31 Aralık 2014 Çarşamba

Yeşildeniz

Karaya çıkamıyorum ve esir kaldım denizde,
Sonsuzluğu bir uçtan bir uca,
Kuşatıyorum karalarımla, gel benimle,
Tüm müdafalar kaybedişe hazırlanıştır, bil.

Yağmur yağdı ve gökle deniz,
Birleşti dünyanın en kesif yerinde.
Kendi içimde başlayıp sonlanan,
Adı konmamış bir nehrin kendisiyim.

Denizime yeşil rengi seçtim, can diye.
En dipten alglerle sardım, korunsun diye.
Ben yeşile kendimi verdim, kimse görmesin diye.

Yeşil deniz yarıldı Musa tarafından,
Kızıla boyadım yüzünü,
Kimse bilmesin diye cismi olmayanın adını.

25 Aralık 2014 Perşembe

Âdem'den Önce Havva

Tabiatın içinde yalnız bırakıldım,
Kimin adını Havva koydular,
Ben henüz Âdem olmadan;
Sen benden önce mi doğdun?

Senden önce doğmadıysam,
Senden önce ölemez miyim;
Kim tuttu mahremiyetimin uçlarını,
Ben henüz hazır değilim, gelmeye.

Gövdemde dalların çizikleri var, affet,
Dikenler tünedi bedenimden,
Ben bir ağacın insan haliyim, köküm gökte.

Âşk, senin içindeki hayatken Havva,
Ölümün eşiğinde kim kucaklayacak beni,
Henüz çok erken doğmam için.

24 Aralık 2014 Çarşamba

El

Çirkin bir elden daha korkunç ne olabilir,
Bir sanatçının adını yazan, elin çirkinliği;
Önce eller başlar yaşatmaya, yaşatmak kadar yazmaya,
Ölünce ellerimizi beyaz ipeklere sarmayın.

Bir el nasıl çürür ve hangi hayvan büyük bir iştahla,
Yer bir şâirin elini, bir zamanlar şiirler yazan;
Akıl tutukluklarının sebebidir unutulmaları,
Bir insanın anlamlanmaya elden başlayacağı.

Ey ellerinin çirkinliğiyle katleden kiralık katil,
Bir ele 'ölüm' denen kelepçeyi, geçirmeye utanmıyor musun,
Canlılık pınarının kurumasına neden olmaya.

El, el, el dedim ve yazdım ellerimle,
Altın varakları süsleyen eller kadar sevgiyle,
Bir minyatür üstâdı daha çıkmaz, bir elin haritasını çizmeye.

22 Aralık 2014 Pazartesi

Düşüş

Dallarından düştüm Tuba Ağacı'nın,
Tüm nimetlerden mahrumum;
Tüm düşüşler şiddetlidir, gece kadar,
Keskin mi çalılar senin kirpiklerinden?

Kapandığımda kaplumbağanın mahfazasına,
Üzerime karanlığı da serdiler, çirkin bir elle;
Üşüyüşüm soğuğun olmadığından, ellerin çirkinliğinden,
Ben yaz vakti daha da korkarım.

Güneşi istemiyorum bana karanlığı verin,
Hiçbir aydınlık gizlemez karanlığı, ortaya çıkarır yalnızca,
Biri anlasın artık kötülük çiçeklerinin iyiliğini.

Kim bir iyilik yaptıysa çetelesi tutuldu,
Defterlere yazıldı satır satır, oysa aynı defterde,
Çirkinliklerimiz kayıtlıydı bir zamanlar.

