Her içinden geçişimde Trump Towers'taki D&R'da kitaplara bakışım, dokunuşum. Kitapların arasından geçerek gidiyorum her yere. Bunu bilmek. Güzel.

Öğle uykularım uzarken kısalan gece uykuları. Saatin gece farklı akışı. Zamanın geçişindeki tutarsızlık. Belleğin insana oyunlar oynayan farklı algısal biçimleri. Gündüz uykularının bu aralar kesinlikle gece uykularından daha zevkli olduğunu düşünüyorum. Bunun artık kendimi kalkmaya zorlamamla mı yoksa gece uykuları kadar rutin olmadığından mı kaynaklandığını henüz keşfedemedim ama elimden geldiğince bundan zevk almaya çalışıyorum. Zira şu kısır döngüde zevk veren şeylerin sayısı giderek azalıyor. Değişen bu uyku düzenimin tekrar dönüşümü için vakit giderek kısalıyor. Bugün geceleri film izleyerek değerlendirmeye karar verdim. İlk olarak bu gece Schlinder'in Listesi'ni izliyorum. Ralph Fiennes için izlemeye başladım. Film hakkında okuduğum eleştiriler, yorumlar ve sözler ilgimi daha da arttırdı. Özellikle Kubrick ve Haneke'nin de olumlu/olumsuz eleştirileri benim için özel kıymete sahipler. Filme onların işaret ettikleri pencerelerden de bakmaya çalışıyorum. Öte yandan daha önce Polanski'nin falan da aşırı şekilde yahudilere abandığını düşünmüştüm. Bu film de salt yahudi penceresinden aktarılmakta. Nazi döneminde katledilen tek ırk onlar değil oysa. Bir gün diğer ırkların da filmlerinin yapılması vs mümkün olur umarım. Zira yeni kuşaklar koca bir savaşın sadece yahudiler için olduğun sanacak. Sözgelimi katledilen, soykırılan, yahudiler kadar kötü şartlarda yaşatılan ve sonrasından öldürülen çingeneler? Ve diğerleri. Bir gün bütün bu insan topluluklarını kuşatan bir film olur umarım. Sadece bu film özelinde değil tabi. Film 1993 yapımı. Siyah beyaz olması güzel. Siyah beyaz filmlere karşı da özel bir sevgim var. Ralph Fiennes yine çok karizmatik. Ona benzediğimi söyleyenler de olmuştu. Özel sevgimin bir parçısı. Bilinçaltı. Unutmuyor. Hiçbir şeyi. Dün gece 4 buçukta ayaktaydım. Bu geçe yolculuk saat kaça? Göreceğiz. İyi bir film var benimle geceyi paylaşan. Film için ayrıca Macar yazar Imre Kertesz'in de bir yorumu vardı. Ayrıca film Amerikan filmlerinde çokça yapıldığı gibi iyi-kötü olarak ikiye bölünmüş karakterlerden oluşmakta. Oscar Schinder'in gerçek hayatına bakıldığında aslında o kadar masum bir portre çıkmıyor karşımıza. Yine de bu bir film, gerçeklerin saptırılması, değiştirilmesi, bir şeylerin ayrıştırılması vs çokça bilinilen şeyler. Gerçekleri bilerek bakmak da. İstanbul Modern'de izlediğim Yalan Labirenti ile Autcwicz kampı ve hakında edindiğim bazı bilgiler bu filmle başka cephelere de taşınıyor. Bilinçle bakınca izlerin toplamı ortaya büyük bir lekeyi çıkarmakta. Savaş bir leke olup çıkıyor öyle dünyanın tam ortasında duran. Kıtası, coğrafyası önemli değil. İnsanlığın tam ortasında.

Bugün evden hiç çıkmadım. Sabahtan beri aynı yerde dolanıp durmak. Daha uzun bir süre evden dışarı hiç çıkmamak isterdim.

Bir ara randevu alıp doktora kontrole gitmem gerek. Haftaya umarım. İki aydır erteledim zaten.

Yahudiler acaba Hitler'den öğrendiklerini bugün Filistin'de mi uyguluyorlar? İyi öğrenciler. Bütün mesleklere yatkınlar. Hakkını vermek gerek. Gasp. Getto'ya sıkıştırıldıklarında oradan kaçar kaçmaz ilk yaptıkları hapsedildiklerine benzer evlere Filistin'de yaşayanları sıkıştırmak oldu. Evlerine el konulup yersiz yurtsuz bırakılan insanlar. İyi öğrenciler. İnsanların birbirine zulümleri. Dayanılmaz. Kuzunun kurt oluşu. İnsanlık denilen şey bunlarla dolu.

