30 Ekim 2012 Salı

Benim bir fincanım var !

Benim bir fincanım var !
İçinde bi dolu dünya var.
Deniz fenerinden çıkan ışığı aydınlatır yolumu.
İçimde güneş ışığı değmemiş uzuvlara ilişir parlaklığı.
Dudaklarım her temas edişinde ona,
İçime yayılan sıcaklık yakar içimi.
Ne Bizans'ın çinileri erişebilir ondaki motiflere,
Ne Aztekler'in kabartma oyunları,
Ne de Mısırlılar'ın hiyeroglifleri.
Onun içinde dünyanın tarihi yazılıdır.
En güzel şiirler, çocukluk masallarım vardır onda.
Her yudumda yeni bir mutluluk dolar içime.
Ondan içtiğim kahvenin kokusu farklıdır.
Sessizce bir şarkı söyler kulağıma.
Eğilip kulak veririm ona,
Zihnimi berraklaştırır her yutkunmamda.
Odak noktam oluverdi bi anda.
Bi yudum kahve pekçok şeyi değiştirebilir,
Eğer içtiğin kahve o fincana temas etti ise.
Duyguların ak bir hâl alabilir,
Eğer onun süzgecinden geçti ise.
Maddesel şeyler manevi açlıkları doyurabiliyor.
Eğer doğru anlamları yüklemeyi becerebilirsek.
Yıllar geçsede ömrümden, bir adada uzansam çimlere,
Önümde yüksekçe bir fener,
Selam verir gibi seslense karbeyaz gemilere,
Elimde fincanım, içimde mutluluk ve kahve kokusu.
Ciğerlerim aşina olsa buna,
Ellerim fincanımın sıcaklığından yansa.
Zaman geçiyor, fazlaca hızlı olarak.

Duymayan kalmasın, heeey.
Benim bir fincanım var !
İçinde bi dolu dünya.

İthaf olunabilecek en değerli kişiye.
Fincanın manevi sahibine.

Saçlarımın arasında dolaşan o,
Venüs'ün elleri.
(Dipnot: Kendisiyle düet yapıyormuşcasına bir şey.)


29 Ekim 2012 Pazartesi

Venüs'ün Asma Bahçeleri

Senin için ektiğim tohumlar boy veriyor.
Bahçelerimiz uzanıyor uzun uzadıya.
Envai çeşit çiçek süslüyor saçlarını.
Her renkte farklı anlamlar gizleniyor.
Sevginin ırmağından suladığım çiçekler; sevginin sıcaklığıyla yeşeriyor.
Sevginin büyüklüğünün derecesinde kudret buluyorlar.
Asma bahçeler uzanıyor topraklarımız boyunca.
Her katında farklı desenler vücuda geliyor.
İlgi isteyen bu bahçeye ömrümü adak adıyorum.
Adını burada yaşatıyor, varlığını burada hissediyorum.
Bahçemin çiçeklerinde senin kokun yükseliyor.
En güzel esanslarda seni çekiyorum içime.
Bütün güzel yaratılmışlar anlamını senden alıyor.
Kuşlar senin adınla dolaşıyor bahçemizin yüksek tepelerinde.
Kelebeklere desenini sen çiziyorsun kendi ellerinle.
Gökyüzü senin ressamlığından alıyor güzelliğini.
Deniz engin bir kuvvetle uzanıyor sonsuzluğa.
Bahçemizin ilkbaharı hiç bitmiyor.
Burada sonbahar yok.
Varlık güneşi bir kere doğduğunda hiç batmayacaktır.
Burada yokolmak yok.
Senin olduğun yerde ölüm yok.
Senin adının güzelliği tutup kolundan çekiştirir yukarıya yaratılmışları.
Ta ki gökyüzüne.
Senin ayak bastığın topraklar dile geliyor.
Teninin deydiği bahçe gürbüzleşiyor.
Sesini işiten çiçekler boy veriyor.
Seni gören gözler ışıldıyor.
Uyuşturuyor bedenleri senin bahşettiklerin.
Senin lepiska saçlarının arasına gizlenir çiçekler.
Dantellenir seninle bütün sevgiden katmanlar.
Her katında farklı güzellikler.
Neşelenmek için gülüşün yeter.
Bahçemizin sarmaşıkları sarıyor beni.
Tutup ellerinden çekiyor seni.

Venüs'ün Asma Bahçeleri.
Büyüyecektir kalbimin ücra köşesinde.
Sonbahardan uzakta olarak.
Orada güneş hiç batmayacak.
Aresnebuchadnezzar'dan.
Ares'in 7 harikası.
V.S. bilmem kaç yılı.




Delirişler

Bu boğazımı sıkan eller yalnızlığımın elleri olmalı.
Böylesine aklımın bir yerlerinde çalkalanan fikirler ona aittir.
Beni delirtircesine meşgul eden meşgaleler ondan geliyordur.
Durmadan bana seslenen, tıslayan ve haykıran ancak o sestir.
Beynim uyuşmuş gibi ona teslim oluyor.
Ruhum el pençe olmuş, bir köşeye çekilmiş gibi.
Kalbim, atışlarını o nasıl isterse öyle şekillendiriyor.
Delirişlerle hayat buluyorum.
Anormallikler normalleşiyor.
Bu azap çok çetin oluyor.
Kefaletsiz bırakmıyor yakamı.
Giyotini bilemiş bakıyor bana.
Kurbanını bekleyen celladın gülümseyişiyle.
İçindeki şefkati hızlı bir ölümle verecekmiş hissiyle.
Ağzında tavşanla dolaşan aslan gibi.
Diş izleri boynumda bir madalyon.
Yaşamak için yaşatmak gerek.
Gölgem gibi dolanıyor peşimde.
Tavan çöküyor üzerime bütün ağırlığıyla.
Bu ses... Bu dökülüşler... Bu metanet... Bu bakışlar...
O gülüşme sesleri...
Her deliriş, yeni bir diriliş.
Deliriyorum;
Hiç pişmanlık duymadan, kendi ellerimle.



28 Ekim 2012 Pazar

Mutluluğun Ayak İzleri

Gömleklerin yakasında görülen bir ruj izi.
Bazen formadaki ter.
Unutulamayacak bir gole imza atmak.
Bazen ise yağmurun ıslattığı bir giysi.
Çamurlarla yıkanmış okul üniformamız.
Top oynamaktan açılmış kunduranın burnu.
Kan kardeşliğini simgeleyen parmaklarımız ucundaki ince noktacık.
Küçük kız çocuklarının hevesle yaptıklar abartılı makyaj.
Giyilen kocaman topuklu ayakkabılar.
Anlık bir kıvılcımla mutfak işlerine soyunmak.
Yaptığın menemenle kendini müthiş bir aşçı sanmak.
Otobüste bir bayana yer vermek veyahut camı açmak.
Çözülemeyen soruyu sınıfta tek çözebilen olmak.
Harika bir nutuk atmak.
Dişlerinin ışıl ışıl parlaması.
Şampuanla başını yıkadıktan sonra sabunun gözüne kaçmaması.
Berberin tıraş sonrası sıktığı harika (!) parfüm.
6 aylık bebeğin annesinin karnına tekmeler yağdırması.
Uyandığında yastığı hâla ait olan yerde, başının altında görmek.
Yorganın gece uyurken üstünden kaymaması.
Bu nasıl bir yazı?
Bende bilmiyorum.
Bir tadımlık mutluluklar.

