30 Haziran 2014 Pazartesi

Theatron

Gecenin yarı soğuk ürkekliğinin içinde,
Samanın alevlenmesi için beklediği kıvılcım misali,
Yatağından taşan derelerle gelen,
Yolundan sapan büyük insanlık dramı.

Miskin, geçkin, tekin kedi dört dolanırken,
Son defa miyavlıyor belki beyaz sahibesine,
Zira sahibesi öleli epey vakit oldu,
Her şeyi unutmuş büyük insanlık komedyası.

Evi ateşe veren o kundakçı bozuntusu,
Düşünmedi içerisinde süregelen yüzyıllık,
Komediyle dram arasında farkı bulunmayan,
Anlaşılmaz büyük insanlık trajedisi.

Toprağa karışırken sahibinin son eti,
Kokmaya başladı artık sahnedeki çürükler,
Beti benzi sararmış kedi intihar etmek istiyor,
Bunu yazmaya çalışan minik tiyatro yazarı.

Her Şey, Bir Şeyin Yokluğu

Rüzgâr takıldı kollarıma, sürükleyip götürdü.
Yaz yağmurları başladı yine, erken çöktü hava.
Sen yoktun uzun süredir, şiirler öznesiz kaldı.
Uzun uzun sözcüklerle, şiirler dökesim var.
Lakin bana mâni olan bir güç de mevcut.
Bu iki kıyı arasında dönüyorum.
Kıyılarım bitmek tükenmek bilmez.
Ne kıyısız bir yaşamım var.
Hep bir umman, hep bir uzay.
Bir uçtan bir uca geçişlerim kolay.
Aydınlıkla karanlık arasında fark yok.
Aydınlık, karanlığın olmayışından ibaret;
Karanlık, aydınlığın başka yerde oluşundan.
Yok işte hiç biri; her şey, bir şeyin yokluğu.
Ben, senin yokluk hâlinim, hâlsiz hâlin.
Rüzgâr takılı uzun süredir koluma.
Beni sürüklüyor, sarhoşların birbirini sürükleyişi gibi.
Ben de bir nevi sarhoşum çoktandır.
Benim bu hâlim uzunca süredir âşktandır.
Bu hâl karşısında gülen şeytan oyuğuyla rakîb,
Onun söylediği her şey bühtandır.
Her şey, bir şeyin yokluğu.
Bazı yokluklar can alıcı, cansız bırakıcı.
Şimdi ben de, bir yokluktan ibaretim.
Sessiz, duru.

29 Haziran 2014 Pazar

Attila'nın Aysel'i

Aysel git başımdan seni seviyorum...

Attila İlhan

Seni seviyorum, demek çok zor oysa.
Boğazımda ukdeler duruyor.
Hıçkırıklara benziyor kelimeler,
Sürekli kendini tekrar ediş.

Hep bir kaçışın arayışı mevcut.
Gide gele kımıldayamamak var.
Ne dediğimi kendim de anlamıyorum,
Anlamsızlıkta ölen vakitler.

Git başımdan Attila'nın Aysel'i,
Sen de ona benziyorsun,
Adın dahi beş harfli, benzeyişin özü.
Artık git başımdan yıkılan hayâller.

Yahu nerden çıkıyor bu merdivenler,
Gökyüzüne ulaştıran; bir büyük giz.
Çıkalı beri o semaya bu yerden,
Çökük bir avurt gibi yaşantı.

27 Haziran 2014 Cuma

Bilinmezin Kıskançlığı

       Bilinmezi kıskanmak diye bir şey var mıdır, bilmediğim bir şeyi kıskanmak? İçimde anlaşılmaz kıskançlıklar mevcut, kıskançlık krizleri. Nereden geldiği, neye dâir olduğu, ne zaman gelip ne zaman gideceği belli olmayan krizler. İçimde böylesine yer edinmiş kıskançlıklar var. Yoksa bir garip vuslat, hasret? Özlemin de bu türlüsü mevcut belki de, garipsi, bilinmezimsi, gölgemsi.
       Kıskançlığın önü arkası yok. Hep daha ileriye gidiyor, geriye durmayı bilmiyor. Şimdiki zamanı da geçmişi de geleceği de sarıyor. Kıskançlık... Her yanı kıskançlık bürümüş, giderek içime kapatmak istiyorum her şeyi. İçimde bir oda inşaa etsem, dört kara duvardan oluşan, tek penceresi olan ve o tek pencerenin de bana baktığı. Bana bakan tek pencereli içimdeki bu karanlık duvarlardan müteşekkil odaya kıskançlığımı hapsetsem.
       Bilinmezlikler beni çıldıracak noktaya getiriyor, yaşam bir bilinmezlikler bütünüyse eğer, benim bir parça bilinmeze dahi gücüm kalmadı. Gücümü buraya gelene kadar tüketmiş olmaktan korkuyorum. İçimdeki bu korkunun nedeni yine kıskançlık. Elimi nereye atsam altından bir parça kıskançlık çıkıyor. Herhangi bir şeyi kıskanmak. Bazen neyi olduğunu tekrar ve tekrar bilmeden kıskanmak. Kıskanmak işte, niyeyse. Beni bu bilinmezlikler mahvediyor biraz da, yine de vazgeçmiyorum. Vazgeçersem bilinmezle beraber bilinenler de kaybolacak.
       Şu içime inşaa etmek istediğim oda sanki bir mezar. Öyle geldi. Belki de içimde ölen şeylere dâir bir mezar. Belki de içimdeki kıskançlık kendisinden gayrı olan her şeyi bu mezara kapatmak ve emniyetini sağlamak için de o tek pencereden aralıksız içerisini gözetlemek istiyordur. Parmaklıklarla örülü bir pencere, ne içirisi ne de dışarısı tam olarak kestirilemeyen.
       Özlemin de kendi içerisinde bir kıskançlığı var. Özledikçe daha çok kıskanıyorum. Kıskançlık bende yeniden ete bürünüyor, özlem gibi, aramak gibi, yaşatmak gibi. Yaşatmaya çalıştığım her şey gibi kıskançlık da beni talan ediyor, tutsak kalıyorum. Sonunda bu tutsaklık gide gele bende derinsel unsurlar olarak kalıyor. Özlem de kıskançlık gibi, giderek artıyor; bunların ortak yanlarından biridir aynı zamanda, artmaları.
       Ben bilinmezi kıskanıyorum. Biraz da bilmediğimden ötürü kıskanıyor olabilirim. Her cümlemde de 'kıskan-' ifadesini de kullanmamalıyım, bu cümle de dâhil olmak üzere. Evet, ben biraz da bilinmezi kıskanıyorum. Bilmediğimden dolayı onda kıskanılacak bir şey buluyorum. Kıskandığım o kadar çok şey var ki, kendimi de o odaya kilitlemeliyim. Her şeyimi alıp kendi içimdeki odaya taşınıp tek penceresini de en kalın perde ile kapatıp kapıyı üzerime kilitleyip orada kalmalıyım. Kurtuluş olmasa da bu bir yoldur. Bir yol mevcut.