Kenya'da on bin yıl önce yaşanan bir savaşa ait iskeletler bulunulmuş.Sopa ve bıçakla öldürülmüş insanlar. Avcı-toplayıcı toplum. Öldürmek için yerleşik hayata geçmeye gerek yok. Bkz: Kabil. Öldürmek için öğrenmeye gerek yok. Akışa bırak. Öldürürsün. Bıçaklarla. Sözlerle. Öldürürsün. Akışa bırak. Oysa herkes öldürür...*

Bir şarkı: Kaybolan Yıllar

20 Ocak 2016 Çarşamba

Dağkahverengisi Günlüğü IV

İstanbul Modern'de Zeki Demirkubuz söyleşi yapacak ve filmleri gösterilecekmiş, 4-14 Şubat arasında. Şimdiden ajandama kaydettim. Masumiyet'in yönetmeni ne de olsa. Diğer filmlerini izleyip kendisini ve filmlerinde oynayan oyuncuları görmek. Güzel olacaktır. İstanbul Modern evim gibi. Kendimi rahat hissediyorum. Bol etkinlik. Katılabildiğim. Güzel sergiler. Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun Han Kahvesi. Burhan Uygur'un kapısı. Aldığım kartpostallar ve ayraçlar. Nuri Bilge Ceylan'ın çektiği İstanbul fotoğrafları. Şimdiye kadar gördüklerim. Onlarca. Seviyorum seni İstanbul Modern. Bir de en çok girişindeki keçi heykelini, heykeltıraşın adını unuttum.

Bu sabah Mecidiyeköy'de başıboş yürürken düşündüğüm şey aynanın karşısında gördüğüm şeydi. Yaratılan her şeyin sonsuz anlamlar ifade ettiği katmandan uzak kendi içinde yiten benlikler. Görülen karşısındaki tatminsizlik. Aynanın bana verdiği iğrenme. Küçüklüğümden beri. Gölde kendisini görüp onu boğmak için eğildiğinde boğulan Narkissos'um ben de, hikâyeyi böyle anlatmak isterim ben de, her ne kadar en çok Oscar Wilde'ın anlatışını sevip en çok ona yakıştırsam da bu hikâyeyi. Kendi çirkinliğinden boğulan Narkissoslar yetiştiriyor belki de zaman. Kendi güzelliğinden boğulan Narkissoslar'ı unutup.

Belki peygamber olsaydım severdim kendimi, dedim yürürken. Peygamber olsaydım, seçilmiş olsaydım. Oysa hiç seçilemeyerek akmakta kum saatinden zaman. Belki peygamber olsaydım severdim kendimi. Yusuf olup aynaya baktığımda gördüğüm şeyi, Süleyman olup göğe emrimi buyurduğumda koşuşanları gördüğümdeki şeyi, Musa olup dağa haykırdığımda gördüğüm şeyi, İsmail olup boynuma dayanan bıçakta gördüğüm şeyi sevebilirdim. Belki sevebilirdim kendimi, çok başka şartlar altında olsaydım, herkes gibi. 'Belki'lerin anlam ifade etmediği bu yaşam. Bu hayatta şu ân olduğum gibiyim. Seçilmemiş. Seçildiklerince tatmin olmamış. Özel olarak yaratılmamış belki de, belki de özel olarak yaratılmışsa da farkında olmamış. Aslında farkındayım özel yaratılmışlığımın, her insanın kendi içinde özel olarak yaratılmışlığının. Göz. Her şeyi gören göz. Anlamları bulup kolye gibi boyna takan göz. Sembolleri biriktirip bilezik diye kollara geçiren göz. Göz. Bak ve gör gerçeği. Farkındayım yaratılışımın. Yine de sevemiyorum. Bir şey ya en iyi olmalı ya da hiç. Arada kalan mikyarlarca şey silinmeye muhtaç. 

Odysseus gibiyim bugün. Yürüdükçe bir şeylerle karşılaşan. Kaderiyle ve kendisiyle. 

Geceler uzayıp gündüzler kısalmakta benim için giderek. Oysa takvim tam tersini söylüyor. Günler uzayıp geceler kısalmaktaymış. -mIş. Uyku saatlerinin sürekli değişken yapısı. Değişkenliklerin sabitleri öldürüşü."Gönül hep yok etmek ister."*

Dağkahverengisi bir güneş batıyor içimde. yeryüzündeki bütün güneşler batsın, diyorum. Batsın dünya ve batıdan doğsun hep beklenen güneş. Bekleme çoğaldıkça artan sabırsızlık çağındayım. Beklenen kıyametin gecikmesi. Kişisel kıyametlerimin artık asıl kıyamet tarafından sonlandırılmasını diliyorum. Ne çok kıyametim var benliğime izi düşen. Ne çok kıyamet var hiç farkında olmadığımız. Ölümler, işkenceler, yaralardan daha gerçek, koyu, sert ve etkili, izi hiç silinmeyen.

Dağkahverengisi güneşi uğurlayayım. Batan bütün güneşleri uğurlayayım yaşadığım her dûn u gûn.