Saçmalamalar Kitabım II

27 Ekim 2012 Cumartesi

Hüzün Bulutları

Mutluluğun nasıl bir şey olduğunu ispatlamak istiyoruz.
Mutlu olmak için illa birisinin olmasının gerekmediğini anlatmak istiyoruz.
İnsanlara hiçbir zaman mutsuzluğu anlatmamalı, çünkü anlatsanızda umursamayacaklardır.
Mutsuzluktan daha başka mutsuzluklar çıkaracaktırlar.
Kimse kimsenin acısını anlamıyor, anlamak içinde çaba sarf etmiyor.
Ve onlara sadece mutluluk verilmeli.
Hep güzel şeylerden bahsedilmeli.
Böylece onlar unutturlar.
Unutmak için her şeyi yapan insanlardır.
Yağmurları bir su bulutu sanırlar.
Bulutları sadece toz bulutu sanırlar.
Hepsi hüzünle kaplıydı.
Gözyaşları birikipde akmayan insanlar için bahaneydi.
Böylece onlar avuturlar.
Kendilerini yeni günlük heyecanlara bırakırlar.
Rüzgara yetişmek adına koşularına tempo kazandırırlar.
Ancak onun peşinden bakakalırlar.
Duygulardan yoksun olarak.
Mutluluktan yeksan olarak.
Mutsuzluğu bilmeyen, mutluluğu hakkıyda tadamaz.
Ağlamayı bilmeyen, gülmenin kadri kıymetini anlayamaz.
Dert dinlemeyen, derdini anlatamaz.


Seri Katilim Olur Musun?

Seri Katilim Olur Musun?
Senin seri katilim olmanı istiyorum.
Sen seri katil ol, ben sürekli ardımdaymışcasına ürkeyim senden.
Her defasında farklı biçimlerde öldür beni.
Bazen yakarak sevginin ateşiyle, bazen üşüterek sevginin soğuk elleriyle, bazen boğazlayarak kördüğüm iplerinle.
Sürekli senin izlerini arıyayım.
Gazete küpürlerinde, dergi kataloglarında, bank afişlerinde.

Seri Katilim Olur Musun?
İçimde senin korkun dolaşsın her an.
Korkuya sebebiyet veren varlığından ziyade yokluğun olsun.
İçimde senin sevgin kök salsın her an.
Sevgi köklerinin ucu taşısın; beni öldüreceğin bıçağı.
İçimde senin izlerini taşıyan bulutlar dolaşsın.
Kezzapmışcasına yağsın; bütün yağmurlar üzerime.

Seri Katilim Olur Musun?
Veryansın etsin bütün ahbaplar senden.
Mükemmel cinayetinle geride izimizi bırakma, yok et bedenlerimizi bu evrenden.
Haykırsın tüm dünya sana olan bağlılılığını, bağımlılığını.
Anamdan emdiğim sütü fitil fitil getir burnumdan, bizzat kendi rızamla.
Akan kanım, kanın olsun; dolaşsın damarlarında.
Yokluğum varlığını yükseltsin, kanım bir kadeh şarap olsun sana.

Seri Katilim Olur Musun?
Ardından koşupda yorulayım.
Nefessiz kalıp boğulayım.



Biraz Uyu

Uyumak, unutmaktır.
Belkide unutamamak.
Kim bilebilir?
Ama istediğim şey uyumak.
Uyandırılmadan saatler boyunca uyumak.
Komşunun haşarı gürültücü çocuklarından uzakta.
Dipsiz bir uyku aleminin içinde vakit kavramından yoksunlukta uyumak.
İnsanların anlamsız kaygı ve davranışlarından bi'haber uyumak.
Sonunu düşünmeden özgürlüğü hissederek uyumak.
Gözlerini açabilme ve oyunu bozabilme hakkına sahip olarak uyumak.

Uyumak. Birazcık uyumak.
Uyku; pekçok şeyi unutturabilecek kabiliyette bir ilaç.
Bize verilmiş en değerli hediyelerden.
Yorgunluklarla beraber; umutsuzluğu, ümitsizliği, hissizliğide alıp götürür.
Senaryosunu bizim yazdığımız oyunu oynama hakkına sahip olmaktır.
Bütün düzeni yıkıp yeniden yapabilmektir.

#
Uyu.
Biraz.
Uyumak.
Hissetmek.
Kavrayabilmek.
Özgürleşebilmek.
Anlamlaştırabilmek.
Modernleştirebilmek.
Kavramlaştırabilmek
Dokunabilmek.
Doyabilmek.
Unutmak.
Biraz.
Uyu.
#


Sadece çocukken uyanıksındır bunu bil.
Her şeyin farkındasındır, her sese dönüp bakarsın.
Büyümek; uyumak ve unutmak gibidir. Ve büyüklerin dediği gibi: uyuman gerekli büyümen için. Sağır ediyorsa sessizlik ve kör ediyorsa aydınlık, sadece sana görünen ve kimseleri inandıramadığın bir hayalet gibi yanı başında oturuyorsa yalnızlık, bu gece.Hep aynı saatte kapını çalan bir düşman gibi bekliyorsa seni ve canına kastedecek bir kılıç gibi sallanıyorsa tepende, unutabilmek için hepsini; biraz uyu.
[Zakkum & Cem Adrian - Biraz Uyu]


26 Ekim 2012 Cuma

Dikenli Yollar

Dikenli yollarda yürüyorum.
Adını bilmediğim bir evrenden geçiyorum.
Kimsenin sulamadığı çiçeklerle bezeniyorum.
İnsanların korktuğu karanlıklara giriyorum.
Yüzmeyi bilmezken senin denizine dalıyorum.

Sessiz bir vakitti. Bir uçurum kenarına doğru ilerliyordu ayaklarım. Güneş elini eteğini çekerken gökyüzünden, arkasında kızıl gölgesini bırakıyordu evrenimde. Kuşlar göç etmekteydi yeni diyarlara, yeni yaşamlara. Herkes için gitme vakti geliyordu. Ayaklarım takılıyordu yerdeki gölgelere. Adeta tutup bırakmamak için kendini parçalayıp tuz buz oluyordu kaya parçacıkları. Şelalenin akışı yavaşlıyordu, ona geleni kabul etmek istemiyordu sanki. Ağaçlar yapraklarını döküyordu. Çiçekler ağırlıklarından kurtuluyordu. Her şey için değişim vaktiydi. Balıklar zıplıyor kendini belli etmeye çalışıyordu. Herkes hızlıca yürürken yolunda ben dikenli yolları adımlıyordum.
Sessizce ve soluk almadan.
Mevsimlerden sonbahardı, herkes gitmişti, her şeyi silerek.

D imdik durup tepenin ardında
İ smini haykırdım gökyüzüne
K eskin kokusu sarmışken dört yanımı
E şsiz neşesi sardı ruhumu
N erden gelir bu hissiyat
L ütfen kendini belli et
İ smini bana bahşet

Y olculuk uzun süreceğe benziyor
O nurunu yanında tut ve yukarı çek
L ütfeyle kalbini bana ve sabret.

