29 Ekim 2013 Salı

Yaşamsal Döngü

Sana bir iyi bir de kötü haberim var. İyi haber; henüz ölmedik. Kötü haber; hâlâ yaşıyoruz. -Anton Çehov

Ne ölebiliyoruz, ne de yaşayabiliyoruz.
İki arada bir derede dolanıp duruyoruz.
Ben senin çevrende dolanıyorum her an.
Sen ses çıkarmadan bakıyorsun bana.
Ölüm ne zaman gelir bilmem.
Yaşam ne kadar yaşanır bilemem.
Ve ölümü bekleyerek daha ne kadar yaşayabilirim?
İnsan ölümün koynundaki yaşamı nasıl tanır?
Yaşam, ölüm düşünülmeden yaşanabilir mi?
Sorular girdabında savruluyorum.
Her soru içinde başka bir soruyu taşıyor.
Ben cevapları buldukça cevaplardan sorular çıkıyor.
Derine indikçe yukarı çıkıyoruz sanki.
Cevapladıkça, cevaplayamadığımız sorular artıyor.
Cevaplar birer birer artarken, sorular ölçülemeden artıyor.
Böyle bir çıkmazın içerisinde yaşıyoruz.
Ne cevaplarla yetinebildik, ne soruları tüketebildik.
İlk insandan son insana kadar hapsolduk.
Her soruda beynimizi tükettik, bir yere varamadık.
İyi haberle mi karşılaştık kötü haberle mi bilmiyorum.
Ölüm çok yakın, en az yaşam kadar.
Ne kadar yaşıyorsak o kadar ölüyoruz.
Her gece fragmanını yaşadığımız gibi.
Her gün içerisinde hayat ve ölümü taşır.
Gündüzü hayat gibidir, gecesi ölüm.
Birisi daha sıcaktır, birisi daha soğuktur.
Tıpkı zıtlıkta birleşen iki duygu gibi.
İkiside birbirine galip değildir, aynı yerdedirler.
Birinin boşluğunu diğeri dolduracaktır.
Bu eşit bir durumdur, ikiside diğerinin varlığının altını çizer.
Böyle sürer bu ömür, böyle tükendiği gibi.

Şeytanın Zehir Bahçesi

"Çok özlediğin halde sarılamadığın insanlar var mesela. Bu her şeyden kötü." 
(Ed Wood)


Her şeyden kötü olan sınırlı değil.
Her şey, her şey değil.
Kötü her dem yeni bir kötülüğü içinde saklar.
Kabuğunun altında yeni kabuklar vardır, meyvesini göstermez.
Bahçesinde türlü yaratıklar vardır, ağaçlarını koruyan.
Şeytanın zehir bahçesinde bebek şeytanlar var.
Hepsi çirkin, hepsi siyah, hepsi dişsiz, hepsi sessiz.
Kötülük şeytanın meyve bahçesi.
Zehir bahçesi, bütün zehirleri içinde toplamış.
O meyve bahçesinde türlü türlü meyveler var.
Her biri diğerinden daha olgun olan meyveler.
Olgunlaştıkça ağacının dalından kopan ve yuvarlanıp önümüze düşen.
Bu süreçte bize zehrini sunan.
Sarılamamak var mesela bu zehirlerin içinde kuvvetlice.
Dokunamamak var sana, zehirlerin içinde delice.
Saçlarını koklayamamak var, zehirlerin içinde aptalca.
Bir sürü zehir var bu ağacın dallarında.
Her biri kuvvetli, her biri sevimsiz, her biri güzellikten uzak.
Şeytan birde tutup bu bahçeye yeni bitkiler ekti.
Yeni yeni zehirler çıkardı karşıma.
Yeni meyveler türedi nasıl olduysa.
Elime baltayı alıp gireceğim bu bahçeye, girmenin bir yolunu bulacağım.
Bu sevimsiz bahçeyi tarumar etmeliyim, kötülüğün tohumlarını öldürmeliyim.
İnsanlıktan uzakken güzelliğe çıkan yol yoktur, şeytanın bahçesinde.
Bunca zehrin içinde tubanın meyvesi yoktur, kevserin suyu.
Şimdi bütün ağaçları kesmek gerek kökünden.
Kötülüğün bütün çocuklarını yok etmeli.
Tarumar etmeli engel olan ne varsa, güzelliğe yol açmalı.
Zehrin yerine insanlığın ağacını dikmeli.
Hepsinden heybetli, hepsinden gösterişli.

28 Ekim 2013 Pazartesi

Ötelerde

Kimse duymaz bizi.
Bir artık başka bir alemdeyiz, görülmez.
Kimse görmez bizi.
Biz artık başka bir yurttayız, duyulmaz.
Yıldızların ilerisindeyiz.
Samanyolu galaksisinden çok uzakta.
Kainatta henüz bilinmeyen bir yerdeyiz.
Hiçlik diyarına doğru yol alıyoruz.
Altımızda yıldızlardan atlar var, onların sırtında yol alıyoruz.
Bizi dünyadan görenler yıldızların kaydığını zannediyor.
Sen yıldızlardan daha parlaksın bu sıralar.
Yıldızlar kendilerini gölgede kalmış zannediyorlar.
Yolculuğumuz giderek ilginçleşiyor.
Bilinmeyen bir alemde bilinmeyen yolcularız.
Sesimiz artık işitilmiyor, boşluktayız.
Kalplerimizin diliyle münakaşadayız.
İçimüze üflediğimiz varlıklayız.
Biz seninle yokluğun içinde minik noktalarız.
Noktalarımız gözle görülmüyor.
Başını semaya kaldıran bizi selamlıyor.
Biz senle ötelerdeyiz, o kadar noksanız dünyadan.
Biz senle berilerdeyiz, o kadar ayrıyız dünyadan.
Kaldık artık bu yerde, bu yer bizim olacak.
Seçtik bu diyarı kendimize yurt, bu yer evimiz olacak.
Tüm bunların içinde aykırı düştük yaşama.
Yaşamı içimizde sunduk bir birimize.
Biz senle bir olduk, yıldızları geride bıraktık.
Biz senle harap olduk, bir birimizde devayı bulduk.
Uzak kalalım şimdi bu harap yerlere, uğrak yerimiz olmasın.
Safa alemi evimiz olsun, sen bana sefa ol.

Ne ötelerdeyiz aslında, ne berilerde.
Biz bir birimizdeyiz, bu bizi ötede kıldı.
Biz en çok bir birimizdeyiz.

Yeni Lisan

"Ben onunla içimden konuşuyordum." (Cahit Zarifoğlu)


Kimse duymuyordu bizi.
Biz bize yetiyorduk, kendi içimizde yaşıyorduk.
Artık dile lüzum yoktu.
Yeni bir lisan doğuyordu ufuklarda, bütün lisanların üzerinde bir lisan.
Anlamı kendi içinde toplamış.
Biz birbirimizle kelimeler olmadan da anlaşıyorduk.
Bütün sesler sessizleşmişti, biz konuşmaya devam ediyorduk.
İş bu hâl böyle devam edip gidiyor.
Biz başka bir boyutta anlaşıyoruz.
Bizi görenler bizi anlamazlar, anlamak için ses gerekmez.
Lisanımızı kimse bilmiyor
Bu dil bizi birbirine bağlıyor.
Artık dillerimiz birbirine değiyor, bedenimin üzerinde bedenin var.
Bedenlerimiz üst üste binmiş, birliğe yönelmiş.
Lisanlarımız üst üste gelmiş, tekliğe yönelmiş.
Yeni bir dil çıktı bizden meydana, söz olmadan, ses olmadan.
Yeni bir kıtanın keşfi kadar ilgi uyandırıcıydı.
Kanserin yine yeni bir tedavisinin bulunuşu kadar şüpheci.
İşte böyle bir zamanda oldu bu.
Bütün karışıklıklara rağmen bu karmaşada duraksadı.
Duruldu bütün sular, duruldu insanlık.
Her harekete yeni bir anlam yükledik biz.
Biz bize yeni bir dilin peşine takıldık.
İçimizde kimse bize ulaşamıyor.
Biz içimizde bir yerlerde birbirimizi taşıyoruz.
Böyle konuşmak en güzeli aslında.
Herkesten uzak, senle baş başa, en kalabalık topluluklarda dahi.
Milyarlarca insanın içinde dahi, seninle baş başa.
Yeni bir dil, yeni bir ben, yeni bir biz, yeni anlamlar hayata dair.

26 Ekim 2013 Cumartesi

Mutluluk; Bulaşıcı Hastalık

“Sevinç ve mutluluk insanı ne kadar güzelleştiriyor! Kalbi aşkla dolu olan adam istiyor ki bu aşkını başkalarının da kalbine döksün, herkes de kendisi gibi şen kahkahalarla gülsün, eğlensin ve böyle bir insanın mutluluğu da gerçekten bulaşıcı oluyor!”