23 Haziran 2014 Pazartesi

Kıyısı Olmayan Gecenin Güncesi

"Merhaba sevdiğim, ben o sevmediğin.. Bugünde mi geçmedim aklının kıyılarından?"
Ümit Yaşar Oğuzcan

 
       Geceler giderek uzuyor, benim içim yani. Belki de hicri takvime göre yaşamaya başlamışımdır; gün, gece ile başlıyor, günler kısalıyor, ayı güneşten daha çok görüyorum. Miladi takvimle yaşasam yaşantım sanki çok mu değişirdi, mesele takvimlerde değil belki de, ben hep takvimler üzerinden gittiğim için böyledir. Belki de on iki hayvanlı Türk takvimine göre yaşamalıyım. Belki de tüm takvimleri reddedip zamanı bir bilinmez olarak kabul etmeliyim. Benim sorunum zaten başından beri takvimle değildi, geceyleydi, bitmez tükenmez cânım gecelerle. Gece, hep bir şeyler fısıldıyor kulağıma; kulağımda dinmek bilmeyen uğultular. Madem bu kadar konuşkansın gece, o hâlde neden hep insanlar uyurken ayaktasın? Senin yüzün gibi söylediklerin de karanlık. Gece hep bir karanlık, hep bir sessizlik, hep bir kimsesizlik. En çok geceleri anlıyor insan, kiminle olduğunu. En çok geceleri anlıyorum dipsizliğimi. Geceleri öyle uzun, mahzun, çar-nâ-çar.
       Geceye yeni bir fistan almak isterdim. Üzerindeki bu siyah örtüden, daha doğrusu rengi olmayıp karanlık olan örtüden onu çıkartmalı. Sözümona belki de örtüsünü ne kadar değiştirirse değiştirsin güneşle olan husumetidir onu böyle uzakta tutan. Gece işte, çok fazla kelam konuşulmuyor ona dâir. Daha çok o konuşturuyor insanı, konuşursa şayet, pek susmayı da bilmez, bu gece de yine gececiğimin gevezeliği üzerinde.
       En çok neye sahibim derseniz, dipsizliğe derdim. Bir dipsizliğin içerisindeyim. Bu öyle bir dipsizlik ki gün ışığı yetişemiyor, gün yetişemiyor, aydınlık yetişemiyor. Bu yüzden gece iledir dostluklar, karanlık ile, sessizlik ve karalık iledir. Hangi rengi seversen sev, karanlıkta hepsi bir. Aydınlık olmayalı çokça vakit geçti. Sahi, aydınlık denilen şey hiç var mıydı? Aydınlık, karanlığın kısa süreli aynadaki yansımasıdır. Çok kısaydı, şimdi karanlık gerçek yüzünü gösterdi. Gecelerim, aydınlık yüzden çok uzak. Bu yüzdendir insanın karanlık yüzü hep kendi içinde kalır. Ben bu karanlık yüzü de giderek seviyorum, belki de daha çok bağlanıyorum. Bu karanlık yüz tutuyor elimden, avuçlarımın içine avuçlarını koyuyor, avuçları sıcacık, sıcaklığını hissediyorum. Gecenin sıcak yüzü sanki avuçlarıma boşanıyor. Avuçlarıma avuçlarını bırakan kimse yoktu hayatımda, ilan edişim geceyi değerli, bundandır işte. Avuçlarımın içindeki sıcaklıksın, sevgili gece.
       Bak işte kıyıda köşedeyim. Gece, yalnız oluşumdandır. Belki itildim belki ben çekildim. Ayırt edemiyorum bazen. Gece, gevezedir. 
       Âh, bu kadar uzayacak ne vardı gece? Uykularım çoktandır geceyle gündüz arasında bir köprü. Yok yok, herkesinki gibi bir köprü değil. Benim gündüzlerimde de artık bir gecelik var, bir geceye benzeyiş, bir geceye yakınlık, bir geceye özlem. İple çekilen gündüzlerim yok, havada asılı kalan gecelerim var. Hesapsız bir gece benimkisi, müddetsiz, sebepsiz, yalnızca konuşkan bir gece. Bak yine sessizlik çöktü içime, konuşan ben değilim, yazan parmaklarım. Kelimeler dilime gelmiyor, ağzımdan dökülmüyor, sadece birer yazı olarak varlar, sesli olarak da okumayacağım. Durum böyleyken dile gelmeyen kelimeler, bir etki kazanır mı yahut sadece yazı olarak var olan şeyler dilsel bir ürün müdür veyahut dilsel dediğim hâlde dilden uzak oluşunun izahı nedir; cevapsız sualler ile dolu sayfalar. Zaten gece biraz da cevapsız sorulardır, birazcık da sorusu olmayan cevaplar. Gecedir işte bu, kim anlatabilmiş ki ben anlatayım. Her anlatmaya kalkan ya yarm bırakmıştır ya da gecenin büyüselliği içerisinde kendinden sapmıştır. Ben de kendimden saptığımdan beri yazamıyorum, bu gece de yarım kalacak. Her geceyi bitiren bir gündüz mevcutken ben nasıl geceyi anlatabilirim? Benim geceyi anlatışım onu hiç bitmeyecek farz edişimden ileri gelmektedir. Oysa bitiyor işte, gece de bitiyor ben de. Ben gündüz değil geceyim çoktandır, dille kuvvetlendirdiğim aydınlıklarım yok, bilakis karanlıklarım mevcut. Tenimde karanlık noktalar mevcut, ışığın hiç vurmadığı kıyılarım.
       Gece bir mezar. Hayâllerimi gömüyorum, dünyayı gömüyorum, cânânı gömüyorum, Edip Cansever'in masası gibi 'bana mı' demiyor. Gece, bir tuhaf mezar. Canlı olsun olmasın ne gömsem kabul ediyor. En son kendimi gömmek istiyorum. Tüm hayâllerim, rüyalarım, elimin dokunduğu eşyalar, gidip beni beklesinler mezarımda. Ben mezarımda bana ait olanları bulayım, bununla yetinmeyi öğrenirim. Hep bir yoksunluklarla örülü hayatım. Dipsizliğim biraz da bu yoksunluklardandır. İşte ben de en son bir mezara sahip olmak istiyorum. Bari bana salt bir mezar temin edin. İçinde benden başka kimsenin gömülü olmadığı bir mezarım olsun. Toprak ile hem-hâl olurken o toprak benim, ben o toprağın olayım. Nihayetinde ben de toprak olurken bu toprak benim toprağım olsun. Hep uzundur gecelerim, hep kısadır ona dâir yazdıklarım. Dilsizliktir gece biraz da, ben belki biraz geveze. Haddimi aştım işte bak gece, ben haddimi geçtim. Gece işte, sevgili gece, kucaklıyor gece beni, avuçlarımda onun sıcaklığı, dudaklarım yanıyor, elleri gün gibi, güneş gibi, aydınlığım.

