30 Mart 2014 Pazar

Günce I -Neyin Günlüğü?-

Kimse dinlemiyorsa beni -ya da istediğim gibi dinlemiyorsa- günlük tutmaktan başka çare kalmıyor. Canım insanlar! Sonunda bana bunu da yaptınız. / Oğuz Atay - Günlük



Günce I
-Neyin Günlüğü?- XXX.III.MMXIV
       Günlük. Neyin günlüğü? Bugünün mü, dünün mü, geceleğe dair mi -ki günlüğün geleceğe dairi mi olurmuş- , hangi güne dair? Belki de sadece bugüne dair, günden uzak bir günlük.
       Kemerim belimi sıkıyor, sonra vücudumda tırmanarak boğazımı sıkıyor. Kemerim beni öldürmek istiyor, benim bugünüm böyle geçiyor, ya senin? Benim bugünüm işte böyle kaybolup gidiyor, tekrar yaşanması mümkün olmayan bugünüm takvim yaprakları gibi koparılıp birer birer atılıyor -keşke en azından çöpe atılmayan takvim yaprakları kadar kıymetli olsaydı günüm, ki benim günüm hiç olmamış bir gün gibidir-.
       Boğazımda sürekli bir el dolaşıyor, meğer kemeri sıkan ellermiş bunlar. İşte bugün böyle, ölüm gibi bir gün, ölümü paranoyakça sıkça tekrar etmek için ideal bir gün, aslında her gün ideal ama bugün biraz daha, biraz daha, biraz daha derken işte o vakit gelecek. Her adımım ona.
       Bugün yemekler tatsız, tuzsuz. Yemeklerden değil, hayır, benden, dilimin artık tatmayışından. Bütün tatları unutuşumdan. Günlerdir bir adaya hapsoluşum ve hiçbir şeyin tadına bakamayışımdan. Otlayışımdan. Bütün tatları bir bir unutuşum ve artık tatmak hissinden tamamen ayrılışımdan, aykırı oluşumdan, güzel şeylere muhalif oluşumdan biraz da, biraz da, biraz da.
       Yanlış yazdığım 'de'ler, 'ki'ler, affedin beni. Özellikle sen, sevimli 'de' bağlacı.
       Günlük tutmayı beceremiyorum. Benim en büyük yeteneğim, yeteneksiz oluşumdur, belki biraz da -şu da'ları doğru yazmayı başardığımda- beceriksiz oluşum. Yetenek olarak kendimde bir tek şey buluyorum, böyle bir yeteneksizlik kimsede olmadığına göre bana özgü bir yetenek olsa gerek.
       Kullanmadığım tüm Türkçe sözcükler, Eski Türkçe, affedin beni. Özellikle sen, unuttuğum kelimeler.

Esir Ticareti

“Belki bir şeylere sahipsin, ama kendi varlığın yok.”

Franz Kafka



Çünkü, kendi varlığını kaybettin.
İnsan, kendinde olmayanın peşindedir.
Kendinde olanı korumak, bu düşünülemez.
Hep sahip olmak varken, hiç kendini vermek olmaz.
İnsan, insana mı muhtaçtır?
İnsan, niçin kendinden kaçar, bir insana köle olur,
Köleliğini kendisi ilan ederek.
Böyle böyle giderek yayılır o korkunç esaret,
Afrika'dan getirilen siyahî bir köle,
Amerika'da güneyli esirler,
Dünyanın her yerinde giderek uzayan bu zincir,
İçerisinde kayboluyor insanlık,
İnsan pekçok şeye sahip olurken,
Esir bırakıyor kendi varlığını.
Ben sahibim şimdi, neye sahip olduğumu bilmeden.
Sahipliğime tek delil bunu göstererek.
İnsan, neye sahip olduğunu iddia ederse,
İlk kaybedeceği o olurken, ben,
Benden başka bir şeye sahip değilim,
Ki artık o da bana ait değilken.
Yaşasın, bu benden uzak özgürlük!
Esir ticareti tekrar başladı,
Pazarlarda çarşaf çarşaf insan satılıyor.
Kendini kaybetmiş her insan,
Ucuz bir meblağa kapaklanıyor.
Benim gibi kalbi göğüs kafesine esir düşenler,
Varlığını dünden yok sayıyor.