19 Ocak 2016 Salı

Dağkahverengisi Günlüğü III

Ulysses'in kelimelerle dolu dünyası. Her kelimenin altından ne çıkacağının bilinemeyişi. Shakespeare. Wilde. Joyce. Yeats. Dickens. Şarkılar. Şiirler. Baladlar. İnsanlar. Aklıma dolanıp kalan onlarca kelime ve bunların nasıl bir örgü içinde birbirine tutturulmuş olunduğunu anlama çabası. Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi'nden beri izinde olduğum Dedalus'un, beni kalın bir duvara çarptıran Bloom'un çetin karakterleri. Sözlükle kitap okumak. İlk defa başıma gelen bir şey, yorgunluğu da kat kat arttıran. Daha önce bir Mesnevî'yi okurken bu kadar zorlanmıştım bir de Savaş ve Barış'ı. İlkini şerhsiz anlaşılamayacak kadar yoğun bölümleri, ikincisini uzunluğu nedeniyle. Bunların hepsi de harikulade şeyler olmakla beraber yormuştu. Galiba güzel şeyler yorar insanı. Çok yoruluyorum okuyarak ve anlamaya çalışarak.

En çok anlamaya çalışmak zorluyor insanı sanırım. İnsan üzerine o kadar çok tanım ve ifadede bulunuyoruz ki. Ben de. Herkes. Yorgunluğa neden olmakta bazen bu kadar çok ifadede. Kargaşa. En büyüğünden.

Bugün "Öte" isimli öykümü tekrar tashih ettim. Bilmem kaçıncı defa. Yolladım. Kalsın bir köşemde de. Odada dolanıp durma. Öteden gelen biri ve öteye geçen biri. Her ikisine karşılıklı duran apartman dairelerinde tanık olan birbirine çok benzer iki kişi. Yazdığım öyküler de bana benziyor, anlattığım hikâyeler gibi, karmaşık ve anlam(sız).

Dün gece Ahmet Şimşirgil ve Talha Uğurel'i dinledim. Birçok konuda yeni bilgi. Cem Sultan'ın soyunun devam edip etmediği konusunda sorun. Murat Bardakçı ettiğini söyleyip bir yazı yayımlamıştı gazetesindeki köşe yazısında. Karmaşa. Bilinmezlik. Murat Bardakçı ve Erhan Afyoncu'nun programının bitişinden sonra cumartesi gecelerindeki boşluk. Tarih programlarının azlığı, yetersizliği ve ilgisizlik. Tarihi de anlamalı.

Celal Şengör'ün Mustafa Kemal ile İsmet İnönü karşılaştırması ilgi çekiciydi. İzledim. Güzeldi. Yorumlamaları sevmekteyim. Celal Şengör'ü de. İlber Ortaylı ile Teke Tek programı. Fatih Altaylı. Bugün de spor hakkında konuşmaktaydı. Uzun uzun anlatmakta. Dinleyeni var.

Saat on ikide uyandığım için geç kahvaltı. Öğleden sonra uyumamak için büyük fincanla Türk kahvesi. Dün sabaha karşı beş buçukta ayaktaydım hâlâ. Bugün vaktinde uyumayı ümit etmekteyim, vaktinde dediğim de gece iki üç gibi uyusam razıyım.

Uykusuzluk da yoruyor her şey gibi.

Rüyâsız geceler ve gündüzler. Hayâlsiz. Bu yazıları yazmamı sağlayan dağkahverengisi'nin sırra kadem basışı. Onun hatırına yazma. Bir kez görmek sonsuza dek yazmaya yeter. Bazı şeyleri bir kez görmek yeter, duymak, tatmak, dokunmak, bilmek, hissetmek ve anlamak. Dağkahverengisi'ni sonsuza taşımaya bir rüyâ yeter.

18 Ocak 2016 Pazartesi

Dağkahverengisi Günlüğü II

Gece karanlık olsa ne çıkar, içinde sen varken, dağkahverengisi.

Üzerimden hiç ayrılmayan gözsün. Bir çift göz, her şeyimi gören. Tüm renkleri içinde taşıyan renksizlik.

Kaybolan zamanın içinden seni bulup çıkarıyorum. Zaman, upuzun bir ip, düğümlenmiş yer yer. Bir ipin peşine takılmış gitmekteyim. Hangi düğümde durmuş beni bekliyorsun? Buldum seni kendimde, buldum seni, kaybolan zamanın içinde. 

Kim giderse gitsin. Kimsenin gelmesine yok gerek . Bendenhiçuzaklaşmayanşeylerbanayeter. Mâşuk, âşığını istese de terkedemez. Âşk, iki kişinin taşıyamayacağı kadar büyük bir yük, o yüzdendir tek kişilik oluşu. "Âşkı sırtıma aldım / Taşıdım / Evladım dedim*"

Gecenin üçüne yolculuk. Gecenin içine yolculuk geçende. Gece ayıp şeyleri de fısıldar kayıp şeyleri de. Ben, tüm bilinilirliğine sahibim renginin. Tüm uzuvlarımın efendisi. Kıymetlimisss.