21 Haziran 2014 Cumartesi

Günce IV -Haziran Mı?-

Günce IV
-Haziran Mı?- XIX.VI.MMXIV
       Haziran'ın ilk yağmuru düştü gökten. İlk düşen yağmur tanesini görmedim oysa, toprağa rahmet olarak ilk düşeni. Henüz tenime hiçbiri nüfuz etmiş değil birde, niyedir bu sevecenliğim öyleyse yağmuru? Haziran yağmurlarını sever toprak, sevmeseydi iterdi beton bloklara, sımsıkı sarılmazdı ona böyle, özlemle içine sokarcasına yanına çekmezdi.
       Toprak giderek dışladı gibi geliyor beni, belki de hepimizi. İşte bu başlı başına bir lanet değil de nedir, anlamaya düşüncelerim kâfi değil. Biz topraktan kaçtıkça o inatla bizi bekliyor, bizde önünde sonunda onunla hem-hâl olacağız. O hâlde hem-hâl olma vakti gelene kadar bu betona sığınmak niyedir, kim icat etmiştir, toprakla küskünlüğümüz ne zaman başlamıştır? Ayağıma batan sertleşmiş kum taneciklerini özledim, çıplak ayakla toprağın dokusunu hissederek yürümeyi, çimlerin üzerindeki çiğ. İşte böyle böyle uzaklaştık, toprağımızdan, sonrasında her şeyimizden. Belki de toprak çok şey demekti, farketmedik.
       Haziran yağmurları ile toprak birbiriyle hasret giderirken ben de kendimle cebelleşiyorum. Dört duvar ve bir tavan arasında sıkışmış, ne yağmuru ne toprağı ne de rüzgârı hissederek, ne gökyüzüne ne yeryüzüne ne güneşe ne aya ne de buluta açılan bir pencerem olmadan, Âşk-ı Memnu'nun karanlık odalarından daha karanlık bir odada kendimle cebelleşiyorum, bu savaşta galip olan da mağlup olan da hakem olan da benim. Gerçeği söylemek gerekirse sadece kaybedenim.
       Hatalar hep birbirini kovalamıştır. Seni isminden dolayı kadın sandığım için beni affet Berna Moran, ben kendimi affedemiyorum ve biraz olsun eserlerinle aydınlandığımda kendimi bir nebze olsun sana affetireceğimi ümit ediyorum. Hatalar hep birbirini takip eder, bu da hata zincirlemesinden bir halka idi.