Dostoyevski - Beyaz Geceler / Sy. 49


Senin mutluluğun bulaşıcı hastalık gibi.
Sürekli beni mutlu ediyor.
Senin olduğun hayaller beni benden ediyor.
Mutluluk seninle olmak demektir.
Her an seni yaşayabilmek, her anı kendi içerisinde değerlendirmektir.
Seninle olunca bulaşıcı hastalık gibi dalga dalga bende yayılması demektir.
Mutlu oldukça bunu dünyaya serpmek istiyorum.
Dünyaya kucak kucak mutluluğu taşımak istiyorum.
Serptiğim mutluluklar giderek çoğalsınlar.
Tohumdan fidan olup çıksınlar.
Kök salsınlar dünyaya ve her yanı kuşatsınlar.
Seni taşıyorum bütün dünyaya.
Senden bir parça bırakıyorum.
Kahkaha atıyor nerede bir insan görsem.
Kendisini tutamıyor artık mutluluk sarhoşları.
Ona kavuşan onu başkalarına taşıyor.
Sür'atle yol alıyor bu yolda herkes.
Ben seni kalbimden yaymaya başladım.
Her yere seni yayıyorum, her yerde sen yayılıyorsun.
Cümlelerimi sen meşgul ediyor onlara sen doluyorsun.
Tıkış tıkış doldun bana, her yerimdesin.
Ben mutluluğu sende bulmuşken sen şimdi yayılıyorsun.
Güzel kıldın her şeyi.
Bu güzellikte senin benden daha büyük payın var.
Bana mutluluğu bulaştırdın, ben artık esirinim.

Sevgi Yanmaktır

"Sevdiğini mertçe seven kişi, pervane gibi özler ateşi. Sevip de yanmaktan korkanın masal anlatmaktır bütün işi." (Ömer Hayyam)


Sevgi yanmak aslında.
Döne döne bu ateşin içinde sonsuza kadar kavrulmaktır.
Bu ateşin herhangi bir serin yanı yok.
Her yanında daha şiddetli yanar insan.
Sevgi, ateşiyle hücrelerimi fokurdatır.
Daha şiddetli olduğunda daha güçlü oluyor.
Sevgim beni her an yakıyor.
Boğazımdan başlıyor beni yakmaya.
Sözler ağzımdan çıkmadan alev alıyor.
Her seferinde güçlü bir duman havaya karışıyor.
Bulutlar benim sözlerimin ateşindendir.
Bu sözlerin hepsi senin içindir, sendendir.
Senin etrafında döndükçe ateşe biraz daha yaklaşıyorum.
Bu ateş beni yutacak, yutacağı anı bekliyorum.
Boğazımdaki ateş içime kadar işliyor.
Yavaş yavaş bütün hücrelerimi sarıyor. 
Ben kendimi durduramıyorum, ateş beni çekiyor.
İçimde yayılan bu sıcaklık benliğimi unutturuyor.
Kendimi bilmez haldeyim artık, seni biliyorum.
Senin etrafında pervane gibiyim.
Ne vakit kendimi bilsem hep senin etrafındayım.
Senin çevrenden ayrılamıyorum.
Senden uzaklaşırsam üşüyeceğim, biliyorum.
Ben üşümek istemiyorum, sevginin sıcaklığında yaşamalıyım.
Buzullar bana uzaktır, ben senin çölünde yaşıyorum.
Bu ateş giderek içine çekiyor beni, ben bu ateşte kalıyorum.
İşte yandım, işte kavruldum, işte eridim.
Ne kaldı benden bilmem, bir varlığım yok.
Korku uzak bana, ben ateşin sönmesinden korkarım.
Ateşimi körükleyen sensin, söndürmemeyi bilirsin.
Beni yakan ateşinle içimi dağlarsın.
Senin için etrafında dönüyorum.
Beni ateşin yakıyor, ben buna razıyım.
Senin için yanıyorum, seninle yanıyorum.

25 Ekim 2013 Cuma

Sevgi Yumağı

       Ben birbiri içerisinde eriyen nice varlık biliyorum. Birbirine iyice yapışmış, karışmış. İşte tüm bu karışıklıktan doğan bir ben biliyorum. Şimdi sana karışmak geceye karışmış yıldızlar gibidir. Geceyi aydınlıklarıyla bölerler. Sen gökte bütün dünyanın gördüğü en parlak yıldızsın. Sen çoban yıldızısın.
       Semada olan bunca işaret muhakkak bir anlam taşır. Ben sana karıştığım gün o anlama biraz daha yaklaştım. Bütün alem bir sevgi yumağı aslında. Bu yumak çözülecek bir yumak değildir. Bu yumağın sırrı birbirine karışmış olması değildir ki çözülebilsin. Bu yumağın sırrı başlangıcındaki karışıklıktır. Karışıklığın özünde olmasıdır. Yumak olması için değilde yumağın anlamı olması için vardır. Ancak sevgiyi bulan bu yumağı çözer. Ancak sevgiyi bulan alemin sırrına erer.
       İnsanlar sevgiden uzaklaşırken sen bir insanüstü olarak sevgiyi getirdin. Sevgi, artık tanımını senin için yapacağım bir eylem olmuştu. Yaptığım bütün işlerin temelinde sen varsın. Sen sevgilisin.
       Bütün bilinenler bir bilinmezlikten türerler. Ben bilinmeyeni sende bildim. Sen benim bilinmeyenlerimi bilinir kıldın. Sen doğdun; bütün sevgi sen doğurttun. Bu dünyada, yerde ve gökte olan sevgiye giden yol önce senden geçti. Senin kalbinin kapısı bana evrenin kapısını araladı. Ben sevgi yoluna o kapıdan girdim. Yol uzun ve yıldızlarla kaplı. Her bir adımım aslında bir yıldızdan diğerine doğru. Yıldızların üzerinde seyahet ediyorum. Yıldızların ışığı güneşten gelmiyor bu evrende, sen ışık saçıyorsun. Bütün yıldızların merkezinde sen varsın. Bütün yıldızlar parça parça senin ışığını saçıyor. Çok uzaklara kadar senin ışığın ulaştı. Sana vardığımda sevginin yurduna varacağım. Bir dervişlik yolundayız, dergaha varma niyetindeyiz. Çiledeyiz, çileyi bitirme niyetindeyiz. Divan şiirindeyiz, divan gayretindeyiz. Sevgi yolundayım, senin yolunda, senle varılacak noktada.
       Ben bildim, sen bilinir kıldın, O bilmemizi istedi. Böyle başladı bütün varlığımız. Her şeyi yaratan, bunu yarattı, yarattığını bilelim diye. İşte yumağın ilk çözüldüğü nokta bu idi. Böyle bir yumak buldum ben, yuvarladım onu ve o yuvarlandı. Sonunda kendisi çözüldü. Ben sevgiyi seçtim, sen sevgiyi seçtin. Yumağın bir ucunda ben vardım, yumak yuvarlandı ve seni buldu. Şimdi sen varsın, daima var.

23 Ekim 2013 Çarşamba

Füsun'a Mektuplar

Sevgili Füsun;
Gözlerinde beliren o istek hep bende yaşıyor.
Senin istek duyduğun o yaşamı yaşamak istiyorum.
Yaşamak, sensiz pek mümkün olmasa da; yaşadığımı düşünmek bana yetiyor.
Bütün müzelerden senin için bir parça alıyorum, sana getireceğim hepsini, gelirken.
Hayır, buna hiçbir zaman hırsızlık denemez.
Sana ait olanı almak, benim korumakla görevli olduğum hazinene karşı vazifem.
Bu dünya üzerinde senin kokunun sindiği ne varsa hepsi senin, bütün dünya senin.
Senin gördüğün her ne varsa hepsi senin, bütün dünya senin, ben senin.
Hepsi senin malın Füsuncuğum, hepsi bizim.
Bir müzemiz olacak, bizden başka kimsenin bilmediği bir hayatımızın olduğu gibi.
Gizli saklı bir törenle birbirimize kavuşacağız.
O gün geldiğinde artık sen kaybolmayacaksın.
Müzemizin koridorlarında beni kırmızı elbisenle karşılayacaksın.
Küpelerini fark edeceğim bu sefer, senden sonra onlara bakacağım.
O kelebeğin kanatlarında yanına uçacağım.
Benim kalmalısın hep, hep kalacaksın benimle.
Füsun, istekle bakan o gözlerini saklayacağım.
Kimsenin görmediği, yalnızca benim şahit olduğum o bakışı gizleyeceğim.
Herkes her şeyi bilse de, o bakışı yalnızca ben bileceğim.
Sadece senin güzelliğini anlatıyorum, seni kimse görmeyecek.
Kimsenin görmesini istemezdim, kıskançlık bedenimde yine nefes alıyor.
Burada benden ayrılsan da, ötelerde beni bekliyorsun.
Bir gün kavuşacağız yine, bu demektir ki sonsuzluk.
Sürekli hesapladığımız anlar bir son bulacak.
Sayılarla ifade ettiğimiz tüm bu zamanlar birden bire sonlanacak.
Füsuncuğum, bu mektubum belki sana ulaşamayacak.
Cennete mektup atmak henüz mümkün değil.
Sen o cennette kırmızı elbiseni giymiş dolaşırsın.
Ben bu cehennemde kırmızı elbisenle baş başa yatarım.
Bu gece aslında hiç sonlanmaz, hiç sonlanmayacak.
Bu gecenin bir sabahı yok, sabahında sen yoksun.
Füsuncuğum, ben hep o 44'lüğü hatırlayacağım, sigara izmaritlerine sarılıp susacağım.
Konuşmayacağım artık yanına varana kadar.
Kalbim atmayacak artık, kalbini göğsümde hissedene kadar.