Bir çiçek sunmak isterdim sana. Bildiğim tüm çiçekler emaneti birinin, tarihin, zamanın, mekânın. Ne sunacağım sana? Adak övüncüdür soyumun. Kurban, övgüsüdür güzelin. Sana sunacağım adakların en güzelini. Seçeceğim çiçeklerin el değmemişini. Bir dağ başından, bir kaya dibinden, bir ırmak kenarından bulacağım. Ömrüm, adanmışlığıdır varlığının. Sunakta sana adanmışlığım. Bir çiçek sunacağım sana. 

Severus Snape'in maralı, Lily. Zihin duvarımdaki çentiklerden en derine batanlardan birisi. Severus, sev- kökünden, Türkçe olmasa dahi benim için. Kelimelerin evrenselliği ve bambaşka dillerde dahi anlam ifade edebilirliği. Kelimelerdendahagüçlübirşeybilmiyorum. -Sen hariç.- Gül kokmak için varmam gerek yanına. Bir geyik olup koşmak isterim.

Yine gecenin bilmem kaçına yolculuk. Dün beş buçuğuna, evvelsi gün üç buçuğuna, bugün bilmem kaçıncı buçuğa.

17 Ocak 2016 Pazar

Dağkahverengisi Günlüğü I

Dağkahverengisi, dedim kulaklarımın bir yerden âşinalığıyla.

Bir rüyâ. Güneş dünyayı sıyırıp geçerken içimde beni bulan bir görüntü. Kulağımdan içeri dökülen sözler ve bir kahkahanın çınlaması. Koşuş. Ardından koşuş. Üzerinde renksiz bir elbise tenim kadar. Yol ikiye ayrılmakta. İkiyeayrılanheryolbirkaybıgetirirpeşinden. Seni kaybediyorum. Sağ mı sol mu derken sola dönüyorum sonra sağa. Bir medivenler zincirinin ortasındayım. Her yan merdivenler. Beton, mermer merdivenler. Hangisine tırmanmam gerektiği konusunda kararsızım. Herçıkışberaberindebirinişgetirir. Sağdaki merdivenlerden birinden yukarı doğru çıkıyorum. İçimde her ân seni bulacağıma dâir bilinmez bir bilirlik. Göğsüm sevinçle dolu. Allah'ın göğsüme bir mutluluk koyduğunu anlıyorum ve senin de o ân beni aradığını düşünüp daha da heyecanlanıyorum. Acaba, geri dönüp yol ayrımında mı beklesem veya bakınsam, diyor bana içsesim. Yolayrımlarınınolmadığıyerlerdekihuzurdinlendiriyorruhumu. Bu bitmez tükenmez heyecan içinde uyanış.

Allah, göğsüme sonu olmayan bir saadet koydu, farkettim. İçim yıkandı bilinmezliklerle.

Ardından uyanış. İçimde hiç sonlanmayacak bir rüyânın akabinde uyanış. Gözlerim açık, olayları terkar etmeye devam ediyorum. Akışı bozmaya hiç meylim yok. Önümde koşuyorsun ve beni odamdan çıkarıp salona götürüyorsun. Sonra dışarı çıkıyoruz. Gün boyunca sen önde ben arkada şehrin bu ücra köşesinde, Mecidiyeköy'den Şişli'ye, her gün yürüdüğümüz bu yolda yürüyoruz. Yüzün belli belirsiz ama biliyorum. Gülümsemen işlenmiş içime. Dağkahverengisi, diyorum gözlerine. Senin rengin dağkahverengisi diyorum artık, senin adın bu. Anlamlı kılacağım bunu da bu günü de. Yolaynıyolamaiçiminkonuğubaşka. Artık konuğumsun içimin. Tüm gizlerimin sahibisin. Yeni isimler gerek sana, yeni kelimeler gerek bana, anlatmak gerek.

Güne İskender gibi başlayıp Darius III gibi bitirdim.

İngilizce çalışmaları kaldığı yerden. Yeni dil öğrenmeye çalışmak beyni ikiye yarmak gibi benim için. Artık bir yanını sürekli başka kelime ve cümlelere ayırmak. Biri ikiye ayırmak. Beynimin orta yerinde sancı. Bir yanda tam olarak öğrenememe bir yanda çabalama. Hersonuçsuzkalançababirazdahakırıyor. Yine de bölünecek beyin.

Güne yağmurla başlayıp rüzgârla nihayetlendirme. Sabah yağan hafif yağmur ve bunu seviş. Sırılsıklam eden sonbahar yağmurlarının ürküntüsü. Hafifçe okşayan yağmurların sevinci. Yağmurları bile ikiye bölüş. Sevilenler ve sevilmeyenler. Herşeyiortasındanikiyemiyarmaklazımyoksa. İkiye yarmak isterdim kendimi. İnsanlar arasında dilden dile sonsuz cümle aktarımları çabası. İç içe geçen özneler, yüklemler, zarflar ve bağlaçlar. Bilinmeyen kelimelerin çokluğu. Çok kelime var, az anlam.