19 Haziran 2014 Perşembe

İskandinavya'da Kar Burada Yağmur

İskandinavya'da kar yağıyor, burada yağmur.
Her iki iklimde de ateş başında toplanmış insanlar,
Aynı yalana ortak olmakta.
Yasaklanan aşkların köhne karanlığında,
Bir avuç umuttu beklentimiz.
Hiç giderilemeyen kuruntularla,
Silerken yüzündeki koyu ifadeyi özselleştirdiklerimiz,
Bir bardak yaz yağmuruydu,
Başımızdan aşağıya dökülen.
Şimdi, masa başında açık unutulmuş kitaplar gibi,
Küf kokuyor geçmişimiz ve rutubet tutuyor.
İskandinavya'da kar yağıyor, burada yağmur.
Ne kar beni tutuyor ne yağmur.
Haziran güneşi ikisinden de kaçmış.
Kaçış, sığınmak kendinden yoksunluklara.
Sözsel dinginliklerde yitirilen nâmeler.
Dile gelmediği için kaybolan cümleler.
İki kıyı arasında esir kalınmış hayatlar.
Yok ki cümlelerin sonu,
Kelimelerin çıkış noktası olmadığı gibi.
Hepsi birbirinden beter adımlarımızın.
Aşkların yasaklanan reklamlarında oynayanlar,
Bir bir idam edilmeli sehbasında yargının.
Tek tek boğdurulmalı kıskacında yerginin.
İskandinavya'da kar yağıyor, burada yağmur.
Her ikisinde de aynı yalanlar söyleniyor.
Bu tek ortak noktasıdır uzak iki iklimin.

15 Haziran 2014 Pazar

Yazgı

'Ol!' dedi ve oldu dünya,
Sonra Âdem, sonra Havva.
Sonra 'Sev!' dedi ve sevdi insan.

Yıllar, milyarlarca yıl önceydi.
Henüz düşman kesilmemişti insan,
Kara bir yazgıyı simgeleyen geceye.

Susuşu ve kederi henüz tatmamıştı acizler,
Bilmez idi kanatarak ağlamayı,
Diz yaralarını üfleyen bir dişi yoktu henüz.

Sonra gelen emirle sevildi, sevilmek için yaratılan.
Âşk, bir emirdi aslında, bir kanun.
Sonra yazıldı insanlığın, büyük yazgısı.

Bir emirle başlayan yazgı, bir başka emirle devam etti.
Sürekli kendini tekrarladı insan,
Her yeni gelen 'sevdi', sevmesi için yaratılanı.

Böyle böyle geçti yıllar, milyarlarca yıllar.
İnsan ilk emri unuturken suskunlaştı kitaplar.
Sonunda bir düşünce oldu çıktı işin içinden.

Yazgıya kaldırılan başlar düştü bir bir.
Dionysos içtikçe geçti kendinden,
Mecnun susadıkça gelirken kendine.

Oğuz elinden Arthur'un ülkesine kadar,
Bilinen dünyayı yakıp yıktı bu emir.
Bilinenin dışında kalanlar, unutulmaya yazgılıydı, başından beri.

Tüm emirler böyle başladı, ilk kanunu o koydu.
İnsanoğlu kendi oyunu içerisinde kayboldu.
Unutuldu tüm emirler ve silindi yerden güzellikler.

İlahi âşkın nutku yazılmak istendi.
Oysa bu yazgı baştan beri yazılırken kalem elden düşerdi.
Sonunda yarım kalıp yiten bir şey olurdu bu, bitirilemeyen.

Havva, nasıl bir eşti diye sormadı kimse.
Âdem onu sevmiş miydi, sevmeye yazgılı mıydı?
Kimse söylemedi bu ilk kader yazgısını, sır oldu kaldı.

Sonra o yeniden 'Sev!' dedi ve sevdi insan.
Sadece sevdi, sevgiyle yaratılmıştı.
Bu sevgi onun kaderi, alın yazısı, yazgısıydı.