20 Ekim 2013 Pazar

Karakterime Münhasır Bir Acı

       Karakterime münhasır bir acı çekmek istiyorum. Karakterli bir acı olmalı bu, hiç kimsenin daha önce yaşayamadığı türden bir acı. Hem öyle bir acı ki bu acı diğer acıların dozajını düşürmeli. Bir çeşit narkoz olmalı, afyon olmalı, uyuşturmalı beni. Bir sarhoşluk vermeli ve beni benden sürükleyerek alıp götürmeli. Afyon çekmiş insan kadar uçucu olmalıyım. Bir uçurtma gibi gökyüzüne salınıvermeliyim.
       Seni zihnimde saklayacağım. Zihnim belki çok güçlü olmayabilir ama bildiğim bütün bilgileri unutup hepsinin yerine seni doldurabilirim. Böylece bütün bildiğim sen olursun, senden başka bir bilgim olmaz. Bütün biriktirdiğim bunca bilginin yerini şimdi sen alıyorsun. Hane hane dolduruyorsun zihnimi. Sen bende hapsoldun, n'eylersin?
       Kimseye göstermeyeceğim. Seni kendimde saklayacağım. Kafatasımı güçle tutacağım. O kadar güçlü olmalı ki zihnim seninle dolup taşarken dayanmalı, içindeki bu büyük ve değerli hazineyi tutabilmeyi başarmalı. Zor olmalı bu kemikten duvarları yıkmak, zor olmalı insanların bu kemikten duvarların içindeki gizli bilgiye ulaşması. Giderek daha da sağlamlaştırmalıyım. Kimseye senden bahsetmemem gerekiyor. İnsanoğlu hırsızlığa meyillidir. Bu sadece bir tür maddi hırsızlık değildir, daha da ötesinde manevi bir hırsızlıktır. Seni hiç kimse bilmeyecek, böylece kimse bilmediği bir şeyi çalma teşebbüsünde de bulunamayacak.
       Seni orada yaşatıp sonsuza dek acı çekeceğim. Bu acı hem bana mahsus olacak, hem bende gizli kalacak. Kimsesiz köşebaşlarına ses çıkarmadan taşıyıp orada yaşatacağım. Aslında içimde hep yaşatacağım ama dışımda yalnızlığı bekleyeceğim. Karanlık köşeler yurdu olacak bu acıların, karanlık köşeler ev sahibi olacak. Herkesin kaçtığı bu yerlere bu acı koşarak gidecek.
       Sonsuza kadar bu acıyla kavrulacağım. Etin yüksek ateşin içerisinde zamanla kararması gibi bu acının ateşi içten başlayarak giderek karartacak beni. Dışıma ulaşana kadar çok acılar çekeceğim. Çok kereler bu acı içerisinde en soğuk sularda deva arayacağım. En sonunda tüm hücrelerimle yavaş yavaş çürüyeceğim. Etim çürüyecek, kemiğim çürüyecek. Kafatasımı koruyabilirsem kâfi, onda olanı koruyabilmeliyim. Bir tek sen kalacaksın geriye, onu da tutabilirsem eğer.

18 Ekim 2013 Cuma

Henüz Doğmamış Olan

Henüz doğmamış olan,
Şiirler yazıyorum sana, okuman için yazılar,
İlk bunları oku istedim,
Okumayı bunlarla öğren, bunu bil.

Henüz doğmamış olan,
Adımı adından sonra an,
Daima yanında olsun bu kavram,
Hep yanımda ol, benimle kal.

Henüz doğmamış olan,
Minik ellerinle sarıl bana,
Sana yürümeyi öğreteceğim,
Yürümeyi öğrendiğinde de yürü benimle, terk etme.

Henüz doğmamış olan,
Kalbine sevmeyi öğreteceğim,
Sevmeyi öğrendiğinde de sevmeye devam et beni,
Sevgin ulu olsun, zirvesi görülmeyen dağlar kadar.

Henüz doğmamış olan,
Sadece gece karanlığı çöktüğünde değil,
Issız ormanda bir başına kaldığında değil,
Ak bir günde dahi sarıl bana, bu sevgidendir.

Henüz doğmamış olan,
Doğumun gecikmesin çok,
Her doğum bir umuttur insanlık için,
Doğumun gerekiyor benim için.

Geminin Akıntısında

       Bir gemi gidiyor solgun denizin ortasında izlerini bırakarak. O geminin içerisinde sen olmalısın, o gemi denizi seviyor. Deniz çok canlı bugün. Balıklar kıpır kıpır vuruyor sahile. Güneşin ülkesine seyahat ediyor olmalı, güvertesinde güneşi taşıyor, güneş kadar yakıcı seni taşıyor. Rıhtımda biriken kalabalıkta bütün gözler gemiyi takip ediyor, gemiyi suyun kaldırma kuvveti değil hasretle bakan gözler taşıyor. Birazdan beyaz dişli köpek balıkları takılacaktır bu geminin peşine. Bütün canavarlar hasretin çocuğudur. Hasret gebedir tüm kötülüklere. Tüm acıların kaynağında var işte; hasret. Gözlerim bu insanların içerisinden seni seçiyor, sen güneşle işaretlenmişsin, güneşle anlaşmış ve onun yerine geçmişsin.
       Vakit geçtikçe buğulanıyordu gözler. Gözleri saklayan ak mendiller. Mendilleri ören ak iplikler. Ak ipliklerin başlangıcında ak kozalar. Ak kozaları toplayan ak eller. Beyazın öyküsüydü bu. Beyazdan maviye doğru bir yolculuk. Bir ağacın dalındaki kozadan denizin derinliklerinde yaşayan bir balığa doğru bir yolculuk. Bu yolculuk ki sonu yok gibi. Senden geçen, en çok seni barındıran, benim kısa bir anını tadabildiğim ve tadını dahi unutamadığım bir yolculuk.
       Geminin arkasında oluşan yeni akıntıda yeşil bir ton gizleniyordu. Kendisini tam olarak göstermekten korkar bir hali vardı, sadece kendisininde orada olduğu bilinsin yeterdi onun için. Biraz utangaç bir yeşildi bu, herkesten korkan ve sadece kendinde var olan bir yeşil. Yeşil gibi bir yeşil, özgün bir yeşil, benim yeşilimdi bu.
       Kadife bir örtü gibi örtüyordu deniz toprağı. Toprağa birikmiş ve toprağın üzerine kümelenmişti. İçerisinde kocaman bir alem vardı. Şimdi kendi rotasında hızla giden bu gemi balıkları selamlıyordu. Uzun uzun öten sirenlerle o buğulu gözlere bir işaret bırakıyordu. Bacasından tüten dumanlar havada kara bulutlar doğuruyor, tüm bu manzara bir daha akıllardan çıkmamacasına kazınıyordu. Bir çiviyle herkes çivi yazısını kullanarak kendi hafızasına kazıyordu tüm bu gördüklerini. Burada toplanan tüm bu insanlar bir gün bir araya gelseler bu manzarayı aynen resmedebilirlerdi. Özlem herkes için ortaktı çünkü, hepsi için aynı derecede dayanılamazdı. Ortak bir dilleri vardı diğer insanlardan ayrıldıkları.
       Bir gemi tüm umutları sürükleyip götürebilir. Peşinden balık sürüleriyle beraber bereketide alıp gidebilir. Bir gemi insanın en sevdiğine yolculukta edebilir. Peşinden kuş sürülerinide getirebilir. Bir geminin akıntısına kapılan soluğu bir adada alabilir, yolunu kaybederse Atlantis'te uyanabilir. Bir akıntıda inatla kulaç atmak gerekiyor, o gemiyi unutmamak. Bir gemide yaşamak gerekiyor aslında, sadece tek bir kişiyle bir geminin içerisinde yolculuğa çıkmak. Özlemi sonsuza dek toprağa gömmek gerekiyor. O gemiyle akıntıda olmak.