29 Mart 2014 Cumartesi

Us'suz

‎"...bir göğüs havayı solumak için böyle nasıl daralıp genişliyor, aklım almıyor, senden nasıl uzak kalınır, aklım almıyor." 

Franz Kafka / Milena'ya Mektuplar


Aklımın almadığı daha pek çok şey,
Kemiklerimin sözlerinle kırılışı,
Yerle bir olan şehirler,
Tunçtan kalbim ve,
Cehennem kadar masum ruhum.
Hepsi sen, hepsi sen oluyor,
Sen, seni terk etmek üzereyken.

Kalbime yürüyen sen,
Bertaraf ederken beni,
Şeytanmışım gibi kutsal suyla,
Yıkarken en baştan bedenimi,
Neden bu kadar yakarsın,
Darmadağın ettiğin etimi,
Neden bilmem, böyle susarsın.

Aklım almıyor, aklının aldığını.
Aklım eriyor ayak ucunda.
Sustukça susuşun giderek batıyor,
Kanımın en derin yerlerinde.
Ciğer limanımdan bir gemi kalkıyor,
Nereye gittiğini bilmeden,
Yol alıyor, belki sana, belki tekrar sana.

22 Mart 2014 Cumartesi

Unutkan Melek Şiiri

Bir mucize ile dünyaya geldiğini,
Unuttuğun gibi unutup;
Hayatın bir mucize olduğunu,
Unutursun, bir İngiliz filminde.

Balkonda leylekler ölüyor.
Bak, bir leylek sana gülüyor.
Heybeden düşen bebekler cennete uçup,
Senin için Tuba'ya çaput bağlıyor.

Birkaç yüzyıl önce, çok değil,
Saçların kevserde yıkanırken,
Açan gülleri unuttuğun gibi,
Unutursun, ardına bile bakmadan.

Dorian, Noraliya, Oblomov derken,
Sen cennet hatıralarını silerken,
İblis, adını göğe duyururken,
Tüm melekler köşelerinde ağlıyor, unutursun.

Saksağan susuzluğun eşiğinde,
Bülbül ise sevgisizliğin.
Bir gün ikisi de bir olup uçarlar,
Sen gramofondaki şarkıyı dinler, unutursun.

Sonunda Füsun öldü, gözleri yerde,
M.Puder sonsuza dek sustu, elleri nerde?
Bak, şu ölende Cânân olmalı,
Bir ben kaldım, şimdi gittim, unutursun.

Sus, kelimeler tüm dillerden silindi.
Öp, cennet sana susadı.
Koş, ardından gelen korku cellatları hızlandı.
Dur, beni unuttun, ben bölündüm.

Her yarama inci tozu döktüm.
Her yanıma yeni delikler açtım.
Canımı, canında unutup, Cânân'a karıştım.
Unutursun, bir mucizeyi unuttuğun gibi.

Ben bunları söyledim, sen yine de unutma, Melek.
Melekler, unutmaz.

16 Mart 2014 Pazar

Ulu Şeyler Üzerine

       Ulu şeyler ancak onun değerinde bir şeyler yaptığında orataya çıkar. Herkesten saklanır ve ancak onu erişen geldiğinde orataya çıkar. Ortaya çıkana kadar da onu hep çok uzak yerlerde sanarız. Bilmeyiz ki en güzel şeyler bize en uzak yerlerde değillerdir, bize en yakın yerlerdedir. Klasik bir söylemle, içimizde.
       Simurg'u arayan onu uzakta sandılar. Yolunu bilmeden vadiden vadiye dolaştılar. Vardıkları yerde kendilerinden başka kimse yoktu. Uluhiyyet'e ulaştılar, kendilerine. Kendileri bu sırra erdiler, sırlarını nesilden nesile aktardılar. Hiç kimse de bu bilindik sırrın peşine takılıp onların gittiği yoldan gitmediler. Keşfedilmiş bir sırrı yeniden keşfetmeye lüzum görmediler. Oysa aradıkları zaten bu sırdı, farketmediler.
       En bilinmez sırlara en bilinen yoldan ulaşılır. Kaf Dağı, sadece bir masal dağı değildir. Orası dünyanın tam ortasında herkesin gördüğü ama kimsenin tırmanmadığı bir dağdır. Simurg sadece cesaretli kuşlar değildir, isteyen kuşlardır. İsteyerek yola çıkılır, cesaretle yol aşılır, ulu bir mücadeleyle ulu olana varılır. Kestirme yollar insanı yanlışlara götürür, yolu daha da uzatır, insanı daha da yorar, anlamsal değeri giderek öldürür. İnsan, daha yolun sonuna varmadan sapmış olur, yoldayken yolsuz kalır. Ulu olanı bulmak isteyen ona yakışır şekilde mücadele etmelidir. Gökyüzüne dokunmak isteyen buhar olup hava karışmalı, denizle hemhâl olmak isteyen eriyip bir damla su olmalı, toprak olmak isteyense ölmeli. İnsan, neyi istiyorsa onun için mücadele etmeli.
       Kaf Dağı, kalbin üzerindeki bir çıkıntıdır aslında, kalbin bir tepesidir. Simurg, damarımızda gezinen kandır. Kaf Dağı'ndan başlar serüvenine, tekrar Kaf Dağı'na ulaşarak serüvenini sonlandırır. İnsan, insandan başlar serüvenine, bir başka insan üzerinde sonlandırır serüvenini, sonunda ulu şeyler ona erişir, o ulu şeylere erişebilmişse. Ululuk isteyen, ona yakışır davranmalı, bedelini ödemeli. Bu bedel, sonunda en güzel armağanları veren bedeldir.