Saçmalamalar Kitabım III




25 Ekim 2012 Perşembe

Mümkânsıza Yolculuk

Mümkânsız.
Mümkün ve imkânsız kelimelerinin birleşimi ve türetilmesiyle oluştu bu kelime.
Mümkün olanın en iyisini elde etmek istiyoruz.
İmkânsız denilen her şeyi muhakkak imkânlar dahilinde yapmak istiyoruz.
Peki bu ikisinin kesişiminden ne çıkar ortaya?
Yeni bir doğuş, yeni bir nefes, yeni bir ses çıkar.
Yeni bir bakış açısı meydana gelir.
Yaşadığımız ortamda genelde iki tiplemede insan vardır.
Bunlardan ilki her şeyi yapabileceğini sananlar sınıfıdır.
Bu guruptakiler kendilerini tiranlaştırmış olup dünyaya gökten bakarlar.
Gözleriyle etraflarını süzerler ancak hiç kendilerine bakmazlar.
Kendilerine baktıklarında büyük bir boşluk görecektirler.
Bu boşluğu kendilerinden değil çevrelerinden bilirler.
Boş insanların bir araya gelmesiyle dolu bir toplum meydana gelmez.
Birey sayısı arttı diye insan sayısı artmaz.
Diğeride elinden hiçbir şey gelmediği için bütün varlığı imkânsız olarak niteleyenlerdir.
Buradakiler bir şeyi başarmak için uğraşmazlar.
Onlar için yapılacak şeyler; yapılmış şeyleri tekrar etmektir.
Yaşantıları belirli kalıpların peşinden gitmektir.
Kendi fikirleri yoktur, kendi duyguları yoktur, kendilerine ait bir şey yoktur.
Onlara ne verilmişse onu yaşarlar.
Bir nevi ezber yapmışlarda onu dile getiriyorlar gibidir.
Sağdan soldan duydukları aşkı yaşarlar, sağdan soldan duydukları şeylere 'doğru' derler.
Sağ ve soldakiler neyse onlarda onların bir parçası olurlar.
Bu olguların tamamını yıkmak istiyorum.
Balyozla bu duvarları yıkmak istiyorum.
Bütün kalıpları ve kalıplaştıranları mümkânsızın içinde eritmek.
Artık yeni bir dünya kurmalıyız.
Baştan inşaa etmeli, her şeyi olması gerektiği gibi yapmalıyız.
Pılımızı pırtımızı toplamalı ve artık bu yola çıkmalıyız.
Mümkânsıza yolculuk için vakit geldi.
Yolcu kalmamalı.

Haydi Abbas; vakit tamam.  
Akşam diyordun, işte oldu akşam. 
[Cahit Sıtkı Tarancı - Abbas]


24 Ekim 2012 Çarşamba

Modern Çağın Gebeliği: Karanlık Çağ

Karanlık çağa doğru gidiyoruz.
Geleceğimiz geçmişimizden daha karanlık görünüyor.
Daha doğrusu herhangi bir gelecek görünmüyor.
Çağımız içerisinde bütün çirkef, karanlık ve öfkeyi barındırıyor.
Dünya bütün öfkesini bu yüzyıla saklamış olmalı.
Bütün nefretler bu yüzyılda fiilen hareket bulmuş.
Bütün intikamlar bu yüzyılda göstermiş kendini.
7 belalı bir yüzyıldayız.
Dünya yaratıldığından beri daimi olarak daha karanlık olmaya doğru yol alıyor.
Her geçen yıl karanlığa bir adım daha yaklaşıyoruz.
İnsanlığın doğasında olmayan, mağara adamı olarak tabir ettiğimiz insanların yapmadıkları şeyleri yapıyor, onların hiç yapmayacakları durumları uyguluyoruz.
İdam, infaz, işkence. Hepsi bu yüzyılda hayat buldu.
Topraklarla kaplı olan dünya bu yüzyılda betonlaştı.
Bireysel ilişkilere ve iletişime dayalı olan her şey bu yüzyılda bozuntulara uğradı.
Hangi yaratık daha medeni şimdi?
Hayatını ormanda manda avlayarak geçiren mağara adamı mı?
Şehrin göbeğinde para kazanmak için insan avlayan tüccar kılıklı beyefendilerimiz mi?
Hangi yüzyıl daha aydınlık?
İnsanın hücresine kadar deşipde elle tutulur veri kazanamayan modern çağ mı?
Ateş yakmayı bulduğunda tarihi değiştiren karanlık çağ mı?
Geçmişe gitmek için fırsatlar arıyoruz.
Zaman makinesi hayâline kapılıyoruz.
Tarih çağlarının kokusu burnumuzda tütüyor.
Henüz daha karanlığa gebe olan; modern çağımızın içi çürüyor.
İçine büzülmüş, yosun bağlamış, taş tutmuş.
Doğal olmak, doğallık adı altında kendi özümüze dönmenin peşindeyiz.
Peki öyle ya bende soruyorum şimdi, ne vardı bu kadar bozulacak?
Çok mu iğrendiniz mağara adamından?
Oysa şimdi onun elinden bir salkım üzüm için neler vermezdiniz.
Çok mu iğrendiniz kocakarı ilaçlarından?
Oysa şimdi her 'şifalı' denilen ürüne ne hülyâlarla atlıyorsunuz.
Şimdi insanlarımızı yontmalıyız.
Yontulmayan insan, yanlış yere kök salacaktır.

Karanlık Çağ'dayız, hemde çok karanlık.
Aydınlık bir yol bulunamayacak, hemde hiç bulunamayak.

Kırık Düşler Bulvarı

Kimsenin olmadığı geç bir saatte geçmekte olduğumuz uzun bir yoldu.
Sonu görünmeyecek kadar uzun, karanlık ve bittabii sessiz.
Rüzgar fısıldar gibi bir şeyler söylemekteydi.
Gecenin karanlığı ruhumuza saldırmakta ve kendine doğru çekmekte oldukça kararlıydı.
Attığımız her adım aydınlığa doğru bir kaçış gibi.
Ayakuçlarımızı aydınlatan lambalar yol gösteriyordu biz yolunu bilmeyenlere.
Işığın götürdüğü yere doğru gidiyorduk bilincimizi kaybederek.
Hayâllerimizde yürüdüğümüz bulvar kadar sessizdi.
Sadece kurduğumuz ancak inşaası için hiçbir şey yapmadığımız şeyler kaabilindeydi.
İnsanoğlu durup hiç düşünmez mi?
Düşlerini gerçekleştirmek kendi ellerindeyken üstelik.
Henüz vakit varken yapılması gereken çok şey var.
Düşlerimizi paramparça etmek için henüz erken.
Tutunmak için daha var, var olmasına ama tutunmaya çalışanlar için.
Kırış Düşler Bulvarı uzayıp gidiyor; uzun, karanlık ve bittabii sessiz hat boyunca.
Sınırı olmayan bir yol aslında bu.
Hattı geçmek çok kolay, geri dönmeside kolay olduğu gibi.
Kırıl Düşler Bulvarı'ndan sıyralalım artık.