Ne çok kelime yaratmışsın Allah'ım.

Gün solgun ve ölgün. Dağkahverengisi bir gece olur umudu. Belki bekleyen rüyâ belki de karanlık. Anlam var yine de. Bir kez gelen bin kez kaçsa da izi durur. Dağkahverengisi gözlerini yazacağım içime.

İçimde nihayetlenen cümleler gün gibi.

16 Ocak 2016 Cumartesi

Ceviz

Önce BEN vardım, amxn.

Kır kabuğunu, gel benimle,
Ceviz.
Her şeyin özü içinde,
Sar beni.

Yeşil bir kaftan gibi bakıyor gözlerin,
Dut karası düşlerin, Bâbil gecesi.

Bağdat'tan kalbine gelse de hırsızlar,
Elleri boş dönerler.

Hayatın üzerine kurulu olduğu ihtimaller,
Yoruyor beni,
Ceviz;
Dışı sert gerçeklerle,
İçi yumuşak hayaller,
Birbirine dolanmış,
Boğuyor beni.

15 Ocak 2016 Cuma

Kuş Grisi

Kuş grisi irisi giydiriyordu diri elleriyle,
Kaynayan aynaların aynı yansımasında,
Mahvolmuş ufkun unutkan utkusuyla,
Yitiyordu titreyen ince ellerinde.

Kuş grisi, iyisi mi iyileşsin sözlerim,
Dilimi didiklesin ey Prometheus, serin sırrın,
Dağ başı, ayyaş yıldızlar dolaşır aramızda,
Sâkî, hayat değil bâkî, ben bir fânî.

13 Ocak 2016 Çarşamba

Acı Çağı

Tenim, kalın bir duvar
ve hiçbir şey içimden
Dışarı sızmayacak.

Elem, ruhumun ince kabuğu,
İçim sıyrılmadan,
Soyunmayacak.

Acı çağı, içinde yaşadığım,
Bir tutsak gibi,
Bağlı özgünlüğüm.

Hâlim yok hiç,
Yaşamaya.

11 Ocak 2016 Pazartesi

İki Ayna

Karşılıklı duran iki aynayız seninle,
Bana vuran hüzün sende kaybolur;
Andolur, tutulmamış tüm sözler can bulur;
Birbirini zehirleyen iki engereğiz seninle.

Şamdana nefesin değdiğinde hayatım sonlanır,
Bir ışık ki her ân gölgeyle kaybolur;
Yok olur, nefesinle yeniden hayat bulur,
Birbirini taşıyan iki Atlas'ız seninle.

Soy

Kavruldum gözlerinin vücuduma dokunduğu her noktada,
Dirildim sözlerinin zihnime değdiği öz denizinde,
Soyundum gözlerinin önünde, bir pencere pervazında.

Soyunmaya geldim kapına,
Soyulmuşluğumu örtmeye.

Ney'e üflerim ben, üfler insana Allah,
Sana üflerim ben, dudaklarıma üfler Allah.

Bişrev.

Yandım, inceldiğim yerden.

Soy ruhumun kabuk tutmuş yaralarını,
Hasretler biriktirdim kum saatinde;
Her kum zerresi yerini bir başkasına bırakırken,
Yeni umutlar biriktirdim avuçlarımda.

Soy söndü, ruhun avlusunda.

10 Ocak 2016 Pazar

Azrail Sunar; İki Namaz Arasında Bir Film: Sait Fâik Abasıyanık'ın "Semaver"i Üzerine

Azrail Sunar; İki Namaz Arasında Bir Film:
Sait Fâik Abasıyanık'ın "Semaver"i Üzerine

"-Sabah ezanı okundu. Kalk yavrum, işe geç kalacaksın."
Her şey bir sabah ezanı etrafında başlayıp sonlanıyor. Ertesi günü başlatacak sabah ezanınında her şey çok değişmiş, başkalaşmış, yeni bir güzergâha girmiş olacak.
Sait Fâik'in Semaver öyküsü şâirce bir öykü. Özenle seçilmiş ve art arda sırılanmış kelimeler; çok küçük cümlelerle büyük anlamlara yol açma; iç içe geçen örgülerden pekçok hayatı sunma; hepsi duyarlı bir karakterimizle beraber anlatılır bize. Kendisinin de dediği gibi: "Alimiz biraz şâirce idi." Peki Ali'ninki nasıl bir şâirlik, buradan düşünmeye, düşlemeye başlamak gerek belki de. Alimiz'i ağlatmaz annesinin ölümü bile, hatta ne onun öldüğü sabah ezanı, ne beraber yatacakları saati söyleyen yatsı, ne ev ne eşya ne de konu komşu. Ali ağlamayı bekler sanki son âna dek; kaynamayı bekleyen bir semaver gibi. İçi uzunca yanmadan içindekini/suyu/gözyaşını bırakmaz dışarı.