15 Mart 2014 Cumartesi

Savruk Küller

-Beni ölünce onun yanaklarındaki gamzelere gömsünler Olric.
-Siz öldükten sonra gülecekse, külleriniz okyanusa daha çok yakışır efendimiz.

Oğuz Atay - Tutunamayanlar



Okyanusa külleri savur,
Her kül zerresi başka bir dalga ile buluşup,
Daha başka derinliklere gitsin.
Sonunda okyanuslar okyanuslara,
Piranalar piranalara,
Bende sana kavuşayım.

Irmaklara külleri savur,
Her ırmakla başka coğrafyalarda,
Başka su kardeşlerle tanışıp,
Başka bir âleme merhaba diyelim.
Kızılırmak yeşilırmakla karışsın,
Bende sana karışayım.

Denizlere külleri savur,
Büyük şehirlerin yanıbaşında olup,
Binlerce insanın yüzüne bakalım.
Her birinin en derin yerindeki,
En büyük sırra erelim.
Bende sana ereyim.

Göllere külleri savur.
Her bir balığın pullarına yapışıp,
Bir baştan bir başa bir gölü çevreleyip,
Bir sandaldan atılan ağa takılalım.
Balıklar ağlara takılsın.
Bende sana takılayım.

Her Adım Hiçliğe, Uzun ve Sessiz Bir Yol

Mecidiyeköy. Sadece heyecan, mutluluk, güzellik adına ne varsa hepsi, kısacası 'O'.
Otobüs. Biraz durağan. İnsanlar durağan, hiç kimse konuşmuyor. Modern zaman insanı dilsiz, sağır, kör ve daha neler. Modern zaman insanı kopuk.
Bayezid. Her yerden görülen minareler. Uzanıp giden arnavut kaldırımları. Yürüyen kalabalık. Yürüdüm, yürüdüm, sana varana kadar yürüyecektim. Önce bir mezarlık. Sultanlardan sandukalar, âlî kabirler. Sessizce dudaklarımın arasında mırıldanan dualar, sözler, tek tek bütün taşları okuyuş, dikitlerin görselliğinde boğuluş. Yürüdüm, yürüdüm, çok uzun süre yürüdüm.
Çemberlitaş. Uzun bir sütun. Seni düşündüm. Çemberlitaş diyip durdun, Gazi Atik Camii, avlusundan geçtim, indim, yürüdüm, yürüdüm. Büyük bir avluya vardım.
Nur-u Osmaniye Camii. Yürüdüm, isminin yazılı olduğu tabelaya baktım. O büyük cadde boyunca yürüyüp bir kitapçıya vardım. İçerisinde kitaplar arasında dolaştım. Senden haber yoktu, henüz. Sonra senden bir haber geldi, henüz. Yürüdüm sana doğru.
Divanyolu. Uzun cadde boyunca kimse benim kadar hızlı yürümüyordu. Uçuyormuş gibi taşlar üzerinden kayarak sana doğru geliyordum. Arada bir yanımdan geçen tramvaylar ile yarışıyor, sahaflar çarşısında dolanıyordum. Bir kitaptan diğer kitaba atlıyordum. Kapalı Çarşı'dan bir soluk alıp Bayezid Camii, meydan ve sonunda sen.
Kapalı Çarşı. Hızlı adımlarla, gülücüklerinle, sesinle, hışımlarınla, saçlarınla, kırmızı dudaklarınla, sonunda bir başka camii: Mahmutpaşa Camii. Çarşının çıkışında gördüğüm tek minare, buraya ait. Soluğu orada aldık. Sadece sustuk.