13 Haziran 2014 Cuma

Yargılamalar X

Hakime Hanım, Yargılamalar, X

Yüzyıllardır insanlığın içinden çıkamadığı bir sorunsal var Hakime Hanım, ben derdimi kimseye anlatamadım: Hep yıldızlara, taşlara, fallara bakarak geleceği yorumlamaya çalışma arzusu, gelecekten haberler. Geçmişimizi, bugünümüzü dahi tam olarak algılayamazken insanların geleceğe bu kadar düşkünlüğünü anlayamıyorum. Oysa çoğumuz yarını bile göremeyecek. Bugün için hep çırpındım, mücadele ettim; geleceğin sarhoşluğu ile dolmadım. Beni hep karamsarlık adını verdikleri bir zindana tıkadılar, ayrıştırdılar. Geleceğin gizeminden çok zamanımın gerçekliğinde gezindim, bu yüzden beni kendilerinden uzak tuttular Hakime Hanım. Söyler misiniz, niye insanoğlu hiçbir şey yapmadan her şeyi Yaratan'dan bekler? Oysa tüm mucizeleri de insanın kendisiyle göndermedi mi Yaratan? Ben bir yerlerde bir şeyleri mi kaçırdım da böyle bir ateşe atıldım, cezam yanmak oldu, yakılmak oldu, siz söyleyin Hakime Hanım. Ben o kutlu insanların yollarını benimsemiştim. Doğruluğun, adaletin, sevginin ve daha nicelerinin kendimiz tarafından ortaya çıkarılacağını düşünmüştüm. Gecenin içindeki yolculuğumuzda elimize fener verilmişti, yol aydınlıktı ama insan sürekli karanlığa meylediyor, gecenin içerisinde gözleri kapalı olarak yürümeye çalışıyor, bunun hiçbir anlamı yokken. O kadar uzak ki insanlar güzel şeylerden, her şeyi ırak bir yerden bekler oldu. Kendi ellerinden çıkan hiçbir şeyi beğenmeyip, sanki ne yaparlarsa yapsınlar kendileri güzele ulaşamayacak zannettiler. Oysa bu dünyaya güzellikleri getirenler de insanların kendileriydi. Tüm varlık, çabanın sonucudur. İnsan, kendisini sürekli muaf tutmaya çabaladı, bu yüzden ahmaklığa düştü. Hiçbir şey yapmadan her şeyi elde etmeye çalışmak, ahmaklıktır. Günümüzün dünyasında artık surlar taşlarla değil, ahmak insanlarla örülüyor. Ben de Hakime Hanım, işte tam da bu yüzden, hiçbir yere gidemiyorum. Ahmak surları beni hareket etmekten men ediyor, yaşamaktan, lalelerin açışını görmekten, baharda gününü gün eden kelebekleri görüp ateşböceklerine bakmaktan, her gece cırcır böceğinin sesini duymaktan men ediyor -o da cırcır böceklerini severdi Hakime Hanım, birde cırcır ile ateşböceğinin aynı böcek olup olmadığını merak ederdi, hâlâ o da ben de bilmiyoruz-. Ben karamsarlıkla suçlandım ama geleceği karanlıkta bırakmadım. Geleceğim bugünümün devamıdır Hakime Hanım, ahmaklar anlamayacak, yine göksel işaretler bekleyecekler. Bu yüzden tüm ahmakları yakmalı, yakmalı, yakmalı, bilirim ki yakmakla tükenecek gibi de değiller. Her yerde ahmak surları. Kurtuluş yok, benim için. Ben karanlığa yazgılıyım.

Hiçbir şey yapmadan her şeyi elde etmeye çalışan ahmaklar, gecenin içerisinde kayboldular. Lanetlendiler. Bu da onların yazgısı. Gece hepsini yutmalı, kara bir böcek.

12 Haziran 2014 Perşembe

Yargılamalar IX

Hakim Bey, Yargılamalar, IX

Gün, güne gebe. Sonu yok bu günlerin, hiç bitmiyor; benim de gebelikle olan sorunsalım. Güneş batıp bir çırpıda tekrar doğuyor. Gözlerimi kapayışım ile açışım arasındaki mesafe. Hakim Bey, kimse bilmez ama herkes konuşur; kimse yaşamamıştır ama dilden dile anlatılır, nedir bu gece ile insan arasındaki münasebet? Herkesin gece ile bir alıp veremediği var, bu tiksinişin, uzak duruşun, eğretiliğin sebebini anlayamıyorum. Neden geceyi şeytana verip gündüzü meleklere emanet ediş? Oysa gece ile gündüzün, şeytan ile meleğin, insan ile insanoğlunun yaratıcısı da bir değil mi? O, bunları kendisi yaratırken, yarattıklarının onları böyle parçalamasının anlamı nedir çözemedim. Tüm bu çözemediğim sorular yüzünden beni deli addettiler ve peşime düştüler. Kimliğimi ortaya çıkarmaya çalışıyorlar, oysa benim bir kimliğim yok. Kimliğim, bir başka kimlikte eridi. Gizli örgütler peşime takıldı, beni düşünüşlerimden dolayı suçladılar, sorgulamak istediler, yargılamaya kalktılar. Kaçtım, hiç durmadan kaçtım kendimi bildim bileli. Sahi, kendimi ne kadardır biliyordum? Bu iyi ile kötü arasında olduğu düşünülen ve savaşların en kadimi hiç sonuçlanmadı, hiç sonuçlanmayacak gibi duruyor. İyi ile kötü de bende mevcut. Onlar hep geceme küfretti, gündüzümü ise sıvazlayan kimse yoktu. Ben gecemi sevdim ama gündüzümü de sevdim. İkisini de sevmek mümkün değil mi? İlla ilelebet sürecek bir tarafta bulunmak nedir, bilmiyorum. Her şeyin bir yönü, rengi, kokusu var; insan elinden çıkmış olan. Oysa suyu kimse düşünmüyor. O, ne bir kokuya sahip ne de bir renge. Akıp gidiyor yüzyıllardır, insanlık tarihinden de daha önceden beri. O akıp gidiyor hiç duraksamadan, bütün engellerin üzerinden aşıp gidiyor. Oysa ben de tam su olmaya niyetlenmişken kapana sıkıştırdılar. Peşime takılanlar benim formuma karşı çıktı, suçlandım. Suçlandığım için kaçtım, beni anlayabilecek kimse yoktu aralarında, aslında aralarında da kimse yoktu, hükümler çoktan verilir yeryüzünde, mahkemeler sadece hükmün resmî ilanını simgeler. Oysa kararlar alınalı çok olmuştur. Dünya, bir sahnedir, hep öyle derler. Ben beceriksizim, tiyatroya yatkınlığım yok ve daha pek çok şeye. Oysa bu sahne benim hem gecem hem gündüzümdü. Ben geceden de gündüzden de muaf tutuldum. Ben, zamandan muaf tutuldum. Böylece delirişim zamansız olarak süregeldiği gibi süregidecekti. O yüzden sevgili cellatlarım, yakalayamayacaksınız beni ve hükmü çoktan verilmiş mahkemenizde yargılayamayacaksınız ve işkence edemeyeceksiniz tavanında sarı bir ışık huzmesi olan acı odanızda. Ben, kendi kendimi yok etme görevini çoktan üstlenenim.