15 Ekim 2013 Salı

Aklımın Düşleri

"Düşler gören gözler değil, akıldır. Gözlerim görmüyor ama yine de düşlüyorum." (Black)

Düşlüyorum.
Ne gözlerimin görmesine gerek var.
Ne aklıma senin gelmene.
Sen hiç terketmezsin zaten.
Hep aklımın bir köşesinde olursun.
Sürekli bir yerlerde kendini gösterirsin.
Düşler görüyorum geceli, gündüzlü.
Uykudayken ve değilken.
Güzel veya daha güzel.
Ama hep güzel.
Aklımla beraber işliyor gözlerim.
Anlaşmış olmalılar.
Hepsinde sen varsın, tek düşünce olarak.
Hep seni canlandırırlar, gözümün önünde.
Aklımın alabildiğine, sonuna kadar.
Gözlerim açık veya kapalı.
Farketmiyor.
Aklım hep seni getiriyor önüme.
Göz kapaklarımda, kirpiklerimde, göz çukurlarımda.
Her yerde sen varsın ya zaten.
Senden başka bir şey göremiyorum.
Gören gözlerim görmüyor.
Senden başkasını göremiyorum.
Gözlerimi yumuyorum.
Aklım seni getiriyor.
Gözlerimi açıyorum.
Aklım seni çağırıyor.
Ne aklım senden başkasını düşünüyor.
Ne gözlerim senden başkasını görüyor.
Sadece sen ve sen.
Başka yok.

14 Ekim 2013 Pazartesi

Camdan Yansıyan Işık

       Bir ışık yansıyordu uzaktaki bir pencerenin pürüzsüz camından. Işık gözlerimin derinliklerinde sür'atle yol alıyor ve içimde bir yerde karanlık bir yeri aydınlatıyordu. Hisler bir anda canlanıyordu. Güneş ne kadar muazzamdı ki bir anda karanlıkta kalan bu hisleri canlandırmıştı. Batarken dahi olsa kendisini yine göstermişti. 
       Akşam oluyordu yavaş yavaş, güneş kayboluyordu beton blokların ardında. Güneşin batarken yansımasını berrak bir derenin yüzeyinde değil, bu betondan canavarların kendisi kadar yapay camlarında izliyordum. Suyun üzerinde dans eden güneş ışınlarından uzaktaydım, herkes kadar, hemen hemen herkes kadar. Işığın kendisi unutturuyordu bize kendini, yakında bu güneşin yerini de yapay bir güneş alacaktı, olması gereken buydu. Modern yaşamda modernlik ile başlayan bu akım giderek yayılıyor. Yakında geriye hiçbir şey kalamayacak. Güneşi öldürüyoruz, doğacak çocukların hiç tanımadığı bir güneş olacak yakında. En az insanlar kadar sahte bir güneş. Bir zaman gelecek ve takvimler -eğer hala kullanılıyor olursa- 2100'leri gösterdiğinde güneş eski motoloji olarak bahsedilen bir değer olacak ve destanlarda yerini alacak. Güneş bugün sadece batıyor, bir gün doğuşunu kimse göremeyecek.
       Camdan yansıyan ışığın soluşu o kadar içten ki, bir anda bütün çiçeklerin solduğunu düşündüm. Güneşi göremeyen çiçeklerin kahrolduğunu anladım. Sanılanın aksine güneş ışınlarının getirdiği D vitaminleri yüzünden değil de güneşin yüzüne hasret kaldıkları için ölüyordu çiçekler. Aynı dili konuştukları halde anlaşamayan insanların, dillerini hiç bilmedikleri bu çiçekleri anlaması beklenemezdi. Ölen çiçeklerin sorumlusu insanlardı; ölen -modern yaşamın modern çizgisinin gerisinde kalan modernliğin dışındaki- çiçeklerdi. Canlılar familyasında oldukları halde canlılığını unuttuğumuz çiçekler.
       Bir ışık yansıyor uzaktan, gerçek, dokunamadığım ama bildiğim kadar gerçek. O ışık ölüyor şimdi benim gözümün göremediği bir noktada, bir gün ondan mahrum kaldığım için benimde öleceğim gibi. Candan yansıyan ışık, bir gün bir mit olacak, herkesten uzakta. Öleceğiz, o ışığı göremeden, gözlerimizdeki ışık söndüğünde, daha öncesinde gözlerimizin gördüğü ışık söndüğünde. Öleceğiz karanlık bir anda.
       Işık önemlidir insanlık için -insanlar için değil insanlık için-. Zira gözümüzdeki ışık söndüğünde ölüyorduk. Işık, hayatımıza o kadar işlemişti ki karanlık bir dünya düşünülemezdi, karanlık bir güneşin düşünülemediği gibi. Güneşi gözlerimizde taşımalıyız her an, güneşi yaşatmalıyız. Işığın büyüsünde yaşayan insanlık kadar.

13 Ekim 2013 Pazar

Korkulu Bir Günün Güncesi

04/10/2013 19:40 

"Dediler ki; Gözden ırak olan gönülden de ırak olur. Dedim ki: Gönüle giren gözden ırak olsa ne olur.." / Mevlana. 
Görmek önemli bir eylem ama sadece görerek sevilmez insan, sadece gördüğünde sevmez. Sevmek zaten var olsada olmasada hep onu görmek demektir. Gözlerim açık veya değil, kör olayım veya olmayayım, sevmek her daim görmektir, çünkü sevmek artık gözle ilgili bir şey değildir. Göz gördü gönül sevdi derler ama gönüldedir bütün mesele. Eğer gözün gördüğünü sevmek olsaydı bütün mesele o zaman herkes severdi herkesi, her güzel olarak gördüğünü. Ama öyle değil, tam tersi; gönülün sevdiği kişiyi göz güzel görür, bende olduğu gibi, gerçi zaten güzelsin o benim kalbimle ilgili değildir ama bu biraz daha anlatmam için yeterli.

Geceyi bekliyorum yazmak için, o karanlıkta yüzünün aydınlığını daha fazla farkedebilmek için. Dünya ne kadar kararırsa sen o kadar aydınlatıyorsun, güneşim, dolunayım ve umut ışığım.

Gece çöküyor yine, daha doğrusu çöktü bile. Sesin geceyi böldü bir an, geceyi gündüz yaptı sonra soldu. Neden kesildi sesin, benimle kalsa olmaz mıydı? Sen bütün gece konuşsan olmaz mıydı? Kesilmek zorunda mıdır her gece sesin böyle? Onu tutmak istiyorum, ben sesini tutayım ve bu karanlık gecede onu bir meş'ale gibi elimde taşıyarak; korkusuzca, karanlıktan korktuğu için kimsenin adım atamadığı bu yollarda, sokaklarda, caddelerde, kimsesizliğin bağrına doğru yürüyeyim. Sadece sesini meş'ale yapayım ve sesin gecemi gündüz etsin. Sesin hiç azalmasın, uzaktan gelmesin, kısılmasın, sesin gerek bana yaşayabilmem için. Senin sesinden besleniyorum. Sesin olmadan yaşayamam hayır, bunu kabul edemem, sesinle büyüyorum, sesinle senden mahrum kalamam. N'olur sesin hiç kaybolmasın, anlık parlamasın, yürüdüğüm her adımda ateşini dahada arttırsın, şiddetlensin. Ben sürekli körükleyeceğim elimdeki sesini. Tuttuğum bu ses giderek daha büyük bir alev halini alacak. Cancağzım, sesini duyayım daima, susma, hep konuş. Kısa cümlelerle, uzun cümlelerle, virgülü vurgulayarak parça parça cümlelerle, farklı yollar ile konuş benle, konuş ve susma. Konuşman için elimden geleni yapacağım. Gece parlayan bir yıldız sesin, o yıldız kaydı bugün, yarın yeniden gökteki yerini alsın ve bu sefer kaymasın. Lütfen sesini tut ve bana gel. Sesinle gel ve kulağıma fısılda, bana sesini anlat.

Gece güzel midir? Ben hiç geceyi yaşamadım. Geceyi gece olarak yaşamadım. Geceyi gece maiyetinde yaşamadım. Gece karanlıktır, korkudur, yalnızlıktır, yalnızlığın yeni adı sensizliktir, vurgudur.

Uyuyacağım, şu an uyanığım ama bunun bir anlamı yok. Belki bir gün geceleri uyuyarak öldürmek yerine uyumayıp ona bakabileceğim kadar paha biçilmez bir şeye -o şey ki yaşamın sırrı- sahip olurum. O gün gelsin istiyorum, geceleri nefes alış verişlerini takip edeyim, göz kapaklarının seyrine dalayım, saçlarının tellerinde dolanayım. O gün gelsin istiyorum.

Bu gece rüyalarım çok uzun sürdü, anlayamadım. Sanki bir haftadır uyuyor gibiydim uyandığımda. Rüyamda 30 ders Osmanlıca dersi gördüm, sürekli Osmanlıca görüyordum sabaha kadar ve o kadar uzun sürüyordu ki. Sonra nedenini bilmiyorum içime bir korku girdi. Beni ele geçirdi.

Ne olduğunu bilmediğim bir korku. O korkuyla uyandım nedense. Sanki seni kaybetmiş gibi korktum, seni kaybetmekten korktum. Sabah sesinle uyanmayı çok isterdim, beni yine uyandırsaydın çok bahtiyar olurdum. Arama hakkımda yok maalesef, zaten bu da arama ile çözülecek bir durum değil.

Korkum devam ediyor hala ve geçecek gibi değil. Korku ele geçirdi beni, birkaç gündür içimde bu korku var. Korkuyorum, buna engel olamıyorum.