Sonra, sonrası yok.

Eminönü Yeni Camii avlusu. Kocaman bir sessizlik.
Otobüs yok, miting mi ne varmış! Yollar var sadece, bitip tükenmek bilmeyen ama bir yere de varmayan, sonu olmayan koca koca yollar. İçine düşeni yutan canavarlar.
Galata Köprüsü. Çok, çok uzun bir köprü, sahi, bu köprü bu kadar uzun muydu, yoksa giderek küçülen ve adımları da nisbeten küçülen ben miydim? Yürüdüm, yürüdüm ve sonunda sanırım köprüden bir caddeye çıktım.
Tünel. Birkaç saniye sürdü, sonunda iniş. Hangi ara metrolar bu kadar hızlanmıştı?
Galata Mevlevî-hânesi. Bir eşikten geçerek içeri girdim. Eskiden kalma bir koku, aynı kokuyu paylaşıyordum, yüzyıllar öncesinden kalan dervişlerle.
Şeyh Gâlib Türbesi. Sessiz, kimse sesini çıkarmıyor. Herkes neden sustu? Bir ben varım, cümleler bile yok. Sessizce okunan dualar, herkes susmuş, Münker ve Nekir hesap soruyor, yanıtlayan kimse yok, âlemi bir sessizlik kapladı.
İstiklâl Caddesi. Yolda yürüyen kalabalıklar. Herkes burada, bütün insanlar burada toplanmış. 7 milyar insanın 7 milyarı da burada deseler, inanacağım. Artık bana ne deseler inanacaktım. Ben, bende değildim, ben beni kaybetmiştim.
Galatasaray Meydanı. YKY Binası. Kitap kokusu. Kitapların bile alıp götüremediği yalnızlık, senin yalnızlığın. Başka türlü bir yalnızlık olsaydı şimdiye kadar çoktan dolardı, ama senin yalnızlığın, doldurulamıyor. Kitaptan kitaba atladım, daldan dala atlar gibi, birinde durakaldım. Orhan Pamuk'tan Yeni Hayat. Arkasında bir fotoğraf. Sadece bir fotoğraf için kitap alınır, anladım, aldım. Hiç düşünmeden o kitabı aldım. Rüya, bana güldü, Orhan göz kırptı, aklıma o ve onun özü geldi, yalnızlık parçalanarak o binanın içerisinde kaldı. Elimde bir kitap, ayracı da var üstelik! Yürüdüm, durmayı sevmem ki zaten. Hiç soluk almadan yürüdüm. Sonunda cadde de dayanamadı ve tükendi.
Taksim Metrosu. Giderek dibe batış. Giderek yeryüzünün dibine iniş. Tüm insanların altında oluş. Ayaklar altında çiğneniş.
Mecidiyeköy. Burası da neresi? O yok. Kimse yok. Ben yokum. Zira eve vardığımda ben çoktan erimiştim, çoktan. Onunla beraber, belki. Başladığım gibi bittim, doğduğum gibi öldüm. Yalnızlığım, yalnızlığın; bende birleşti.