A- Semaver, Yandırdın Bizi:
Bir Obje Etrafında Öykünün Dönüşümü

Semaver, öykünün dönüm noktalarını belli eder gibidir. Onun karşımıza çıktığı zaman dilimleri değişen duyguları gösterir. Her şey onun ilk kez kaynamasıyla başlar. O gelip geçen Halıcıoğlu hayatını anlatır bu devirde, evin içinde süregidenliği belirtir, Ali'nin yorgun gözlerine canlılığı verir. Semaver yalnızca ismi değildir öykümüzün.
Semaverin metnin başında karşımıza çıkışı daha sonra tekrar edecek şu cümleyledir: "Ali semaveri, içinde ne ıztırab, ne grev, ne de kaza olan bir fabrikaya benzetirdi. Ondan yalnız koku, buhar ve sabahın saadeti istihsal edilirdi." Semaver burada dönemin Türkiye'sini çıkarır gibidir karşımıza. Ekonominin iyi olmadığı, sürekli işten çıkarmaların, grevlerin, protestoların olduğu zamanlar. Politikanın karmaşası. İnsanların zihin bulanıklıkları. Semaverin olmadığı dünya sabah saadetinden mahrum gibidir. Yani bu pasajın ilk kısmı toplumadır.
Pasajın ikinci cümlesi Ali'nin hayatını anlatır bize. Cümlenin ikinci kısmıdır Ali, o güne kadarki hayatı: "Ondan yalnız koku, buhar ve sabahın saadeti istihsal edilirdi." Ali'nin hayatı yıllardır bu saadet üzerinde dönenip duruyor gibidir. İlk cümlenin toplumu gözler önüne seren yapısına karşılık ikincisi Ali'nin birey olarak yaşamını belirtir. İki cümlede her şey bellidir. Her sabah aynı mutlulukla semaveri kurmak.
Alışkanlıklar insanda hayat temposunun göstergesi gibidir. Kim hangi alışkanlıklara sahipse hayatı da ona bakarak okumak gerekir belki de. Ali'nin biricik alışkanlıklarındandır o semaveri tutuşturmak, onunla beraber odayı, içini ve annesinin tenini ısıtmak, çünkü hâlâ ısıtabileceği bir teni vardır annesinin o vakitler. İnsana alışkanlıklarıyla süregiden hayatının dönüm noktalarında yine onlar etki eder. Semaver bir kez daha karşımıza çıktığında bu sefer her şey değişmiş gibidir. Semaver yakma alışkanlığı sonsuza kadar terk edilecektir. O, bir ağlama pınarıdır. Sessiz sedasız yaşlarının akmasıdır Ali'nin. Ali, bir semaver gibi ağlar, sıcak sular boşanır gözlerinden. Ali ağlar, semaver ağlar. Kızgın yaşlar bırakır ikisi de ardında.
Hikâyemize görkemli bir giriş yapan semaverin serüveni hüzünle son bulur. Yerini bir başka objeye bırakmıştır bile. Değişen hayatlar beraberinde kendi objelerini de getirir. Semaver, salep güğümüne evrilir.