Yalnız bir yolda yürüyorum.
Bildiğim tek yolu.
Nereye gider bilmiyorum.
Ama benim evim olmuş ve yürüyorum yalnız başıma.
Bu boş sokakta yürüyorum.
Kırık Düşler Bulvarı'nda.
Şehrin uyuduğu yerde.
Yürüyorum yalnız başıma.
Bir gölgem var yanımda yürüyen,
Sığ kalbim var, tek çarpan.
Bazen birileri beni bulsun istiyorum,
O zamana kadar yalnız başıma yürüyeceğim.
Yürüyorum hat boyunca,
Tam sınıra.
Uçurumun kenarında ve yürüdüğüm yerde yalnız başıma.
Satır aralarını okuyorum.
Ne halt yedi ve her şey yolunda,
Hayati verilerimi kontrol ediyorum ki,
Aklımın bir yerinde bölüyor beni o.
Bir ben varım ve yürüyorum yalnız başıma.
Bileyim hala ayaktayım ve yürüyorum yalnız başıma.
Yürüyorum yalnız başıma.




23 Ekim 2012 Salı

Şeytana Satırlar

İçimizdeki Şeytan'a satırlar.

"İsteyip istemediğimi doğru dürüst bilmediğim, fakat neticesi aleyhime çıkarsa istemediğimi iddia ettiğim bu nevi söz ve fiillerimin daimi bir mesulünü bulmuştum: Buna içimdeki şeytan diyordum, müdafaasını üzerime almaktan korktuğum bütün hareketlerimi ona yüklüyor ve kendi suratıma tüküreceğim yerde, haksızlığa, tesadüfün cilvesine uğramış bir mazlum gibi nefsimi şefkat ve ihtimama layık görüyordum. Halbuki neşeytanı azizim, ne şeytanı? Bu bizim gururumuzun, salaklığımızın uydurması... İçimizdeki şeytan pek de kurnazca olmayan bir kaçamak yolu... İçimizdeki şeytan yok... İçimizdeki aciz var... Tembellik var... İradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey: hakikatleri görmekten kaçmak itiyadı var..." 
[Sabahattin Ali - İçimizdeki Şeytan]

Ş eytan kuşatmış içinde olduğum evi,
E ritmiş bütün hassasiyet noktalarımı,
Y arınlara bağlı kalmış bütün umutlar,
T ohumları çimlenmeyi becerememiş.
A slı olmayan iftiralarla saldırmış önündekine,
N asıl, neden, nerde diye düşünülmemiş.
A cımasızca yargılanmış.

S atırlarla bütün kemikleri parçalanmış,
A ntihümanistçe duygularla işlenmiş zihinler,
T iranları titreten sesler yankılanmış,
I rakta* olanlar dibimizde bitivermiş.
R adyum kadar sonu yok sanılmış bedenler.
L al olmuş çevirmiş dünyamızı,
A ay olmuş aydınlatmış simsiyah gecemizi,
R aks edip kesmiş son nefesimizi.

*('Gözden ırak olan gönüldende ırak olur.' deyimine gönderme.)
Amaçsızca bir şiir denemesi.


Hoşgeldin, çalmadan gir içeri.
Sen geldin, tanıdım gözlerini.

22 Ekim 2012 Pazartesi

Pazartesi Sendromu

Pazartesi sendromu var çoğu kimsenin şikâyet etmekte olduğu.
O sendroma dahi uzak kaldığım günlerim var şu sıralar.
Günleri birbirinden ayırt edemiyorum.
Günler, haftalar birbirine girmiş.
Zincirler halinde peş peşe sıralanmış.
İnsan her şey için şükretmeli.
Verilen her nimet için, her anımız için.
Birkaç ay önce belki küfrettiğimiz Pazartesi günü artık sadece bir isim.
Bütün günler aynı tempoda.
Aynı yorgunlukta.
Hem fiziken, hem mental açıdan.
Pazartesi sendromuna özlem duyuyorum şu sıralar.
Büyük bir hırsla ona tekrar kavuşmak istiyorum.
Bugün Pazar dendiğinde mutlu, yarın Pazartesi dendiğinde canı sıkkın birisi olmak istiyorum.
Bütün bunları bir Pazar gecesinde, Pazartesi'ye bağlanan saatlerde yazıyorum.
Duygulardan yoksunmuşum havasıyla, hislerim kaybolmuş gibi.
Çünkü biliyorum, ertesi günde farklı olmayacaktır.
Biliyorum.

Günlüğüme Karalamalar;
21.10.2012 Bir Pazar Gecesi

21 Ekim 2012 Pazar

Sinyorita'ya Mektuplar

Sevgili Sinyorita;
Ömrümüz atın dörtnala koşuşu kadar süratle ilerlemekte.
Yaşımız takvimden koparılan her bir yaprakla büyümekte.
Saçlarımızdaki akların sayısı nefes alışımız kadar hızla çoğalmakta.
Hiçbir anı durduramadan yaşlanmaktayız.
Hiçbir saniyeyi geri alamayacak kadar aciziz.
Bu kadar acizliğin içerisinde her şey bizimmiş edasıyla böbürlenmekte insanoğlu.
Hayat; kaçık bir uyku aslında.
Hiçbir zaman onu tutamayacağız.
Hiçbir zaman ona yetişemeyeceğiz.
Hiçbir zaman onun farkına varamayacağız.
Geçen her saniyeye bir anlam yüklemek, geleceğimizi tek bir amaç uğruna feda etmek elimizde.
Yaptığımız bütün davranışlara bir gaye ekleyebiliriz.
Aldığımız her nefesi bir uğurda kullanabiliriz.
Buna karşılık ömrümüzü çürütedebiliriz.
Güneşte eriyen buz kütlesi kadar hızlı geçiyor zaman.
Bedenimiz giderek yaşlanmakta.
Bu yaşlılık bazılarını olgunluğa eriştirirken bazılarını çürütüyor.
İkisini ayıran yapılan müdehalelerdir.
Bakımsız kalan otlar yabanileşmeye mahkûmdur.
Sende hücrelerine kadar kendini kontrol etmezsen yabanileşeceksin.
Yabanileşen otlar çekilip atılır, diğerlerine zarar vermesin diye.
Sende varlığını farketmezsen çekilip atılacaksın.
Diğer insanlarıda zehirlememen adına.
Kendin değerlendiğinde çevrenide yükseltirsin.
Pekçok şey bizim müdehalelerimiz ekseninde gerçekleşiyor.
Kaçırmış olduğumuz uykumuza geri dönelim.
Saçlarımız beyazlaştıkça biz olgunlaşalım.
Nefes alışlarımız yavaşladıkça zihnimiz hızlansın.
Dörtnala koşan atımız bizi birbirimize kavuştursun.
Bu dipnotlar silsilesi noktalansın.
Geçen saniyelerimiz bu yazıyla anlam kazansın.
Gelecek adımızı yüceltsin.


Hayat; denizde dalga gibidir. Bazen yükselirsin, bazen devrilirsin.