11 Cemâzil-evvel 1435

7 Mart 2014 Cuma

Adem'den Havva'sına XXI

Havva`ya;
Hastalıklar gece çoğalır. Hayır, hastalıklar senin olmadığın her an çoğalır.
Çevremde kapkara bir şey var, ayağımı ne yana atsam o yanı karartıyor.
Sen uzaklaşıyorsun, giderek, ardına bile bakmadan; kıvrılarak ağaçların arasından;
Ellerinin kokusunu ağaç dallarına bıraka bıraka, sessizce, bana bakmadan.
Attığın her adımla daha da ileriye gidiyorsun, benim olmadığım ilerilere.
Bu kadar ileri olmamalı, geride de değil, yalnızca yanımda, yalnızca.
Nasıl ki gölgem bana dokunamıyorsa ben de sana öyle dokunamıyorum.
Ancak gölgemin benim peşimden koşuşu gibi senin peşinden koşuyorum.
Evet, ben bir gölgeyim, aslında sen de bir gölgesin. Ben senden uzaklaşmıyorum.
Sen daha belirgin bir gölgesin, ne yana adım atacağımı bile bilip o yana düşüyorsun.
Sen daha keskin bir gölgesin, karanlıkta bile seni görüyorum.
Karanlıkta bile bana gözüken bir gölgesin, böyle bir gölge de varmış, mucizemsin.
Koşuyorum, tutamıyorum, ellerimden kayıyorsun, ellerime sarılmıyorsun.
Ben çok hızlı koşarım, görüyorsun, anlıyorum, sen daha hızlı koşuyorsun.
Yakalanmak istemiyor, koşuyor, ardında ne bıraktığına bile bakmıyorsun.
Ben nefes nefese kaldım, yorulmadım, sadece gözlerim buğulandı.
Artık net göremiyorum, sen gittiğinden beri başka bir şey göremiyorum.
Her gece uzun, her gündüzün uzun olduğu gibi; bunlar asla kısalmıyor sensiz.
Havva'nın olmadığı yerde Âdem yok; Âdem, Havva'dan ibaret;
Biz birbirimize dengiz, denk yarattı ALLAH bizi; biz dengiyiz birbirimizin.
Her denklik gibi, kefelerin birbirinden ayrı olması gibi, ayrıyım Havva senden.
Ayrılık, bu benim evvelce bilmediğim yangın, gönül otağımı kavuran ateş.
Şimdi bildim cehennemi, şimdi bildim nasıl bir yangın olduğunu, henüz dünyadayken.
Şimdi bildim cezanın nasıl bir şey olduğunu, Havva'sızlığı, yangınları bildim.

Hastayım, çok hasta; henüz doktor yok, sen yoksun, iyileşemiyorum. Kanıyor burnum, kanıyor ruhum, kanıyor her yanım, Havva, kanlar içindeyim.
XXI

2 Mart 2014 Pazar

Adem'den Havva'sına XX

Havva'ya;
Bir ağacın gölgesinde, bir başka ağacın korumasında, bir daha başka ağacın kovuğunda.
Senle uyandım bugün Havva, göğsümde uyuyordun, hiç kımıldamadan.
Nefes alış verişlerin gayet naifti, kirpiklerin belli belirsiz kıpırdıyordu.
Bir kuş ağacın tepesine yuva yapmış, ağır ağır bir şeyler söylüyordu.
Göğsümdeki uykundan hiç uyanma Havva, uyanırsan kalkıp gidersin diye korkuyorum.
Sonra kendim uyanıyorum, sen yoksun yanımda, gördüğüm kirpiklerin değil.
Ne mel'un bir yer burası, ne mel'un kuşlar bunlar, senden haber getirmediler.
O esip gürleyen rüzgâr nerede, senin kokunu taşımakla yükümlü olan.
Güneş nerde, ay nerde, niye seni aydınlatıp bana göstermiyorlar?
Gözlerime mil çekildi, dilim boğazımda düğümlendi, kulaklarım işitmez.
Yokluğunla bu ömür, sen şahit ol ki geçmez; asla ve asla tükenmez.
Ne yana gideyim şimdi, sen doğumda mısın batımda mısın.
Güneş her sabah senle olduğu için mi bu kadar güzel doğar, yoksa;
Güneş her akşam senle olmak için mi bu kadar hızlı batar, gel anlat bana.
Gel anlat da bu şaibeli bilmece çözülsün. Cevabını yalnız senin bildiğin bilmece olmaz!
Bir sırrın var ise eğer, gel o sırra beraber erelim. Ermişlerin varlığını paylaşalım.
Bak, kimse yok bizden başka, dünya bomboş, sırrımızı herkesten saklarız.
Bir sır varsa eğer, bizim sırrımız olsun, biz senle bir sırrı da paylaşalım, onca şeyle beraber.
Ki sen, en güzel sırların, en güzel yerindesin, en güzel sırrımsın benim.
Ben ki o sırrı kendime dahi açmaz, kendi içimde kendimden saklarım.
Sır dediğinde böyle saklanır. Sır, sır içinde hapsedilir. Ey, en güzel sırrım!
Varlığımın sırrı, varlığımda sırlığını bulan, varlığıyla sırlanan, benim mühürlediğim!
Yok bu âlemde senin gibi bir sen daha, Yaratan yaratmış bizi birbirimize bir diye.
Ki o eşi olmayan, eşsizliğini göstermek için her kulunu denk kıldı. Hamdolsun.
Seni bana gösterdi, valığı yüce olsun! Şimdi sen gel Havva, bu güneş tekrar doğsun.
Karalığın içindeyim, kapkarayım; kömür gibi, is gibi.
Uçtu tepemdeki kuş, göğsümde uyuyan sen uyandın, ben bir başıma kaldım.
Dünya, dünya, dünya... Sadece geçici, kalan o değil, sen kalmalısın sonsuzluğa.