B- Ölüm, Aktör ve Figüran

Ölümü kabullenemiyoruz, ona hazırlanamıyoruz, onu beklemiyoruz. Biz ondan kaçtıkça o bizi ağına düşürüyor. Allah'ın yarattığı en vizdansız avcı gibi çıkıyor karşımıza. Ölüm, insanoğlunun tüm planlarını altüst eden o büyük canavar. İnsan, yalnızca kendi ölümünün aktörü, diğer bütün ölümlerin figüranı. Bir fabrika işçisi de yaşamında ancak bir kere aktör olabilir ama o vakit gelmemiştir daha, henüz figüranlık çağı. Ölen annedir. Peki annenin ölümü nedir bir oğul için? Ali gibi bir oğul için? Anne, öyküde karşımıza tüm şefkatiyle, sevgisiyle, bireyin hayattaki tek varlığıyla çıkar. O, metnin nefes alan iki varlığından biridir. O zaman ortaya çıkan sonuç bu ölümdeki anlamının çok büyük olduğudur. Ali'nin hayatı annenin onu sabah kaldırması ve gece beraber yatmaları üzerine kuruludur. Günün başında da sonunda da o vardır. Belki Ali anne kuzusudur, çok nahiftir, tabiri caizse süttür. Sait Fâik böyle bir tablo çizer. Zaten o şâircedir, duyarlılıklara sahiptir. Ancak yine de ağlayamaz onu kaybedince. Camus'nün Yabancı'sındaki gibi. "Gözleri yandı, yandı, bir damla yaş çıkmadı." Bu duyarlılıklara sahip birini ağlatan bir şeyle karşılaşmayız metin boyunca. Ali hep durur, dolaşır, oturur, kalkar. Ancak bir semaverdir onun kopuş noktası. Alışkanlıklarından bir parça olan semaver onun kopuş noktasıdır. Şâirce beyefendi ağlar onun karşısında. O ağlar, semaver ağlar, karşılıklı. Ali, gidip geri gelmeyeceğe; semaver, gidip gelemeyeceğini bilişine.
Hayat kısa, ölüm gereğinden fazla uzun. Ölümün bu uzunluğuna gülenler vardır muhakkak. Ölümü hiç bilmeyenler de vardır şüphesiz. Ölüm yalnızca yolu dünyaya düşenlere âit, yaşayanlara, kovulmuşlara, itilmişlere. Allah ne yapar bu ölüm karşısında Ali'nin dediği gibi. Namazdaki annesini güldürmeye çalışan Ali varken Allah güler mi, anne öldüğünde ağlar mı? O her şeyin üstünde, acının da sahibi mutluluğun da; ama yine de insan çok zayıf. Mutluluk da acı da onun sırtında şaklayan bir kırbaçtan fazlası değil, çünkü hiçbir şey kalıcı değil. Devamlılığı olmayan bir şeyin anlamı ne olabilir? Başlayan her şey sonlanıyor.
Ali'nin annesi hayatın aktörü. Onun ölümü bir hayatın merkezine yerleşiyor. Cenazesi kalkarken de gömülürken de odanın ortasında üstünde bıçak yatarken de dünyanın merkezinde olacak, herkes çevresinde. Herkes ondan bahsedecek, tüm dillerde o. Ali'nin annesi aktör olacak. Herkes bir gün aktör olacak. Bu süreçte Ali de herkes gibi figürandır. Ağlaması beklenecek, dövünmesi. Aktörün çevresinde onun etkisini güçlendirmesi istenecek figüran gibi. Ali gibi yaşamlar yalnızca böyle öykülerde ve bu gibi yazılarda aktör olabilir aslında.
Herkes hayatı boyunca figürandır. Herkes hayatı boyunca aktör olacağı günü bekler. Kimi bundan korkar, kimisiyse sabırsızcadır.


C- Hayat Kimseyi Beklemez. Şâir, Şiirini Söyler:

"Ali semaveri, içinde ne ıztırab, ne grev, ne de kaza olan bir fabrikaya benzetirdi." Hâlâ öyle mi dersin Ali? Ali hâlâ öyle demez, zaten yazar da cümleyi görülen geçmiş zamanla kurmuştur. Artık ondan ne 'koku', ne 'buhar', ne de 'sabahın saadeti' istihsal edilebilir. Semaver de Ali de susarlar artık, çünkü gerçek şâirler şiiri nerede bitirmesi gerektiğini bilenlerdir.

16.12.2015

6 Ocak 2016 Çarşamba

Amedeo'nun Şarkısı

Gri Paris sokaklarında Amedeo,
Asırların gözbebeğini yerinden söküp,
Nice kelimelerin boynunu cümlelerden dar ağacında asan.
Her insan bir düşle gelir dünyaya ve düşüştür sonrası.
Kavram dolu zihinlerin aynasını yitirmiş benliklerin,
Gölde kendisini görmeyen nesillerin,
Oğlu Modigliani oğlu Amedeo.

ve gözler
Hiç yerinde durmaz.

Sırtlan sürüsünün giderken ardında bıraktığı,
Hiç şâir izine rastlanmayan kadın yüzleri,
Şiiri yazılmayan kadınların ölümlü bedenleri,
Gözbebeklerinden başlıyorum yok olmaya,
Siliyorum geri kalan her şeyi.

Sözler, gözlerden çabuk,
Kaybolur.

Avuç avuç boya taşıyorum sana, gözlerin emiyor hepsini,
Gebe karnında, düşük gibi, aslan heykellerinden bahçeler içinde,
Sesler yadsınmış ve sözler yoksunlaşmış,
Cevizlerin kabukları kırılıp özüne varılmış,
Modigliani oğlu Modigliani denmiş.

Diller hep yalan söyler,
Sözler olmayınca.

Clemente, hey Clemente;
Kalk düşdüğün yerden ve mezar taşını yık yerinden,
Kupam dolu şarapla,
İçilmeye hazır, kupam dolu şarapla, sarhoş etmeye hazır;
Avuçlarım dolu kanla, adaklar sunmaya hazır,
Tüm bedenler hazır, sevişmeye, resmedilmeye.

Bu, yönünü yürüdüğü yolda yitirmiş Amedeo'nun şarkısı,
Hiç susmayan, zihnimde.

ve düşüş, Jeanne , düşer beşinci katından cennetin,
Yerle yeksan olur uzuvları.





5 Ocak 2016 Salı

Düğün Gecesi

Ölümüm düğüm gecemdir benim.

Ölümün avuçlarında tuttuğu yokluk değil,
Benim düşlerimde biriktirdiğim kadar.