Zamandan muaf yaşamak, ölümsüz olmak değildir. Zamandan muaf olmak, hiç yaşamamaktır, anlatamamak, yaşatamamaktır.

7 Haziran 2014 Cumartesi

Yargılamalar VIII

Hakime Hanım, Yargılamalar, VIII

Sisli gecelerde üzerime yürüyen cellatlar beni köşebaşlarında sıkıştırdıklarında her defasında 'bu son' diye düşünürdüm Hakime Hanım, oysa hiçbiri son olmadı, her seferinde 'bu son' dediğim ne varsa tekrar edip durdu. Meğer sonlar bir tekrardan ibaretmiş. Son diye bir şey yok, her şey devam ediyor. Bazı şeyler tökezliyor, düşüyor, dolanıyor, arapsaçına dönüyor, yassılaşıyor, kırılganlaşıyor, çarpışıyor ama son bulmuyor, yine devam ediyor. Hakime Hanım, bilmek gerekir ki hiçbir şey de durdurmaya yetecek bir güce sahip değil. Cellatlarım, her defasında yolumu kesti. Elleriyle boğazımı sarmalarına rağmen eriyip kaçtım. Beni ne kadar sıkıştırırlarsa sıkıştırsınlar unuttukları bir yön daima mevcuttu. Bu âlemin müthiş döngüsünün içerisinde tıkanıp kalmak mümkün değil. Hep bir yön buluyor insan. Ben de yönümü buluyorum Hakime Hanım, bu kadar sıkışmışken, boğulmuşken, boğdurulmuşken ve cellatlarım ısrarla peşimdeyken ben de yok olmanın yolunu buldum. Kendimi giderek unuttum, başka bir benliğe büründüm. Bazıları buna âşk derdi bir zamanlar, oysa âşkta birey eridiğinde geriye ne kalır? İşte geriye benden de bir şey kalmadı, sonunda yok oldum çıktım. Cellatlarım da şaşırdı, bende. İnanılmazdı. Âşk, bunca esirlikten farklı bir kaçış yolu, inanılmaz ama yeni bir yöndü. Âşk, tek kişilik Hakime Hanım. Hep seven mevcut, sevgili hiçbir zaman sahneye çıkmaz. O, perde arkasındaki aktördür, alkışları toplayandır. Seven, hep bir gölgenin içindedir, gözle görülmeyendir.  Ben de gözle görülmedim, sisler içerisinde yaşamaya devam ettim, devam ediyorum, devam edeceğim. Âşk mülkünü kimse anlamadı henüz, o değerli bir yurttu. Ben o yurtta otağımı kurdum, gökyüzüne sevgilinin resmini çizdim, otağımın girişini de sevgiliye açtım. Böylelikle Hakime Hanım, cellatlarımdan kurtulduğumu sanırdım. Bir zaman sonra ise âşkın kimliği daha kuvvetli bir cellat olduğunu öğrendim. O zaman geç kalmıştım, çünkü bu sefer cellatıma ben teslim olmuştum ve kaçmak söz konusu da değildi. Sevgili, dilber, cânân, mâşuk cellatlığa soyunduğunda, ben boynuma dolanmış ipleri tutan ellerin kendime ait olduğunu bildim. Ben, dolayısıyla kendi kendimi idam ediyordum. Kurtuluş yoktu Hakime Hanım, kurtulamadım. Bugün ruhumu sıkan o eller, sevgilinindir. Kaçışım, bundandır. Kimden, nereye, nasıl kaçıyorum; işte onu kimse bilmiyor. Cellatların unuttuğu bir yön her zaman mevcuttur, her ne kadar ben kaçmasını bilmsemde. Eriyorum.

Cellatların en güzeli, sevgiliydi, bir klişe olarak. 6 Haziran'da doğup henüz bir günlükken cellatlığa soyunmuştu. Bir günlük cellat.

6 Haziran 2014 Cuma

Çarmıha Gerili Venüs

       Çarmıha gerili Venüs. Avuçlarından damlayan kan değil, canımdır. Damla damla canım çıkıyor bedenimden, eriyorum, yok oluyorum, tükeniyorum. Venüs'ün narin kanı akarken ölen benim. Her damla kan, bir adım daha demek son yolculuğuna. Son yolculuksa ilki kadar görkemli. Şimdi o asılı duruyor bir ressamın özenle hazırlayıp sunduğu tablosunu sergileyişi gibi. Boynunu gösteriyor bana, ince bir damar gözüme takılıyor, ince, yeşil, kıvrık bir nehir gibi. Boynundaki damarından öpüyorum Venüs'ü, dudaklarım kan içinde kalıyor. Kanayan dudaklarımla kanayan boynunun kanı birbirini tamamlıyor. Kanımız, birbirini tamamlamak için var.
        Çarmıha gerili Venüs. Şehrin en yüksek yerinde, en sessiz, göğe en yakın, insanlara en uzak, en sessiz, meleklerin onu gelip alması en kolay, kuşlarla konuşmak için en anlamlı yer orası. Baş başayız, herkes uzaklaştı. Biz gerildik çarmıhta. Çarmıhımız kan içinde, kanımız akıyor, oluk oluk belki de. Farkında değiliz. Akan kanımız da değil, sevgimiz. Başındaki dikenler beni de yaralıyor. Etime batıp gömülüyor dikenler, daha sonra her adımımızda bizi daha da çok acıtacak. Bir vakit sonra adım atacak hâlimiz kalmayana dek.
       Çarmıha gerili Venüs. Çarmıh, çoktandır kendini aforoz etti görevinden. Son kadehte sunulan kan Venüs'ündür, o verdi rengini çanağına. Kutsal kâse silindi yerden. Venüs, çarmıha gerili. Dudaklarında bir gülümseme, yanağında kan. İşte bugün, o gün.