Göğsümde uyu, göğsümde uyan ve benle kal. Sen kalmalısın sonsuzluğa.
XX

1 Mart 2014 Cumartesi

Adem'den Havva'sına XIX

Havva'ya;
Takvimsiz bir günün, belirsiz bir saatinde, tüm dünya aslında dünyasızlıkla kaplıyken.
Havva, sana seslendim ben yıllar öncesinden, cennetten, o senli günlerden.
Sen tüm dünyayı cehenneme çevirdin, dünya bir sürgün yeriydi, cehennem yeri oldu.
Cehennemde feryat ediyorum artık, cehennemde bir kazık oldum, yana yana dönüyorum.
Cehennem ile dünyayı ayırt edemiyorum, her şey en kötü durumunda.
Bir çift denizatı gördüm bugün, bir çift sevgi gördüm, gözlerim onları gördü.
Denizin en açık yerinden en koyu yerine doğru gitmekteydiler.
Denizatlarını sevdim, tuttum ben onları bizim gibi gördüm, çok güzeldiler.
Denizatlarının birinin adını sen koydum, diğerini isimsiz bıraktım.
Dünya artık tersten dönüyor, önce gece doğuyor sonra gündüz batıyor.
Galiba dünyam yörüngesini de şaşırdı, ne yana döndüğünü kendisi de bilmiyor.
Sürekli yönünü şaşırıyor, sekmeye uğruyor, her gün deprem oluyor.
Her deprem ayrı bir felaket, sadece adım attığım yerlerde büyük yarıklar var.
Gördüğüm her yarığın içerisinden bir canavar çıkıp beni aşağıya çekmeye çalışıyor.
Bir gün bir tanesi beni yakalayamadan ben onu yakalayıp yeryüzüne çıkardım.
-Gerçi bu yeryüzü bile benim için sensizken yerin dibidir.-
Sordum ona, nedir bunun hikmeti, diye. Cevabı mağrurdu, kesindi, belliydi.
Sensizlikle cezalandırılışımın bedeliymiş, bana karanlığı göstermek niyetindeymiş.
Saldım gitti onu, karıştı toprağa, ben yine böyle kalakaldım.
Zaten karanlıktayım, o canavarlar ki benim karanlığımı görmezler.
Bir insanın içi karanlıkla kaplı, bunu hiçbir canlı göremez, anlayamaz, zira insan anlaşılmaz.
Sana yazmak, Havva; sana yazmak aslında yıldızlarla konuşmak gibi.
Ben her gece onlara seni anlatıyorum, birisi dayanamayıp kayıyor, intihar ediyor.
Senin olmayışın onların bile dengesini bozdu, her gece birisi daha kayıyor gökyüzünden.
Bir yerde kayan bir yıldız gördüğünde bil ki ona seni anlatmışımdır ve o dayanamamıştır.
İşte öyle bende dayanamıyorum, kayıyorum giderek bu dünyanın derinliklerine doğru.
Bir yıldızdan saha süratli, sensizlikle kaplıyken, yalnızlığımın adını koyamazken.
Denizatlarını seviyorum, onlara sen diye sesleniyorum.

Güzel bir deniz atı var elimde, senden yadigar, seni anlatan, sensizlikle cezalandıran, gözlerini yitirmiş. Güzelliğin ona gözlerini kaybettirmiş. Güzelliğini gören gözler o sarhoşluktan kör olur.
XIX