"Sen benim içimdeki, benim bile ulaşamadığım yerlere dokundun." (Ya Sonra)

Gerçektende bende dokunmadığın bir köşe kalmadı, her yerimde sen varsın.

Beklemek romantizmin cenaze törenidir. Çünkü duyguların kök salacağı gönül zeminini erozyona uğratır. Bir centilmenin şerefi dakikliğine bağlıdır.
Murat MENTEŞ, Korkma Ben Varım

"Mutluluğu sende bulan senindir, ötesi misafir."
Mevlana

04/10/2013 tarihinde 19:40 sularında, korkuyla dolu bir yalnızlıkta, sevgili yalnızlığımla, her zamanki gibi.

12 Ekim 2013 Cumartesi

Yusuf'dan Züleyha'sına IV

Züleyha'ya;
Kara geceyi bölen altından bir kadehti, o kadehin içinde sen vardın.
Seni tek yudumda içtim ve sen kayboldun, altın kadehte izini bıraktın, dudaklarını görüyordum.
Kırmızıya çalan dudaklarından bir iz vardı kadehimde, hep saklayacaktım.
Züleyha, bıraktığın izler kalıcı, kanatıcı, yakıcı ve ağartıcı.
Giderek parça parça ediyor beni, giderek kaybettiriyor bana kendimi.
Kenan diyarında yeşil çayırlarda otlayan koyunlar ölüyor, kuraklık geliyor.
Mısır'ın çölleri bütün dünyayı etkisi altına alacak Züleyha, sen yoksun diye dünya çölleşecek.
İçim zaten kuraklaştı, bolluğu yok artık, yedi zayıf inek yılında.
Nerede bir gölge görsem ben hep o gölgenin altına sığınıyorum, yolun hep en sessiz yanından yürüyorum.
Nerede bir kalabalık görsem oradan kaçıyorum, kalabalıklardan korkuyorum.
Nerede bir yalnız görsem yanına oturuyorum, yalnızlıkla kalıyorum.
Gölgelerle konuşup gölgelerde yaşıyorum, geceye en çok o benziyor diye.
Günün içinde ufak bir gece gibi gölgeler, aydınlık yok; karanlıktan bir iz taşıyor.
Züleyha, gözlerin neden beni böyle izliyor ve azabımı zevkle seyrediyor anlamıyorum.
Önce gömleği yırttın şimdide kalbimi yırtıyorsun, kalbim ince bir kâğıt gibi.
Savruldu o ve parça parça uçuyor, her parçası ayrı bir yöne doğru gitmekte.
Şimdi her parçamla dünyanın farklı bir yanına uçsam, hiçbir güç beni bir araya getiremez senden başka.
Senin gücün ise bundan ziyade daha fazla parçalara ayırmakla meşgul.
Hayatta hep güçlü bulduğum kuleler yıkıldı, yıkılmaz dediğim kaleler düştü.
Geriye sadece taş üzerinde taş kaldı, o taşlarda taştan ziyade taşlıktan bile dışlanmışlardı.
Ben piramitin içinde yolumu kaybettim, dönüp duruyorum.
Elimde tuttuğum ışık sönmek üzere, karanlığı bekliyorum, karanlıkta bile yolu aydınlatabileni.
Güzellikten geriye bir şey kalmadı, şimdi var olan sadece çirkinlik.
Göremediğim derecede bir çirkinlik, görüpte korkmaktan korktuğum için bakamadığım bir çirkinlik.

Mısır'dan daha kurak içim, bütün varlığım kurudu.
IV

Adem'den Havva'sına XVIII

Havva'ya;
Sessiz sedasız bir güne uyandığımda, en çok sesinin yokluğunu hissettim.
Uyanmak için bir nedenim yoktu, seni hatırlamak için uyanmayı seçtim.
Rüyamdaydın yine, rüyamın en can alıcı noktasıydın, bırakmadın yakamı, gidemedin.
Bir yanın hep bende kaldı, ben hep o bendeki bir yanında kaldım.
Sabah senle uyanmadım, sensizlikteki sen karşıladı beni, boynuma dolandı Havva.
Elleri senin ellerin kadar güzel değil -hayalin dahi senin kadar güzel değil-.
Sözleri, seninkiler kadar can yakıcı değil, seninkiler kadarda mutlu edici değil.
Güzel ve çirkin olan ne varsa birbirine öyle bir karışmış ki ayırt edemiyorum.
En büyük mutlulukların kaynağı olan sen, en büyük acılarında merkezindesin.
Dünya büyük bir çember gibi, ben o çemberin ortasındayım ve her yanıma bir halat atılmış.
Her yanımdan daha kendilerini göremediğim varlıklar bu halatları çekiyorlar.
Amaçları beni parçalamak değil, beni parçalanacağım o anda tutmak, hep bu acıyla yaşatmak.
Kollarım kopmak üzere ama kopmuyor, ayaklarım kopmak üzere ama kopmuyor, hep öyle kalıyor.
Omuzlarımda hep bir yük var, kızarıklığı duruyor, hep bana o anı hatırlatıyor.
Bilinmeyen bir zamanın adı henüz konmamış bir dilimindeyim.
Belki karanlık çağ derler bu çağa, belki karanlıktaki bir şahıs diye bahsederler benden.
Bilmem ne derler, yalnızca benim varlığımdan bile emin olmazlar, ben yokum ki zaten.
Havva'sız bir Adem düşünülemez ki, düşünülebilecek olsa sen yaratılmazdın Havva.
Adım ancak adınla anılır, adım adının yanında güzeldir, adım adından sonra gelir.
Hep adını tekrarlarım, adının musikisinde yaşarım, onu sahiplenirim.
Vücudumun her yanına milim milim adını yazasım var, dünyanın her yanına parça parça.
Bütün kayalıklarda seni resmetmek isterdim, oysa ben çizemem, yazarım.
Sen çizebilirdin ancak, yanımda olsaydın, kendini çizmeni isterdim, dünyanın mevcut olan en güzel şeyini.
Henüz ne olduğunu hâlâ anlayamadım, sen insan üstü olmalısın, ben böyle kabul ediyorum.
Sen yaratıldın şükürler olsun ki, karşıma çıkarıldın, seni tanıdım Havva, sen benimdin.
Başka bir dünya yok, tek bir dünya var, biz aynı dünya üzerindeyiz.
Başka bir hayat yok ama olsun, hayatımda hayatına ait bir parça var, hayatından kalan kırıntılar.
Şimdi o kırıntılarla yaşamak var, o kırıntılarla beslenmek, doyamamak ama en azından olmak var.
Olmak, senin için olmak, sonsuza kadar olamasa da bir bölümünde senin oluşun var.
Havva, yaratılmış olan, kemiğimden türeyen, Havva.

Sabah, sabah değil, bugün yaşanmış değil. Dünya, adı henüz konmamış bir cehennem, beni dahada büyüğü bekliyor.
XVIII

11 Ekim 2013 Cuma

Kuru Kavruk Bir Hayat

       Hayat aslında bir köşe kapmaca oyunu. Köşesini bulan orada sürdürüyor yaşamını. Ben hayatım boyunca bana ait bir köşe bulamadım, yaşamım böyle devam etti. Bir yere ait olamadım, yeryüzünde bana ait bir köşe kalmadı işte. Bütün köşeler tutulmuştu. Ben hayatımın sonuna kadar ebe olmaya mahkumdum bu oyunda.
       Hayat aslında bir dönüşümün yaşanabilir kısmı. Herkes herkese dönüşüyor, herkes bir anda herkesleşiyor. Ben dönüşümü tamamlayamadım, bir kozaydım, kelebek olamadım. Kimsede istemedi beni, kozayı hiç kimse sevmez, herkes kelebeğin peşindedir. Oysa kelebek bir zamanlar koza değil miydi? Kozayı niye dışlar şimdi insanlar anlayamadım. Ben kozasını yırtıp çıkamayacak kadar güçsüz bir kelebeğim. Kozanın karanlığında olmaya mahkumum. Dönüşemedim, kalakaldım.
       Hayat aslında bir papatyanın yapraklarında saklıydı. Anlamsızca toprağın bağrından koparılan papatyaların beyaz yaprakları gibiydi ömrüm. Her seferinde bir yaprak ayrıldı bedenimden, şimdi çırılçıplak kaldım. Toprağa kavuştum sonunda tekrar, bu sefer üzerimde hiçbir yaprak yoktu. Toprak bile farklıydı artık, sanki onun bakışı bile değişmişti. Bu kadar çirkinken o bile kabul etmiyordu. Toprak bile eski toprak değildi. Yapraksız papatya olmazmış, anladım, anlatamadım.
       Hayat aslında sulanmayı bekleyen toprağın kuru kavruk tabakası. Su ne kadar uzak durursa susuzluk o kadar artıyor. Giderek çatlıyor öbek öbek, çölleşiyor bir zaman sonra. Tıpkı sevgisizlikten çölleşen insan gibi. Önce dudaklar kurur, sonra beden giderek sertleşir ve balıkların pulları gibi dökülür insanın derisi.
       Hayat aslında hiç inmeyen yağmur tanesi gibidir. İnat etmiştir bir kere, yağmamakta kararlıdır. Yalnızca dolanır durur tepede, kendisini asla göstermez. Üzerine yağacağı bereketli topraklar değildir bunlar, aksine lanetlenmiş topraklardır. O yağmur tanesi hiçbir zaman yere düşmeyecektir. Bulutta istirahatinden memnundur, o bulut onun ait olduğu gerçek yerdir, orada kalacaktır. Ta ki güneş onu kurutup o buluttan ayrı düşürene kadar.
       Hayat aslında ayrılıktır, en çok sevdiğinden, en çok sevdiğin tarafından. En çok sevdiğin ayırır. Hayat ayrılığın yaşanan kısmıdır, ayrılığa kadar olan kısmıdır. Ondan sonrasına hayat denmez. Kimse bilmez. Hiç kimse.