Perspektif

Dünyayı çizgi roman olarak algılamak istiyorum.
Bütün boyutları bir kenara bırakmak istiyorum.
Çizimlerle, biçimlerle, şekiller vermek geçiyor içimden.
Çizgi roman karakterleri kadar sempatik olmalı insanlar.
Söyledikleri sözler uçup gitmemeli.
Malum, söz uçar yazı kalır.
İhtiyaçları kesin hatlarla çizilmelidir.
İdeallerinin peşinden büyük bir arzuyla gitmelidir.
Son sayfalara doğru şiddetlenen arzu en başta dahi hissedilmelidir.
Sayfaları çevirme hızı arttıkça kalp atışlarının hızıda artmalıdır.
Perspektif bir algılama kazanılmalı bazen.
Her yolun varacağı nokta hesaplanmalı.
Çok derinlemesine düşünmekten sıyrılmalı.
Basit şeyler doğru şeylerde olabiliyor.
Bunuda kavrayabilmeli insan.
Tek bir çizgiyle çözülen Geometri sorusu gibi.
Okuduğunu anlamaya dayalı Türkçe sorusu gibi.
Basit düşünce doğruya götürür.
Gerçekten basit düşünmeyi başarabilirsek.
Ama biz bir şeyin köklerine inmeyi o kadar sık yaptık ki artık basit kavramı yeterli olmuyor.
İnsanın soy seceresine kadar tanımak istiyoruz.
Dünyadaki bütün moleküllerin atomlarını öğrenmek istiyoruz.
Canlılığımızın bütün hücresel fonksiyonlarını anlamak istiyoruz.
Basit düşünmüyoruz.
Basitleştirmiyoruz.
Perspektif bir dünya görüşünü sergilemeliyiz bazen.
Boyutları kendimiz çizmeliyiz.
Kalemimiz bizim istediğimizi bize vermeli.
Bizden istenen, bizde istediğimizde gerçekleşmeli.


19 Ekim 2012 Cuma

Hokkabaz

Üzerinde bulunduğumuz betonarma yapı sahne gibi geliyor.
Hokkabazlık numaraları sergilenmeye başlıyor.
Havada toplar yerine ayaküstü binbir yalan çevriliyor.
Ellerdeki kırbaç insanları kamçılıyor.
Dillerden bal yerine zehr-i zakkum damlıyor.
İnsanların ağızları sulanıyor.
Numaralar insanları etkilemek için sergileniyor.
Oysa insanlar hipnotize olalı yüzyıllar olmaktaydı.
İnsanlık tarihteki hokkabazlıkların bir bütünüydü.
İnsanlık tarihi kadar uzundur hokkabazlığın tarihi.
Oyunlar hep sergilendi.
Aldanışlarla beraber geldi zaferler, buhranlar.
Elleri hızlı hareket edenler çaldı.
Dilleri kıvrak olanlar çeldi.
Geriye sadece bir yığın seyirci kaldı.
Oynanan oyunun farkına varamamış.
Farkına varamadığı için oyunu büyülü bulmuş.
Büyülü bulduğu için hokkabazı gözünde yüceleştirmiş.
Kelimeler bir hokkabazın ağzında farklıdır.
Kelimeler ondan iğrenirken, o; kelimelerle güçlenir.
Adeta onu besler, büyütür.
İnsanlar anlayamadıkları şeyleri doğaüstü olarak nitelemeye alışıktır.
Bilmedikleri şeyleri gördüklerinde mucize demeye hazırlıklıdır.
Alışkanlıklarını değiştirmediğin sürece hükmetmek elindedir.
İnsanların istedikleri sadece budur; gösteri.
Sıkı bir oyun.
Çılgınlar gibi alkışlarlar.
Deliler gibi bağırırlar.
Ve sonunda hep dünyayı yönettiklerini düşünürler.
Ve her şeye rağmen bunu söylerler.
Hayır.
Dünya hokkabazların, sergilemekte oldukları bir oyundan başka bir şey değil.
Olmadı. Olmamıştır. Olmayabilir.

O ki Hokkabaz, dili kıvrak bir kamçı gibi,
Sözleri petekden damlayan bal kadar tatlı.
O ki Hokkabaz, gözleri bedenleri delecek gibi,
Zihni dünyayı yönetmek için kurgulanmış.


18 Ekim 2012 Perşembe

Dergahtan Bakış

Dergahtan izlemek farklıydı İstanbul'u.
Bulduk onu.
Bastığım yerlere toprak diyerek geçmedim, tanıdım.
Atalarımın ayak izlerini gördüm.
Sarıklarının kıvrımlarında geçmişlerini gördüm.
Siyah mezar taşlarında bembeyaz bir aydınlığı gördüm.
Ağaçların her yaprağında sonbaharı gördüm.
Maneviyat ağacının kokusunu içime çektim.
Derinleşen bir kuyunun içinde buldum kendimi.
Geçmişin varlığı gelecek kadar beklentilerle dolu.
Ufacık sokaklarda adım adım yürüdüm.
Bir adımın diğer adımından hızlı olsa birine çarpacak kadar dar yollar.
Ama yolların darlığı içimi genişletecek kadarda önemli.
Hissiyatım giderek kuvvetleniyordu.
Söylenen her söz altın değerinde önemliydi benim için.
Hasodabaşının perçemleri kadar uzun uzadıya düşünmek geldi içimden.
Silahtarağa kadar ağır adımlarla ilerlemek istedim.
Üstad'ın şiirlerinde kendimi kaybetmek geçiyordu içimden.
Duaların içinde gözlerimi sımsıkı kapatmak.
'Diriler ölülerden daha tehlikelidir.' dediler, düşündüm, taşındım, onayladım.
Mezarların içerisinde ahşap bir evim olsun istedim.
Orada yatanlar yatmayanlardan daha güvenilirdir dedim.
Acaba oranın ev sahipleri benide misafir olarak kabul eder miydiler?
Banklarda sabah olana kadar yatmak istedim.
Her ne kadar bankta uyumanın adabını bilmesemde.
Sabahın esintisinin getirdiği o kapı tıkırtılarını dinlemek geldi içimden.
Fuzûli'nin ismi dolanıyordu zihnimin bir yerlerinde.
Orada geceden gündüze açılan kapıyı çıplak gözlerle görmek istedim.
Uzun uzadıya fevkalade bir gündü aslında.
Her ne kadar içimizde burukluklar olsada.
Başlayan her şey biter.
Bugünde bitti.
Hoş bir seda ile.
'Dönüyoruz.'

Günlüğüme Karalamalar;
18.10.2012 Bir Perşembe Sabahı
















Oje

Hangi oje yakışmaz ki kız sana?
Parmakuçların narinliğiyle vücuduma temasta bulunuyor.
Ürkekçe.
Hassas bir biçimde ellerinle yüzüme düşen saçlarımı çekiyorsun, bir kenara.
Ellerin saçlarımda dolaşıyor.
Ojelerin dikkatimi çekiyor.
Bambaşka renklerde bir evren gibi.
Ellerin ojelerle renkleniyor.
Makyajından nasibini almamış hiçbir mevkii kalmıyor sanki.
Ayakuçlarınla yükseliyorsun gökyüzüne doğru.
Bütün parmakların ojelerinle ışıl ışıl.
Ojelerin kurusun diye bekliyorsun.
Üflüyor, soluyor, nefesinle rüzgarları yolluyorsun.
Bütün işlerden kaçarcasına kopuyorsun.
Ojelerini büyük bir kıymetle kullanıyorsun.
Hazineymişcesine saklıyorsun.
Ojelerinde gökkuşağından nasibini almış.
İçerisinde bütün renk pigmentlerini barındırıyor.
Bütün çiçeklerden renk toplanmış gibi.
Toprağın bütün değerleri kutucuklarda.
Senin için barındırılmış.
Senin için hapsolmuş.
Dünyanın bütün renkleri arıların balları gibi toplanmış, işlenmiş, hazırlanmış.
Senin olsun diye.
Sen kullan diye.
Sana ait olsun diye.