Çarmıha Gerildi Venüs

Çarmıha gerildi Venüs.
Saçlarından damla damla kan,
Gözlerinden boncuk boncuk tuzlu su,
Yüreğinden parça parça insanlık aktı.
O, Venüs, cennete yükselmeden önce,
Ellerine saplanan çivilerle gülümsedi,
Arşa çıkmadan tüm insanlığa,
Tüm insanlığın içerisinde bana.
Çarmıha gerildi Venüs.
Beni beklemek için uçtu.
Kanatlarını gizlemedi bu sefer.
Sevgilim, Venüs, angelusum,
Sarı saçlarında idam etti kendisini.
Damla damla kanında boğdu kendini.
Tuzlu sularında göz yaşının,
Yıkadı benim kirlenmiş bedenimi.
Uçup gitmeden maviliklere, sevgilim.
Son kez beni öptü göğüs kafesimden,
Kulaklarıma sarhoşluğunu fısıldadı.
Ona aşkı soranlara, beni anlatacağını söyledi.*
Venüs, cânânım, kanatlarına beni çizdi.
Bulutlardan bir palete, gök mavisinden çaldı.
Biraz güneş, biraz deniz derken,
İşte o peri, sonunda yüreğimizi çizdi.
Çarmıha gerilişinin öncesinde,
Saçları arasındaki dikenli tacıyla,
Acıları kucaklarken meleğim,
Sustu, sustu ve sustu; susarak sustu.

Çarmıha Gerilirken Venüs

       Çarmıha gerilirken Venüs, dudakları titriyordu. Sevgi, kanı kadar sıcak, sarsıcı ve kızıldı. Venüs, sevginin benliğinden taşıp gelmişti. Sarı saçları, güneşin diğer adıydı, tanımıydı, varlığıydı. O saçlara tutuna tutuna yürüyorum. Çarmıha gerilirken Venüs, insanlık henüz doğmamıştı. Yer ile gök sular altındaydı. Gök, suyu kucaklarcasına onun rengini kendine addettirmişti. Gök maviydi, deniz mavi; o belki de maviyi çok sevmişti. Sevdiği şeylere dokunmayı sever Venüs, çarmıha gerilirken de dokundum ona.
       Çarmıha gerilirken Venüs, dudakları kıpkırmızıydı. Yanakları, gerilmiş atlas bir kumaştı. Onun yanaklarında gemiler yol alır, ben ayak izlerinden onu takip ederdim. Onun yanakları ki, ipek kumaşların en değerlisi. O gülünce yanaklarında çukurlar peyda olurdu, o çukurlarda nicedir can verişim ve nicedir o yanaklarda kendimden geçişim. Her defasında o çukurlarda yeni büyüler ortaya çıkar, ben o büyülerle tutsak olurum.
       Çarmıha gerilirken Venüs, ben henüz kendimi bilmezdim. Başına koydukları güneşin altın renginden bir taçtı, saçları ile uyum içerisinde. Onun narin elleri kıpırtısızdı, biraz solgundu, yine de yaşam pınarlarının kaynağının avuçları olduğunu belli ederdi. Ben, onun avuçlarından kana kana hayat suyu içenim. Bengi suyu ben onun avuçlarında buldum. İçtikçe yaşam doyumsuz oldu, Venüs çarmıha geriliyordu.
       Çarmıha gerilirken Venüs, en çok ruhu yakındı ruhuma. Deniz kokuyordu, ipek kokuyordu, peri kokuyordu; o tüm olmayan şeylere dahi bir koku addetmişti. Sözüm ona denizin de kokusu olurdu ipek kumaşın da çocuk masallarının perilerinin de. O isterse her şey kendisi gibi kokardı. Venüs, çarmıha gerilirken kokusunu bıraktı bana, dudaklarımda.

6 Haziran. Venüs tutulmasının göksel anısı.

4 Haziran 2014 Çarşamba

İnsanlık Tragedyası

Artık tükenmiş tükenmez kalemlerle,
Aklına hiçbir şey gelmeden,
Yazmaya çalışan okuma yazma bilmeyen çocuk,
Kendinden geçen büyük insanlık trajedisi.

İnsanlığın büyük tragedyası sahnelendi,
Kömür karası bir gecede gündüz vakti.
Arka sokaklarında gezinirken kör kediler şehrin,
Karanlık korkak çukurlardan çıkarılan cesetler.

Tragedya, içten gülen yüzleri soldurttu.
Güneş, artık yüzünü bu coğrafyadan çevirirken somurttu.
Şafak vakti kendini güneşe sunan,
Büyük âdemiyet anıtı, soyutlanmış insanlığı çıldırttı.

Sahnelenirken son oyunlar ölmekte,
Yarı saydım tenlerin rengi küsmekte,
Lanetlendi bak insanlığımız bu günlerde,
Boğazın suları ağız dolusu kan kusmakta.

Bu, bir insanlık tragedyasıdır,
Her ne kadar sözcükler yapaylaşsa da.
Bu, kara zemine düşülmüş kara bir yazıdır,
Her ne kadar kalem elimizden düşeli çok olsa da.