Dipnot: Kurumuş, kavrulmuş, çatlamış bir dudaktan; kurumuş bir ağaca benzeyen hayata dair, kuru bir günden. 
Kuraklıkla geçecek bir ömür için, yakıcı olan o gün.

7 Ekim 2013 Pazartesi

Kucak Dolusu Mutluluk

"Seni kaybetmekten o kadar çok korkuyorum ki Milena. Bazen düşünüyorum da eğer gerçekten insanlar mutluluktan ölebilselerdi benim çoktan ölmüş olmam gerekecekti. Ama ben aksine mutluluk sayesinde tekrar hayata döndüm..."

Franz Kafka / Milena'ya Mektuplar



Öyle bir konuma sahipsin ki,
Bir daha kim elde edebilir bunu sanıyorsun?
Mutluluğu taşıyorum ben, seni içimde taşıdığım gibi.
Senden bir parça mutluluk götürüyorum her yere.
Bu yüzden her yer güzel, her yerde sen varsın.
Sen olduğun için her yerde mutluluk var.
Seni kaybetmek düşüncesi dahi korkutmaya yeter beni.
Mutluluk ölmek için iyi bir neden, sensin onun kaynağı.
Kaynağından giderek gürleşen bir şekilde geliyorsun.
Ben mutluluktan ölmeliyim, senin yüzünden.
Bana kucak kucak mutluluk taşımalısın.
Kucağında kucak kucak odun taşıyan çocuklar gibi.
Hiç yorulmadan, dinlenmeden, daima koşarak.
Mutlulukları getirip önüme koy, sen.
Ben onlarla yaşayacağım, beraber yaşayacağız.
Soğuktan titrerken, senin getirdiğin mutluluk döndürdü beni hayata.
Eğer Kibritçi Kız olsa idi muhakkak o da yaşama dönerdi.
Sen yaşama döndürüyorsun yaşamdan göç etmek üzere olanları.
Sen bunun için uğraşıyorsun aslında, yaşatmak için.
Yaşatıyorsun da; beni, insanlardan daha çok.
Mutluluktan ölmüyorum ben, mutluluktan yaşıyorum.
Korkum seni kaybetmeyedir, korkumun temelidir bu.
Korkutma beni artık, kaybetmeyi öğretme bana.
Bana daha çok sevmeyi öğret, bana benim gibi sevmeyi öğret.
Bana getirdiğin mutluluğu daim etmeyi öğret.
Bana seni öğret, bende sana seni öğreteyim.
Mutluluğu katlayalım ve uçak yapıp savuralım havaya.
Uçsun mutluluk, bulutlara değsin zamanla.
Çoğalsın mutluluğumuz o kadar, erişilemez olsun.
Bu bize bağışlansın.
Mutluluğunla yaşat beni, zamanı gelincede öldür.

6 Ekim 2013 Pazar

Buhran Vakti

Sensiz geçen her güne buhran hakim.
Buhran vakti geldi yine.
En çok karanlık günlerde geliyor.
Sen olmayınca gün karaya boyanıyor.
Çıkarıyor üzerindekileri, siyahları kuşanıyor.
Kara bir kuşak doluyor beline.
Eline siyah bir kamçı geçiriyor.
Adım attığı her yerde kamçısını şaklatıyor.
Sensizliğin sesi bu.
Sensiz geçen zamanın sesi, saatin sesi bu.
Kamçının sesi korkutuyor, giderek yaklaşıyor.
Zaman giderek hızlanıyor, buhran artmakta.
Kara örtülere bürünerek yürüyor yanımda.
Ben sesimi çıkaramıyorum.
Beni boğmasından korkuyorum.
Buhran vakti geldi çattı, beni yakaladı.
Düsturunu bozmuyor, benden korkmuyor.
Kamçıyı tutan elleri kocaman ve çirkin.
Ayakları sanki canavarcasına biçimsiz.
Vücudu eğri ve kambur.
Buhran, o kadar çirkin ki, çirkinliğin ta kendisi.
Buhran, çirkinlik demek aslında, yokluğa düşüş.
Bu vakit geçsin artık, sonlandır bunu.
O kamçıyı al onun elinden ve sen boğ onu.
Dola onun boynuna, kurtar beni onun ellerinden.
Buhran vakti, tükensin artık, sonlansın.
Tüket onu, bir solukta kes nefesini.

Bugün Son Günümüz Aslında

"Her gününüzü hayatınızın son günüymüş gibi yaşayın; bir gün haklı çıkacaksınız." 
(Steve Jobs)


Her günümüz sona doğru bir gün.
Doğuma değil yaklaşmamız.
Doğuma gitmiyor bu yol, dirilişe gidiyor bir yandan.
Aslında ölümedir koşuşumuz, ölümedir yakınlaşmamız.
Bugün son günü hayatımızın.
Bugün kucağında olmalıyım, seninle olmalıyım.
Yarını olmayan hayatımızda bugünü yaşamalıyız.
Ertelemek mutluluğu getirmez insan hayatına.
Geç kalanlardır hep, erteleyenler.
Yaşamak için geç kalmadık biz, geç kalmayalım.
Bugünün değerini yarında görmeyelim.
Dün geçti gitti, bugünde birazdan dün olacak.
Düne varacak bugünümüz, yarınımız meçhul.
Gelip geçen trenler yarını müjdelemiyor.
Demir alan gemiler bugünün mirasçısı.
Bir toprak var yarını bekleyen bir de deprem.
Bir son var bugünü mühürleyen, yarını müjdeleyen.
Yarının müjdecisi olan bugün yaşanmadı.
Yaşanmamış bir gün, bugün olmaya değer bulunmadı.
Ölü saatler asla dirilmiyor, bugün elde tutulmuyor.
Artık yaşamalı dememeli, doğrudan yaşamalı.
Dolaylı yollar geciktirir insanı.
Yok gecikmeye tahammül, kalmadı vakit.
Tren beklemiyor geride kalan yolcuyu.
Kimse bakmıyor arkasına.
Yolculuğa çıkmak için beklemeyelim daha.
Gidelim artık, binelim bizi götüren vasıtaya.
Sözler unutulurken bugün kayboluyor.
Gel biz senle yaşayalım bugünü.
Bugün son günümüz aslında, fark edelim.
En çok bunu düşünerek yaşayalım.
Yitirmeyelim daha fazla, yarın bilinmez.
Biz bilinmeyenin peşinde koşmayalım.
Birbirimizi bilelim en çok.
Birbirimizde yaşayalım bugünü.
Yarın olursa mutluluğu taşıyalım.
Kimseye göstermediğimiz birbirimizi götürelim.
Bugünü yaşayalım, yarını düşünelim.

5 Ekim 2013 Cumartesi

Kucağında Uyuyayım

“Yorgunum. Tek istediğim, yüzümü kucağına koymak. Başımın üzerinde dolaşan elini hissetmek ve sonsuza dek öyle kalmak.”

Franz Kafka / Milena’ya Mektuplar 


Senin kucağında uyumak istiyorum.
Mümkünse bir daha hiç uyanmamak.
Eğer uyanacaksam yine senin kucağında uyanmak.
Sesinle uyanmak, uyandığımda kocaman gözlerini görmek.
Büyümüş göz bebeklerini görmek istiyorum.
Sen kolla ben uyurken beni, benden bile.
Kimse zarar veremesin bana.
Rüyalarımı dahi tut, onlara bile kötülük giremesin.
Kâbusları kov gecemden.
Senin kucağında olursam hayaletler terk eder beni.
Sende gark olayım, sende olayım.
Kucağında uyuyayım artık, narince tut başımı.
Uykuya doyayım, uyandırma beni.
Ya da uyandır, seni göreyim, uyumayayım.
Senle olayım, kucağında yatayım, sen ol yanımda.
Ellerini hissetmek istiyorum.
Saçlarımın arasına girsin ve dolaşsın hiç durmadan.
Bir hırsız gibi dolaşsın başımın üzerinde.
Hiç durmasın, hiç yorulmasın, hiç uyuşmasın bedenin.
Ben öyle kalayım artık, sonsuza dek böyle geçebilir.
Ben senin kucağında yatayım, dünya dönmesine yine devam etsin.
Hiç durmadan dönsün, isterse daha hızlı dönsün.
Nasıl olsa duracak bir gün, varsın o dursun, biz istifimizi bozmayalım.
Biz kalalım öyle.
Rüyalarıma sahip çık, kimse korkutamasın beni.
Hayaletleri kov gecelerimden, kov onları, yanımızda barınmasın.
Bir ben barınayım kucağında, kalayım öyle.
Kimse olmasın hayatımızda, kimse kalmasın dünyamızda.
Öleyim kucağında, kimse dokunmadan, sevginin sıcak bağrında.