Oje; küçük kutucuklarda bir gökkuşağı.
Sen hangisini seçersen, gök o renge bürünecektir.

Makyaj Serisi IV


















17 Ekim 2012 Çarşamba

Ruj Lekesi

Filmlerde gömlek yakalarını süsleyen ruj izleri.
Bütün egzotik filmlerin unutulmaz malzemesi.
Dudakları parlatan, ışıl ışıl yapan, renkten renge sokan bir ruj.
Senide süslüyor.
Daha doğrusu senin onu sürmen dahi ruju gözümde büyütüyor.
Sende olan ne varsa; hepsi güzel.
Rengi önemsiz.
O renge anlam katan senin seçmiş olman.
Dudakların ışıl ışıl parlıyor.
Güneşi yansıtıyorsun.
Kıpkırmızı bir tonda kanımı hızlandırıyorsun.
Allığı müthiş bir yankı uyandırıyor hücrelerimde.
Güneşle buluştuğunda rujun; gözlerim kamaşıyor.
Rujun beni bağlıyor.
Elimi, kolumu, bedenimi oynatamıyorum.
Her şey beni sana yakınlaştırıyor.
Rujunu taşırmışsın.
Düzeltmeye çalışıyorsun.
Dahada bi bulaştırıyorsun sağına soluna.
Komik bir sahne sergiliyorsun gözümün önünde.
Film setinde amatörce hareketler yapıyorsun adeta.
Çocukluktaki alışkanlıklarından vazgeçemiyorsun.
Rujunu daha bi hevesle sürüyorsun.
Çocukluktaki alışkanlıklarımdan vazgeçemiyorum.
Ruj izini yanağımdan silemiyorum.
Ömrüm boyunca silmemeye yeminler ediyorum.
Dudaklarını birleştiriyosun.
Bedenimi teninde birleştiriyorsun.
Kıpkırmızı.

Ruj leken emanetin gibi.
Madalya gibi taşımaktayım bedenimde.

Makyaj Serisi III



Allığın Tonları

Yanaklarında türlü oyunlar.
Çekimserlik, utangaçlık, narinlik.
Hepsi küçük bir rengin verdiği hazla işlenmiş oraya.
Bir dövme gibi, bir mühür gibi kalıcı.
Bir gizem kadar etkili.
Yerçekimi kadar kesin kararlı.
Beni tutup çekmekte kendine.
O halinle teyakkül ediyorum seni.
Elinde türlü fırçalar.
Önünde doğanın bütün renkleri.
Yapaylık ve doğallık beraber barınmakta.
Birbirlerine sürtünmelerden tonlarını elde ediyorsun.
Fırçanla bir ressamın görüntüsünü yakalıyorsun.
Mühim bir iş için çabalamaktaymış hissini veriyorsun.
Fırçan uzanmakta al bir renkte yanaklarına.
Allığının rengine gizleniyorum.
Her zaman seninle olmak istiyorum.
Sana ait olacak ne varsa onda kendimi görmek istiyorum.
Bütün makyaj setine saklanıyorum.

Allığının tonları, ressamın fırçasından savrulan renklerde.
Allığın doğal bir yapaylık gibi.

Apple: Şu ana kadar en çok satanlarda 1 numara tam bir gül kurusu rengi. Yanakta çok tatlı mat bir pembe. Alıp da pişman olmayacağınız bir renk. Her makyaj severin bir tane edinmesi gerek.

Makyaj Serisi II



15 Ekim 2012 Pazartesi

Ramelin Karası

Simsiyah bir ramel gözlerini çıkarıyor yuvalarından.
Bir kalemle karalanmış hissi veriyor.
Kendimi kara kalem bir portrenin karşısında buluyorum adeta.
Ramelinin siyahına bende karışıyorum.
O siyahta kendimi görüyorum.
Karalığın içinde aydınlık bir yol görüyorum.
Gözyaşlarıyla aydınlanan bir aralık.
Kirpiklerin gökyüzümün atmosferini kaplıyor.
Gözlerin bütün dünyayı şöyle bir süzüyor.
Sonra bende karar kılıyor.
Göz bebeklerin bir büyüyor, bir küçülüyor.
İçinde; bir aydınlanmalar oluyor, bir kara bulutlar doluşuyor.
Camdan bir kule gibi şeffaflaşıyor.
Kendimi görürken seni gözden kaybediyorum.
Ayna gibi saydam bir yapıya dönüşüyor.
Gözlerin yanıltıyor beni.
Ramelin oyunlar oynuyor bana.
Çözemediğim bir bulmacanın içindeyim.
Makyajının oyunları büyülüyor beni.

Ramelin, ah o ramelin.
Ramelinin karasınde esaretteyim.

Makyaj Serisi I


Bulutlarda Garip Simalar

Sabahın kör bir saatinde.
Güneş en Doğu'da gösteriyordu kendini.
Gözlerim bulutlara kilitlenmişti.
Güneş aydınlığını yolladıkça bulutlar kopuyordu birbirlerinden.
Kümeler halinde parçalnıyorlardı.
Gökyüzünü kaplayan beyaz örtülerde insan yüzleri gizlenmişti sanki.
Kimileri yeryüzüne bakıp gülümsüyordu.
Kim bilir belkide eski bir tanıdığı görmekteydiler?
Kimileri yeryüzüne hüsranla bakıyordu.
Kim bilir belki de küçüklük hayâllerinin yıkılışlarını izlemişlerdi?
Kimilerinde acı bir ifade vardı.
Belkide arkada gözyaşları bırakmışlardı.
Kiminden mutluluk, kiminden keder saçılıyordu anlaşılacağı.
Kayboldular.
Kör bir saatte doğup hoş sedada kayboldular.
Gün gelir o bulutlar tekrar gelir belki.
Tekrar yüzlerini gösterirler bana.
Sabahın körlüğü gidiyordu, bulutlarla beraber.
Bir bir ayrıldılar birbirlerinden.
Artık arkalarında güneşli bir gün bırakmışlardı.
Bulutlar yerini bulut özlemine barakıyordu.
Gün başlamıştıi yeniden, yeniymişcesine.