Veda etmek gelmiyor içimden,
Gittiğim yok aslında bir yere;
Kalmak gelmiyor içimden.

Gül koktum vardığımda yanına,
Sen, diyerek vardığımda yâdına;
Tüm ölmüş âşıkların âşkına,
Bu ölüm, bu düğün gecesi benim.

Binlerce evim var aslında benim,
Her gece uğradığın rüyâlar benim,
Gelip geçtiğin, delip bıraktığın.

Yıldızlar nakş olmuştu giydiğin kaftana,
Canım bir örtüydü âsumana.

Ölümüm düğün gecemdir benim.

"Şeb-i Arus hatırına."

3 Ocak 2016 Pazar

Âşk Peygamberi / İnsanlığa Müjde

Çok önceleri sevmeye başlamıştım ben seni,
Henüz kimse yoktu belleği olan,
Mağarasından yeni çıkıyordu insanlık,
Dağa taşa tapıyordu tanrı diye,
Her şey gelip geçiyordu,
Hatırlarsan çok önceleri de seviyordum ben seni;

Elest bezmi diyorlardı, sevdiğim âna seni.

Mağara duvarlarına işliyordum yüzünü,
Seslerim harf gibi yankılanıyordu gök kubbede,
Ne ev vardı ne şehir,
Yalnız gönlüm vardı sana misafir,
Hep seviyordum ben seni;

Araplar Uzza'ya tapıyorken de seviyordum ben seni.

Daha önce de karşılaşmıştık seninle,
Belleğim dolu o günden getirdiklerimle,
Hiç unutmadım seni, ellerini,
Hep tekrarladım beni cennete götürecek sözlerini,
Peygamberiysem âşkın, insanlığa müjdelerim seni,
Bir adın kalsın, sevdim diye seni;

Âdem yaratılmadan önce de seviyordum ben seni.

Herkes tapacak bir şey arıyordu köşe bucak,
Kimi aya sarılıyordu kimi güneşe,
Bazısı hiç yüz vermiyordu dağa taşa,
Bir ben biliyordum oysa gerçeği,
Avuçlarıma alıyordum ellerini,
Tutuyordum tanrının ellerini,
Bir tek ben biliyordum göğsümdeki seni;

Peygamberiysem âşkın, insanlığa müjdelerim seni.

Sarı Âşk / Sarı Ölümü Şarkımızın

Bir lavdı tükürdüğüm dudaklarımdan söz diye,
Utanç içindeyim.
Sığındığım bütün mağaralar beni ihbar etti,
Fısıldadı vahşi hayvanların kulaklarına,
Beni aşikâr etti.

Yol bilmez, iz bilmez bir haldeyim tutsak,
Her yanım sarı engereklerle tuzak,
Korku içindeyim.
Ya söylersem seni, kaçırırsam dudaklarımdan;
Tut beni, saklan içimde açtığım oyuklara;
Sevgilim, kapa gözlerini ben açtığımda gözlerimi;
Korku içindeyim.
Ben sende tutsak, sen bana tuzak.

Sarı var her yanda, sarı;
Ev sarı, oda; gün sarı, güz;
Korkuyorum.
Bu ölüm sarısı, peyderpey gönlümü saran;
Ayıracaklar bizi sevgilim, unutma;
Sarı ölümü âşk şarkımızın.

Bir kara delikti gözlerin kimse kapılmadı ona benden başka,
Bir boşluktu sözlerin;
Düştüm, düştüm içinde kaybolduğum için.
Hangi ışığa yöneldimse buldum karşımda seni;
Kim kıbleyi sorduysa işaret ettim seni;
Gönlüm, bin hazanlı güz mevsimi, sarı;
Bir kara deşilmişlik yüreğim senin için.

Kurumuş Güller

Kurumuş güller arasından yazıyorum sana:
Siyah atlar geçmekte aramızdan,
(Bir rüyâ hâli aslında bu, bilinen.)
At muratsa bu siyahlık ne;
Her geliş sanaysa bu gidiş kime.

Kurumuş güller, her yerde,
Bir hayat artığı.
-Yıldızlar şaşırtır yönümü bana.-
Bin soru var dudaklarımda kanayan,
Güller var kuruyan.

Güller arasından geçmekteyim,
Hazan mevsimi,
Günün devrimi;
Gözyaşlarında yıka beni,
Defnet göğe.

(Bana yolumu şaşırtmakta rüyâlar,
Gördüklerimin gizini fısılda kulağıma;
Ey İlah'ım, dönüştür sesimi söze,
Söylediklerinin gizini nakşet dudağıma.)

Kurumuş güller serpilmiş avuçlarıma;
Kurulmuş yaylar çevrili üzerime: Dur Eros!
Korkutur beni, korkutur,
-Düşüş, üşüyüş içimdeki.-
Korkutur beni güller.
(Hele kuruduysa ellerin gibi, kuraksa yüreğin.)