Aptallık Üzerine

Aptallık sardı bütün dünyayı, durdurulamadı.
Aptallığın kölesi hâline gelmiş insanlar artık efendilerine sadık.
Aptallığa hapsolmuş bütün bir ham insanlık.
Aptala hükmeden insan hakimiyetini kaybetmiş ve giderek metalleşmiş bu düzen.
Aptallık robotlarını üretir hâle geldi ve duyularını bir kenara bıraktı.
Aptal insan giderek robotlaştı ve elektriğe bağlı yaşamaya başladı.
Aptalın elektriğinin kaynağı yozlaşmaydı.
Aptal yozlaştıkça daha güçlü hâle geliyordu, kimse durduramıyordu.
Aptalı kim durdurabilirdi ki?
Aptallık durdurulabilseydi soyu çoktan kesilmiş olacaktı.
Aptallığın nesebi belli değil ve her yerde kendini gösteriyor.
Aptallık her yere yayılmış, her evin, her odanın içine girmiş, bizi izliyor.
Aptallığın gözleri keskin, gözlerinin içine gireni tutup bırakmıyor.
Aptallar ordusu önüne gelen herkesi kendine dahil etmiş.
Aptallık yayılmış bir virüs gibi, önlemi alınamamış.
Aptallık zombileşmiş, her geçen gün hortlayıp dikilmiş insanlığın karşısına.
Aptallığa girmiş her fert daha bağımlı hâle gelmiş.
Aptal nesil aptal adetleriyle aptallığı baş tacı etmiş.
Aptal olarak yaşayan her birey başka aptallıklara ev sahipliği yapıyor.
Aptal yaşamanın sırrı aptallığı ispatlamaktan geçiyor.
Aptal insan aslında aptallığı kendi bedeninde saklamıyor.
Aptallığını saklamak için yeni bireyler arıyor, onlara enjekte ediyor.
Aptallık yeni aptallıklara gebe, yeni aptallıklar doğacak.
Aptallar yeni aptalları dahil ediyor, sayıları artacak.
Aptallık gözle görülemeyecek kadar küçükken şimdi gözün göremediği kadar büyük.
Aptallar artıyor, aptallık yayılıyor, kimse görmüyor, kimse durdurmuyor.

Sensiz, Hissiz

Yine yağmur yağıyordu, sığınacak yer arıyordum.
Sığınacak yer aradım, en çok seni aradım.
Sen yokken üzerime yağmasın dedim, seni aradım.
Sonra yağmuru hissetmediğimi fark ettim.
Kalakaldım.
Sen yokken hislerim kayboluyor.
Hissetmek sensizken mümkün değilmiş, farkettim.
Sen varsan elim ayağım dokunduğu nesneyi tanıyor.
Sadece senleyken ben dokunabiliyorum.
Hissizlik hakim şimdi bana.
Sen olmayınca kalbim buz tutuyor, sadece seni seveyim diye.
Kalbimin buzları ancak senle eriyor, sadece sana eriyor.
Bir kalıpta dondur kalbimi, sonra onu sakla.
En soğuk köşesine koy kalbinin, orada muhafaza et.
Eğer soğuk kalmış bir yanı varsa kalbinin.
Sakın üşüme, soluğumla dahi ısıtırım seni.
Üşüdüğünde söyle, sıcağı getireyim sana.
Güneşi getireyim erisin karların, erisin buzdan şatoların.
Sana emanet artık hislerim, bende değiller.
Yanıma gelsen de hissetsem yaşamı.
Ölü bedenlerin kayıp dokuları var bende.
Bir türlü canlanamayan çürümüş bir vücut.
Buzdan organlarım var benim, erimeyen.
Sen sıcaksın, alev alev yanan bir ateş var içinde.
Kalbin yangın yeri, yakıyor beni de.
Ben üşüyorum, kışı andıran bu soğuk günde.
Hislerim donuk halde, sana dair en küçük kıpırdanış canlandırıyor.
Sana dair en küçük kımıldanış hissettiriyor.
Hislerim sana yönelik, seni hissetmek için.
Yağmur yağsın üzerimize, beraber hissedelim.
Yağmurla ıslanan sokaklarda yürüyelim.
Birbirimize sarılarak kışı bahar edelim.

Gökteki Ritim

Gökler şarkı söyler sen bakınca.
Gökler şarkısını söyler senin için.
En güzel şarkıları söylerler kainata.
Yağmur düşüyor işte şimdi ağır ağır.
Giderek hızlanıyorlar ritimlerini belli etmek için.
Herkes susmuş bu büyük orkestrayı dinliyor.
Tüm insanlık için bu şarkı, sözleri yok.
Sessiz bir şarkı bu, herkesin anlamını hissettiği.
Daha önce hiç duyulmadık bir şarkı değil.
Yaratılıştan beri süregelmiş bir melodi.
Doğanın her yanından ayrı bir nota geliyor.
Vuruşlar ağaç yapraklarından, üflemeler rüzgardan.
Bilinmedik bir ezgiyi tamamlar hepsi.
Çok bilinen bir hâle dönüşür.
Şarkının sözlerini yazan belli değildir.
Ay çiçeklerininde katkısı vardır, karıncalarında.
Sürekli geceyi bölen ateş böceklerinin.
Yaprağa düşen her yağmur tanesininde.
Yağmur yağar sen en çok özlediğinde, görmek istediğinde.
Bu şarkı ki sadece senin için bestelenmiştir.
Senin için bestelenmesini istemişimdir.
Dili yoktur, dilsizdir, dinlettirir yinede kendini.
Başka kimse dinlemedi.
Başka kimse duymayacak senden başka.
Bir sen duy isterim, bir beni duy bazen.
Sen açıp kulağını sadece bu şarkıyı dinlemelisin.
Kendini şarkıya bırakmalısın.
Dans etmelisin bu şarkının ritmleriyle.
Benimle.

4 Ekim 2013 Cuma

Tanımsız Duygular

Tanımlayamadığım, bir ad veremediğim duygular yüzünden ne kadar üzülmüştük.
Oğuz Atay

Oysa ki şimdi duygularım çok açık değil mi?
Hinduların dedikleri gibi bütün çakralar açık.
Her şey apaçık gözüküyor işte.
Sadece sen gözüküyorsun.
Bana bakıpta beni gördüğünü iddia edebilecek kimse yok.
Bende ben yokum ki artık beni görebilsinler.
Dünya gözünde artık bir ben yokum.
Bana ait olan bir et yok, bir kemik yok.
Bende benden çok sen varsın.
Bana bakan benden çok seni görür.
Her cümlemin başı oldun, her sözümün sonu.
Başlangıçta olanken sonunda da sen yer alıyorsun.
Sende başlattığım döngü sende son buluyor.
Bütün yolların merkezine yerleşmişsin.
Hangi yoldan gidersem gideyim sana çıkıyorum.
Denizin ortasına yerleşmişsin.
Ne yana kulaç atsam sana çıkıyorum.
Gökyüzünün enginliklerine yerleşmişsin.
Hangi yana kanat çırpsam sana çıkıyorum.
Kanatlarımda emanettir, senden bana.
Güzel olan varlığının esasıdır.
Seni görenler bende güzel bir şey bulurlar.
Bende seni buldukları için güzel derler.
Herhangi bir yolla tanımlayamıyorum seni.
Tanımlamama yetecek kadar kelime mevcut değil henüz.
Dilim bunun için yatkın değil.
Bunu isimlendirecek kadarda başarılı değilim.
Bir yönü yok duyguların, hepsi farklı yollardan sana çıkıyor.
Sana gelene kadar aynı kılığa bürünüyor.
Sevgiye.

Aynadaki Akisler

“Aynada hep saçlarımıza, sakalımıza, rujumuza, sürmemize baktık. Peki, kaç kez kendimize baktık?”
Servet Saygınoğlu


Ben aynaya bakmak istemiyorum artık.
Benim aynam sen olmalısın ve ben hep sana bakmalıyım.
Sen her aynaya bakmak istediğinde yanıma gelmelisin.
Ayna olmalıyız birbirimize.
Ayna ki, bakanı gösteriyorsa şayet, ben bakmak istediğimi görmeliyim.
Bana aynanın gösterdiği değil aynanın göstermesini istediğim gerek.
Geç bir saatte karanlık bir yerdeydim.
Bana kendini göster dediler.
Ben seni gösterdim.
O an anladım ki artık bütün aynalar kırılmıştı benim için.
Yeryüzünde başka bir ayna kalmamış idi.
Camlar un ufak olmuş, ayna görevi olan tüm varlıklar kaybolmuştu.
Kendimi göremiyordum.
Yüzüm nasıldı bilmiyordum.
Sen geldin aklıma, ben sendim, en çok sen.
Sana yöneldim yine, sende görmek için kendimi.
Sana baktım yine, ben bu kadar güzel değildim.
Sen güzel idin, ben sendeki akislerimi gördüm.
Senin güzelliğin aynalarımı kırdı.
Sen benim aynam olmalısın, sana bakınca kendimi görüyorum.
Ruhumdan bir parçasın sen.
Et ve kemik vermişler ruhuma, o da giyinip sen olarak çıkmış karşıma.
El ele kol kola yürüyorum şimdi ruhumla, yani senle.
Tabii ruhlar aleminde, hayali et ve kemiklerle.
Ben senin aynan olmalıyım, bendeki seni görmelisin.
Aynalar kırılmalı, camlar un ufak olmalı.