14 Ekim 2012 Pazar

Deprem

Deprem etkisi yapabilecek günleri bırakıyoruz ardımızda.
Paramparça günler.
Her günümüz bir öncekinden ve bir sonrakinden çok farklı.
Tutkalla birleştirsen dahi nafile.
Hayır, olmayacak.
Bir günümüz bir günümüze benzemeyecek.
Aynı tohumdan filiz veren renk renk çiçekler gibi geçecek ömrümüz.
Farklı anlarda farklı yerlerde olacağız.
Depremler kırıp geçirecek her yeri.
Zelzeleler oynatacak kalbimizi yerinden.
Tam bir kaos havası içerisinde soluyacağız nefesimizi.
Hissedeceğiz sarsıntıları içimizde.
Ayaklarımız bizi taşıyamayacak.
Bedenimiz hallaç pamuğu gibi bir o yana bir bu yana savrulacak.
Başımız bize ağır gelecek.
Ellerimiz tutunacak bir yer bulamayacak
Deprem her geçen saniye şiddetlenecek.
Toprak bizi içine çekmek için türlü numaralar deneyecek.
Çöküş başlayacak.
Başta sağlam inşaa edilmeyen her şey yerle bir olacak.
Deprem bütün gücüyle yutacak bizi.
Kendi depremimiz olacak bu.
Bizim kendi ellerimizle hazırladığımız bir deprem.
Kimseden yardım alınmadan, her çürük tuğlayı kendi ellerimizle koyduk.
Bütün malzemelerden kendi isteğimizle çaldık.
Bütün ucuzlukları göz göre göre kabullendik.
Deprem götürecek; ait olunan yere.
Yerin dibine.

Bedenler savrulurkan yeryüzüne;
Deprem hissedilecek en derinde.




10 Ekim 2012 Çarşamba

Salt Duygular

Salt duygulara ihtiyacımız var.
Su katılmamış, katıksız, doğal birkaç duyguya ihtiyacımız var.
Sevgi, nefret, özlem; ne olursa olsun katıksız olmalı.
Artık insan öyle bir konuma geldi ki hiçbir duyguyu saf olarak barındıramıyoruz.
Seviyoruz ama menfaatlerimize uygun olduğu sürece.
Nefret ediyoruz çünkü karşı cephede yer alıyor.
Özlüyoruz çünkü o yanımızdayken bize yardım ederdi.
Salt olarak yaratılan duygular kayboluyor.
Pekçok duygu bizim isteklerimize uygun olarak şekillendirildi.
Biz nasıl istersek duygularımızda öyle oldu.
Duygularımızı kalbimizle değilde aklımızla yönetmeye çalıştık.
Aslında onları duygu olarak tabir etmemizi sağlayan 'kalpten' gelen kararlar olmasıydı.
Onun bu özelliğini saptırdık ve herşeyin yine aynı kalmasını bekledik.
Oysa çok mu zordu sevginin tohumlarını ekmek?
Özlem duyup sabretmek?
Sevgiyi bir bebek misali günden güne büyütmek?
Çok mu zordu ilk günkü kadar saf olarak duyguları barındırmak?
Çamurda oynarken kirlettiğimiz ellerimizle onlara dokunmamak?
Salt duygulara ihtiyacımız var.
Sarılmamız gereken bedenlere ihtiyacımız var.
Hasretlik çekeceğimiz insanlara ihtiyacımız var.
Mutlu edecek kahkahalara ihtiyacımız var.
Gelecek güzel günlere işaret edebilecek gözyaşlarına ihtiyacımız var.

Salt duygulara ihtiyacımız var.
Yaratıldıkları 'an' ki kadar saf.

9 Ekim 2012 Salı

Çemberin Ucu

Çemberin ucu var mıdır?
Cevabı olmayan bir sorudan başladım yazmaya.
Cevaplayamadığımız ne kadar çok şeyin olduğunu anlatmaktır emelim.
Sorularımızı bildiğimiz için değilde öyle olduğunu düşündüğümüz için cevaplarız.
Ne kadar çok şeyin cevabını bilmiyoruz değil mi?

Ağaçlar neden kırmızı, mavi, değilde yeşildir?
Dünyayı neden yıldızlar değilde güneş aydınlatır?
İnsan neden birine aşık olmak zorundadır?
Havayı neden göremiyoruz?
Su neden bizi rahatlatır?

Sorular uzayıp gidebilmekte, ama cevaplarımız giderek tükenmekte.
Hiçbirinin cevabını bilmediğimiz halde kendi yargılarımızı doğru cevap olarak anlatırız.
Ve bunu herkesin doğru olarak kabul etmesini bekleriz.
İnsanoğlunun temel sorunlarından biride budur belki.
Kendi yaptığın, en doğru olandır.
Kendi cevabın, en mükemmel cevaptır.
Kendi isteğin, herkesin isteğidir.
Kendi davranışın, herkesin yapmak istediği davranıştır.

Bazı insanları bencillikle suçlarız, cimrilikle suçlarız, merhametsiz olmakla suçlarız.
Peki ya bizler?
Bizler bu insan sınıflarının neresindeyiz?
Aramızda uzatılan bir eli geri çevirmeyen kaç kişi var?
Bizler mükemmelsek eğer, neden bu kadar karmaşık bir dünya söz konusu?
Hiç kimse mükemmel değil, herkes mükemmellik taklidi yapıyor.
Hiçbir kimse hiçbir şeye sahip değil, herkes sahiplik taklidi yapıyor.
Hiç kimse kendine özgü değil, herkes farklıymış taklidi yapıyor.

Çemberin ucu gibi yaşantımız.
İspatlanamaz, saptanamaz, elle tutulup gözle görülemez.

8 Ekim 2012 Pazartesi

Kutsanmış Mahremiyetler

Bölüm 1: Mahremiyetin kapalı kapıları.
Mahreminiz ve siz ne kadar da güzelsiniz?
Herkesten sakladığınız yaşanmışlıklarınız sizi süslüyor.
Bir şeyleri sakladıkça değerlendiğinizi düşünüyorsunuz.
Her olguya 'mahremiyet' diyor, her işi gizli kapaklı yapıyorsunuz.
Kapalı kapılara bayılıyorsunuz.
Bir nesnenin, bir olgunun, bir kimsenin arkasına saklanmaya can atıyorsunuz.

Bölüm 2: Mahremiyet suçlamaları.
Mahremiyet adı altında saklambaç oynuyorsunuz.
Kör kütük hareketlerle herkesi bunun dışında tutuyorsunuz.
Anlık heveslerle kâh mahremiyeti ihlal ediyor, kâh kesin sınırlarla onu bozuyorsunuz.
Mahremiyetlere değer vermiyorsunuz ama mahremiyetinize değer verilmesini bekliyorsunuz.
Herkesten kaçıyor ama herkesin peşinizden gelmesini bekliyorsunuz.
Kapıları kapatıyorsunuz ama açılması içinde dümenler çeviriyorsunuz.
Hiçbir şey yapmadan her şeye sahip olmak istiyorsunuz.
Dünyanın ekseninin bedeninizin etrafından dönmesini arzu ediyorsunuz.

Bölüm 3: Sıfır.
Siz istediniz diye güneş ekseninden sapmaz.
Siz istediniz diye varlıklar sırlarını size açmaz.
Siz istediniz diye kapılar kilitlerine gem vurmaz.
Siz istediniz diye kimse peşinizden gelmez.
Siz istediniz diye kanunlar size tabii olmaz.
Siz istediniz diye yasalar değişmez.

Mahremiyeti kutsuyor, kutsanmış mahremiyetleri yaşıyorsunuz.