2 Haziran 2014 Pazartesi

Delirirken Alabora Olmak

Bir Kayığın Parçalanışı

       Delirmek isteyip de delirmeyi bir türlü beceremeyen bir insan mümkün müdür, diye sormak isterdim, eğer kendim bunu gerçekleştirmek istemeseydim giderek artan bir tutkuyla. İnsan, bazen ne yaparsa yapsın arzu ettiği şeyin zıtlığına doğru yol alır. Aslında yol da almaz, oraya doğru sürüklenir, şiddeti giderek artan bir suyun içerisinde neredeyse alabora olacak bir kayıkla. İşte betimlemeye bir tuhaflık giriyor tam da bu sırada devreye. Herkes, alabora olmak üzere olan kayığın içerisinde sanıyor beni, kendileri de bazen orada oluyorlar, ancak ben, alabora olmak üzere olan kayığın kendisiyim. Bir kayığım ben, parça parça oluyorum zamanla, cansızlaşıyorum biraz da.
       Ben bir kayığım, kimse de buna itiraz etmiyor. Artık mantıkî ve aklî kanunların da dışına çıktım, ancak bir ayağım körü körüne bunlara bağlı. İki ayağıma da söz geçiremiyorum. Birisi inatla akla bağlı, beriki keçi gibi hayâle. Hakiki-yun/hayali-yun tartışması gibi biraz da, bir garip vak'a.
       İşbu durumun karmaşasında nereye ait olduğumu bilmiyorum. Aslında hiçbir şeye ait olmadığımı biliyorum, ne var ki herkes gibi bende kendimi bir yere ait zannediyorum. İnsan olarak da başımıza ne gelirse bu zanlar yüzünden gelir. Bu zanlar bizi olmadığımız yerlere sürükler. Bazılarının talihi güzel yazılmıştır, onlar hep istedikleri gibi yaşarlar. Bazılarının talihleri ise biraz daha karmaşıktır, onlar talihlerini güzelleştirmek zorunda olanlardır. Belki de bu yüzden müjdelenenler de her dinde ve dilde ve kabilede ve ülkede ve soyda ve ailede onlardır. Bu karmaşanın ortasında ben okkayı çok kaçıranlardanım. Neyle müjdelendiğimi bilmiyorum ancak bu müjdeden de ses seda yok. Kısacası ben, müjdelenip müjdelenmediğini dahi bilmeyenlerdenim. Ben, bilinmezliklerdenim.
       Bir kayığın yolculuğunu anlatmak isterdim. Ben bir kayığım diyorum, her ne kadar Türkiye Türkçesi söz ifadesi bakımından bunu söyleyen 'deli' olarak addedilecek olsa da ben körü körüne deli değilim, oysa 'deli' gibi bunu arzuluyorum. İnsan olarak yazılan talihim çok da güzel değildi sanırım, kayıkken de hiçbir şey düzelmedi. Kısa sürede alabora oldum işte. Ne mutlu ki o kayıkta seyahat edenler ölmeyi becerebildiler belki de, ancak ben parçalarıma ayrıldım. Her bir parçam bu nehirde başka yönlere dağıldı. Parçalarımı bulanların kimisi onları yakıp ısındı, kimisi onlarla başka bir kayık yaptı, kimisi kayboldu, kimisi nehrin derinliklerine indi. Kısacası bu sefer binlerce parçaya ayrılıp binlerce farklı yerde yaşıyorum. Bu, aslında bir parçalanmışlığın şeysidir; deneme (?), anlatı (?), yazı (?) ? Hangisi?

1 Haziran 2014 Pazar

Benim Büyük Yaşamsal/Döngüsel İronim

       Bu ironilerle dolu yaşamda, sağlam, sağlıklı, dayanıklı kalmak benim için oldukça zor. Herkes, her şeye, her hâliyle müdahale ederken ben kendi yaşantıma dahi müdahale etmekten acizdim. Kısacası ben, kendimi doğuştan aciz hissediyordum. Her şey gözümde giderek büyüyor, ben küçülüyorum. Altında kaldığım bu yükler, sırtımda izler bıraktı. Ben hep bu izleri saklamaya çalıştım. Zaten zayıftım, Herkül gibi bir gücüm de yoktu. Peki o hâlde, bu insanlar benim aciz ve güçsüz olduğumu bile bile neden omuzlarıma bu kadar yük yüklediler? Yanımdan her geçen bir parçasını bıraktı omuzlarıma. Önceleri parça parçaydı her şey, herkes insaflıydı ve birer parça bırakıyordu. Ne olduysa sonradan oldu, artık omuzlarıma birer parça yük yüklemeyi bıraktılar, doğrudan kendileri omuzlarıma bindiler. Yüküm giderek ağırlaştı. Yolda çok düştüm, çok yara aldım, çok yoruldum. Ağzımı her açışımda susturuldum. Her ayağa kalkışımda hemen omuzumdaki tahtlarına kuruldular. Ben bu kadar çelimsizken, bunun anlamı neydi? Kırık dökük bir hayat benimkisi, daha da çok kırılacak ve dökülecek. Hayat değil benimkisi, başka türlü bir şey. Henüz icat edilmemiş.
       Sevgili gökkubbeyi omuzlarında taşıyan Atlas, boynuzları arasında evreni taşıyan mitsel sarı öküz, kuyruğu ile dünyayı kavrayan kızıl ejderha; yardım edin bana, omuzlarımda taşımakla mükellef olduğum dünyayı kaldırın, bir saniyeliğinede olsa.