Aşk Kokusu

Sen gelsen, bana sarılsan 
üstüm başım Aşk koksa.  

İlhan Berk


Boynum aşkınla koksun ilk önce.
Bedenim kokunu taşısın daima.
Kokun, en güzel miski taşır özünde.
Aşk kokusu senin kokundur ki,
O gelir bana, hiç bilmesemde nerede olduğunu.
O gelir daima bana, takip eder beni.
Aşk koksa bütün dünya köşe bucak.
Senle dolaşsak ya bütün dünyayı,
Çiçekler sen koksa, deniz sen koksa, cennet sen koksa.
Aşk koksa her yer, aşk koksa olduğun yerler, olduğumuz yerler.
Her kitabın ilk sayfasını açtığımda kokun karşılasa beni.
Tutup ellerimden yolculuklara götürsen,
Tutup kolumdan bilinmezliklere sürüklesen,
Tutup avuçlarımdan yağmuru kucaklatsan,
Tutup yakamdan bana baksan, tutsan ya kalbimi ellerinle.
Ellerim ellerin gibi koksa, aşk koksa.
Bir vakit ansız sarılsan, ulu kurtların sesi geldiğinde.
Gece gündüze dönmeden önce, dünya hallaç pamuğu gibi atılmadan,
Dağlar oynamadan yerinden gelsen,
Kuşlar ölüpte toprağı sulamadan.
Sen gelsende artık aşk koksa aşkı unutmuş dünya,
Aşk gizemini paylaşsa ve artık aşkı elimizle tutsak.
Sen gel, aşk koksun artık ellerim.
Aşkını ellerimle tutayım, özgür olsun o da.
Senin kokun olsun olduğum yerde.
Bir ben bileyim kokunu, bütün dünya mahrum kalsın.
Bir sen kokusu bileyim, aşk kokusu olsun.
Bir seni bileyim, sen diye seveyim.
Senin kokuna aşk kokusu diyeyim.

2 Ekim 2013 Çarşamba

Küçük Kral

Ben bir küçük kralım aslında.
Ülkesi olmayan, Don Kişot'un uzaktan bir akrabası.
Gözlerinde bir ülke kuracağım.
Bayrağın her santiminde ilmek ilmek resmin olacak.
Hücrelerine kazıyacağım defalarca.
Andı sana adadığım şiirlerden oluşacak.
Büyük bir avlu olacak sarayda, içinde sen.
Küçük Kral'ın küçük yaşantısı sürecek.
İroniyle birbirini tamamlayacak ne varsa.
Sınırları bilinemeyecek kadar büyük olmalı.
Ayak tırnaklarına kadar benim ülkem olacak.
Benim hükümlerim geçecek topraklarında.
Göz bebeklerinin yeşilinden yöneteceğim ülkemi.
O yeşilde sığınacağım sana, orada yaşayacağım.
Kâh ilham gelecek kalbine sefere çıkacağım.
Kâh rüzgar esecek beynine hücum edeceğim.
Beyninde köyler kuracağım, bütün köylerinde ben düşünüleceğim.
Kalbinde şehirler kuracağım, bütün şehirlerinde ben sevileceğim.
Seni esir edeceğim, sende esir olacağım.
Kocaman bir ülke olacak, kısıtlanamaz.
Küçük Kral'ım ben, küçük olacak her şey.
Küçük değerlerden büyük anlamlar türeyecek.
İnsanın içinde taşıyabileceği kadar bir ülke.
Hiç kopamadığı bir ülke bu, senin ülken.
Gözlerini kaybetmekten korkarım, korkarım gözlerinin yeşilinden.
Gözlerinin akından korkarım, sevgisizlikten.
Küçük Kral esir düşer sana, Don Kişot misali.


Hayat garip, nasıl derler bilmece 
Soldan sağa beş harfli iki hece 

Nolur dedim, nolur nolur beni tut 
Gözlerin derin, denizler gibi serin 

Bir zamanlar ben bir küçük kraldım 
Seni gördüm gördüğüm yerde kaldım 


Boş Koridorlarda Sensizlikle Baş Başa

Boş koridorlarla sessizlik dans ediyordu bugün.
Bugün hava çok soğuk.
Sanki güneş hiç doğmayacak.
Sanki bir daha güneşi hiç göremeyecekmişim gibi.
Senin yokluğun bu kadar ölümcülken.
Bu bağımlılığa nasıl yol açtın bilmiyorum.
Bu esareti hangi büyüyle yaptıysan.
Çözemiyorum, kopamıyorum.
Sen ki belki bir kâhin.
Belki bir müneccim olarak çıktın karşıma.
Yokluğunda her yan soğuyor bir anda.
Koridorlar sessizleşiyor, acı bir sessizlik doluyor.
Alay ediyor benimle bu boşluk.
Burukluklar doluyor içime.
Seni hatırlıyoum yerdeki her taşta.
Yoluma çıkan her insanda.
Avuçlarım terlediğinde sana yazılar yazıyorum.
Kalbim ağrıdığında adına şiirler okuyorum.
Dayanmak için yokluğa sesine hitap ediyorum.
Sana başvuruyorum, bu yapayalnızlıkta.

'14.12.2012' tarihinden.

Boş koridorlarda sensizlikle baş başa kaldım.
Baş başa verdik sensizliği konuşuyorum sensizlikle.
Kelimeler bile karışıyor birbirine çözemiyorum.
Gelsende sesinle çınlasa koridorlar.
Kahkahalar yankılansa bir duvardan ötekine.
Sen doldursan her yanı.
Her yanım senle dolsa, doldursan bir an önce.
Kalmasa sensiz bir köşe, kaldırım, taş.
Her yere attığın imzayı bana göstersen.
Boş koridorlarda sensizliği yaşadım.
Yaşadım sensizlikte saklı seni.
Sen gel artık, dolsun yaşam, koşsun hayat.
Sen gel artık, yaşansın yaşanmamışlar, yaşanamamışlar.

1 Ekim 2013 Salı

Özgürlükten Esaretine

L’homme est né libre, et partout il est dans les fers. 
(İnsan özgür doğar, ve fakat her yerde zincirleriyle yaşar.)
Jean-Jacques Rousseau - Du Contrat Social (Toplumsal Sözleşme)


Benimde zincirlerim sana bağlanmış.
Sen nereye gitsen zincirlerim beni de oraya götürüyor.
Şimdi nereye gittiğini bilmiyorum.
Nasıl kaybolduğun hakkında bir fikrim yok.
Beni ise nerede kaybettin bilmiyorum.
Kalbinin derinliklerinde kaybolmuş olmalıyım.
Burası sıcak ve yaşamaya bir değer bir yer, kalbinden başka bir yer olamaz.
Sadece kalbindir evim gibi hissettiğim yer.
O yüzden bende zincirlerimle böyle kaldım buralarda.
Gidecek bir yerim yok, gitmem gereken bir yer.
Kalbinin odacıklarında yaşayacağım, odandan odana dolaşacağım.
Kalp odaların o kadar geniş ki, enginliğini hissediyorum.
Kanın o kadar sıcak ki içimi ısıtıyor, kanında yıkanıyorum.
Artık sessizlikte dinlediğin ses kalp atışların değil ayak seslerim olacak.
Kalbinden gelen ayak seslerim.
Doğuşum özgürdü, yaşamım özgür.
Hayat özgürlüğümden ibaretti.
Sonra sen çıktın karşıma, ben özgürlüğümü bıraktım sende.
Özgürlüğü sen olarak tanımladım, özgürlüğü sende gördüm.
Sen özgürlüktün artık, özgürlük demektin benim literatürümde.
Bir yolculuğa çıktım ben, özgürlükten esarete doğru.
Ne özgürlük kayboldu bu yolculukta ne esaret hakim oldu.
Ben ikisini sende buldum.
Sende bulduklarım için yok saydım geri kalanı.
Her anlamı sana yordum, her sözde seni buldum.
Sen çıktın karşıma, daima.
Dinle her defasında kalbini, ayak seslerim yükselecektir sende.
Üfür sevgini kalbine, ben orada ısınacağım.
Rüzgarın esecek içime, ben orada kalacağım.
Özgürlüğü tattım artık, esaretinlede yaşayacağım.