5 Ekim 2012 Cuma

Limontırak

Limontırak bir tad hissediyorum dimağımda.
Biraz nahoş birazcık hoş.
Zıtlıkları içinde barındıran bir biçim.
Gece ve gündüz kadar keskin olmayan;
Sabahın ilk ışıklarıyla akşamın son ışıkları kadarda ayrık.

Limontırak bir tad hissediyorum dimağımda.
Geniş bir ailenin içindeki bir fert gibi.
Ama onu hepsinden ayıran özellikleriyle sivrilen.
Büyük ve küçük kardeş kadar uçta olmayan;
Ortalarda bir yerde kendini belli edecek kadar ayrık.

Limontırak bir tad hissediyorum dimağımda.
Rengi, kokusu, tadı tamamen diğerlerine ters.
Her damlasında farklı bir ahengi vurgulayan.
Ne tam kırmızı diyebilirsin ne de sarı;
Arada bir yerde kaybolup esir düşmüş gibi ayrık.

Limontırak bir tad hissediyorum dimağımda.
Doğayı koklamak gibidir onu koklamak.
Yapraklarında gizlidir evrenden sırlar.
Limon ağacıdır çevreyi bütünleyen;
Birazcık sarı, birazcık yeşil ve doğayı içinde barındıran.

Limontırak bir şiir bu, veya şiire yakın bir biçim.
Bazılarına diğerleri kadar hoş, bazılarına nahoş.

Limontırak bir şiir denemesi.


4 Ekim 2012 Perşembe

Yalnızlığıma İthafen

Yalnızlık,
Sakladığın o küçük delikte buluyor seni.
Yalnızlık,
Seviştiğin o kalpsiz bedende uyuşturuyor seni.
Yalnızlık,
Sıkıştığın o küçük evinde vuruyor seni.
Yalnızlık,
Öldürüyor seni, öldürüyor beni.
[Cem Adrian - Yalnızlık]


Yalnızlığıma ithaf ettim bu yazımı.
Benim sadık dostum yalnızlığımdır.
Hiçbir bedenin elleri uzanamaz onun yanına.
Hiçbir kelime tesir etmez ona.
İnsanların davranışları incitmez onu.
Evimin duvarlarında hiç resim yok,
Sıramın üzerinde hiçbir karalama yok,
Defterimde birkaç satır söz dahi yok,
Bende yalnızlığımdan başkasına ait hiçbir şey yok.
Ne gitti ne kaldı, arada kalmasını bildi.
Ne özletti ne bıraktı, durması gerektiği yeri bildi.
Ne sildi ne yazdı, denklemini kurmasını bildi.
Ne sustu ne konuştu, ne söylemesi gerektiğini bildi.
Yalnızlık, sabah doğan güneş,
Yalnızlık, gece farkedilen yıldız,
Yalnızlık, ucu keskin bir kılıç,
Yalnızlık, yaralarımı saran bir ilaç.

Şimdi susmam gerekiyor, yalnızlığım ellerini uzatıyor.
















Hayatın bu; Sökülmüş, atılmış, kırılmış dökülmüş. Hep paramparça.

Yanlış Cümle Seçimlerimiz

İyi bir başlangıç yaptığımız her şeyin öyle olacağını ve hep iyi olacağını düşünürüz.
Oysa ki pek de böyle değildir.
Biz bir şeyleri iyiye götürmeye çalıştıkça; hep arkadan bir kuyu kazan, senin çizdiğin rotayı değiştiren, seni inatla yanlış anlayanlar olacaktır.
Bu oyunun kuralıda budur sanırım.
Cümle seçimlerimizde bununla bağlantılıdır.
İyi bir cümle kurmak ve özelliklede bunu doğru zamanda doğru şekilde kurmak önemlidir.
Cümle seçimlerimiz bizi farklı noktalara götürürler.
Ortamın gergin olduğu bir anda seçilmiş iyi bir cümle bu havayı yumuşatırken, huzurlu bir anda seçilmiş yanlış cümlede ortamı fazlasıyla gerebilmektedir.
Cümlelerimizin etkileri çok geniş ve geniş kapsamlıdır.
Yanlış cümlelerin doğru yerlere götürdüğü pek görülmemiştir tarih boyunca.
Doğru cümlelerin ise yanlış olan şeyleri doğruya götürebildiği inkâr edilemez bir gerçektir.
Halkımız arasında bu 'ağzı laf yapan' insan sınıfı olarak tabir edilir.
Pekçok şeyde zaten bu nedenle küçümsenir.
İnsanlara nazik yaklaşırsan seni küçümserler, iyi davransan küçümserler, küfür etsen samimi bulurlar.
Toplumun ait olduğu cümle kalıplarıdır bunları belirleyen.
Önce kendinden başlanmalı.
Kendi cümlelerimizi kurarak ilk adımı atmalı, daha sonra kendi karakteristik yapımıza görede insanların bizimle kurabilecekleri diyalogları belirlemeliyiz.
Kendi cümlelerimiz, kendi seçimlerimiz, kendi içtenliğimiz ve bize ait olan ne varsa hepsini yansıtmalıyız.
Kuracağın her cümle karşındakini titretmelidir.
Cümlelerinin etkileri okyanusları aşmalı, Antartika'dan Mezopotamya'ya kadar hissedilmelidir.
Senin ait olduğun yapıyı çırılçıplak ortalık yere sermelidir.
Yanlış cümle seçimlerimiz bizi kendi kıyametimize götürmektedir.
Yanlış cümleler seçmeyelim; lütfen.


1 Ekim 2012 Pazartesi

Kalpten Haykırışlar Senfonisi

-Sevmek nedir Olric ?
+Sevmek sessizliktir, efendimiz.
-Susarsam bilmez ki sevdiğimi Olric.
+Susarak haykırınız, efendimiz.
[Oğuz Atay - Tutunamayanlar]
Bir şeyi ifade etmek için illa kelimelere mi ihtiyaç duyarız?
Kelimeler olmadan anlaşamaz mıyız?
Kelimelere bağımlı olmanın, diyalize bağlı olmaktan farkı nedir?
Bağımlılıklar bizi daha mı güçlü yapar?

Sorularımızın sayısı arttıkça, cevaplayamadığımız sorularımızın sayısıda artıyor.
Bir insanı sevdiğimizde ilk sığındığımız birkaç basit cümledir.
Sevdiğimizi hemen kelimelere dökmeye yelteniriz.
Kelimeleri kılıftan kılıfa sokup durmadan önlerine koyarız.

Sevmek için sessiz bir an gerekir birazcıkda.
Biz sustuğumuzda konuşan kalbimiz olmalı.
Bağımsız olarak konuşmalı; kelimelere, seslere, harflere ihtiyaç duymadan.
Sessizce haykırmalı sevgimizin derecesine.

Kalbimiz senfoni sırasında o kadar hızlanmalı ki gök gürültüsüyle karışmalı.
Kulakları tırmalarcasına kıyametleri koparmalı.
Hiçbir yerde daha önce duymadığımız bir kaç şey söylemeli.
Duyulmamış olanı bağıra çağıra anlatmalı.

Susmak ve sessiz olmak, sevmenin şartlarındandır.
Sessizlikte, şarkılar kadar paylaşılmak ister.
Seviyorsan, birazcıkda olsa; sus, sessiz kal, hareketsiz kal.
Sadece hisset, bütün damarlarında.