21 Aralık 2014 Pazar

Rayiha'ya Mektuplar

Rayihacığım, ben bu hayatta en çok seni sevdim, gece karanlığında dolandığım sokaklar, köşebaşlarında beni büyük bir hırs ve yabancılıkla karşılayan köpekler, beni büyük bir aldanışın içinde dünyanın en mutlu insanı yapan amcaoğlum Süleyman, Çukurcuma'nın Tarlabaşı'nın Beyoğlu'nun yokuşlarını tırmanırken aslında hayat denen şeye tırmandığımı her zaman bilir ve bu tırmanışı gerçekleştirdiğim ipin Rapunzel misali senin saçların olduğunu görürdüm, her şey senin ve senin olduğun şeylerin bir izdüşümü, daha ben gelmeden yolumu gözleyen sen ve Fatma ile Fevziye benim hayatımın büyük mirası, ben en çok sizi sevdim Rayiha, başıma ne gelirse gelsin ev denen o dört duvar arasında seni bulacağımı ve senin durum ne olursa olsun beni hep koruyacağını, kollayacağını, saracağını ve canımı yakan ne varsa büyük bir hassasiyetle onları benden alıp tekrar huzuru içime ekeceğine inandım ve Rayiha sen gittiğinde ben kendimi büyük bir acının içinde buldum ve artık ne yaşadığım hayat daha önceden düşüncelerle boğulduğum zamanlarda ve kıyıda seni gördüğüm ânlardaki gibi ne de hissettiklerimi söylediğim insanlar senin anlayışına sahip, ben bu hayatta yalnızca seni sevdim çünkü hayatta niyetin her zaman kısmetle kesişmediğini ve kesişse dahi bunun  kesin olarak insanı mutlu eden şey olamayabileceğini öğrendim ve öğrendiğim bir şey daha varsa niyet ile kısmet arasındaki uçurum zaman içinde kapanabiliyor ve insan kısmetine niyet etmeyi de öğrenebiliyor ve hatta içinde gizliden gizliye kısmetine niyet ettiğini bazen farkedebiliyor çünkü insan genel olarak mutlu olmaya niyetlendiğinde kısmeti de ona bunu getirebiliyor ve Rayiha, hayat dediğimiz bu karmaşa bizim üzerimizde hiç anlamlandıramadığımız, düşünemediğimiz ve düşünsek dahi kurallarını kendisi belirlediğinden hiçbir zaman bizim irademize tam olarak teslim olmayıp bildiğini okuyor ve kendisi bunu yaparken haşin bir çocuk gibi önüne ne çıkarsa çıksın yok sayıp yalnızca kendi istediğine odaklanıyor ve bazen insan, hayatın içinde konumunu sorgulamaya başladığında bir kukla olup olmadığını çözemiyor ve bu hayat karmaşası ömür boyunca sürüp giderken ne yapacağını bilemeyen milyonlarca insan ya komünist olup çıkıyor ya da faşist olup bir köşede bekleyişe geçiyor ancak unutulan duyulardan birisi de hangi tarafa geçerse geçsin insanın içinde tarafını belirleyenin kendisi mi yoksa çevresi mi olduğuna dair bir şüphe hep kalıyor ve her iki kesimden de insanlarla bağı olanlar iki arada bir derede hep itelenip, ötelenip, kakılıp kalıyor ve insan tarafsız olmaya niyetlense kısmetine bu düşmeyebiliyor ve ben biliyorum ki Rayiha, her ne kadar nötürleşme eyiliminde olsam dahi herkes bir tarafa ait olduğu için beni diğer tarafa itelemeye çalışırken asla tam olarak oraya yanaşmama da izin vermiyorlar, arada kalanlar hep uzaktaki yakın olarak değerlendirilmeye alışılmıştır ve insan hiçbir zaman yalnızca kendisinin değildir ama Rayiha sen bil ki ben her zaman kendimin bile değil seninim, senin olmak ve kızlarımız Fatma ile Fevziye'nin babası olmak benim yeryüzünde var olduğum gerçeğinin yansımasıdır işte, ben sokaklarda boza, yoğurt satarken ait olduğum tek şey sensin Rayiha, ben ne diyeceğimi bilmiyorum ve sen zaten benim çok da konuşkan olmadığımı biliyorsun, neden öldün Rayiha, neden bize ait olan bir şeyle başını alıp gittin, bizim olanı sen aldın ve gittin Rayiha, şimdi benim payıma düşen hayatta en çok seni sevdiğim gerçeğiyle baş başa kalmak, yanına geleceğim Rayihacığım, herkes belki bir gün kavuşur.
Abdullahmevlut
#KafamdaBirTuhaflık

Gökteki Cehennem Çukuru

İçinde olduğum çukuru,
Görüyor musun?
Ey buluta tünemiş hayat,
Zindanlarım içimden dışarı taşar.
Bir yalvarış gökten yere.
Cehennem gökte mi dipte mi?
Kim dedi çukurların yukarda olmadığını,
Ben yükseldikçe dibi buldum:
Simgelerimin içinde hayat var mı?
Ağaç kovuğuna tüneyen ağaçkakanlar gibi,
Saplandım kaldım yeryüzüne.
Kim açacak kapıları;
Kilitlerin sahibi meydana çıksın.
Ben bir Ebabil'im;
Gökte gezer yere tünerim;
Konmam tenlerinize.
Yeşil kapıdan çıktığımda, dönmemecesine,
Evimin duvarları karanlıktı,
Ardımda bir yeşil kapı, gözleri ıslanmış mıdır?
-Kimse bilmiyordu yeşilin uğurunu.-
Ben giderken kaderimi de içimde taşıdım,
Boynumda muska taşır gibi,
İnsan kaderinden kopamıyormuş.
Benim cehennem çukurum gökte,
İnsan yükseldikçe de çukurun dibini boylar.
Tüm anlamsal ifadeler donuklaşırken,
Bir çukurun içinde hayat bulur kederler.

Cinsiyet Kokuyor Aşklarınız

Cinsiyet kokuyor aşklarınız.
Hangi ara yalana bulaştınız?
Canım sıkıldı ayıklarken,
İyiyle kötüyü birbirinden.
Birbirine dolanan bedenleriniz son kez birleşsin,
Artık ayrılma vakti ıslak dudakların.

Ne vardı bu kadar birbirine dolayacak,
Kaderlerimizi.
-Biz Kızılırmak'ın suyunda boğulduk.-
Her güz yeniden doğan doğa,
Bir kez olsun yeşertmez içlerindeki,
Ölü kalmış sevda kuyularını.

İsyan etmek istiyorum,
Köhnede kalmış umarsızlıklara,
Kalabalığın ortasında birleşen dudaklara,
Mahremiyeti yerle bir eden,
Bezmiş yapay-insanlara.
-Biz Harman Kaya'nın tepesinden kendimizi attık.-

Evin köşe başını yıkayan kadınlar gibi,
Yıkamalıydınız aşkları;
En baştan,
Eskiye ait tek bir köşe kalmayıncaya.
Tenlerden söküp atsaydınız cinsiyetleri,
Geriye kalmayacaktı, elem.

19 Aralık 2014 Cuma

Yokoğlu Yok

       Yok, var olduğu günden beri varın da üzerinde. Hiç tekrara düşmeyen varlık, her ân içimizde hissettiğimiz. Babadan oğula kadim miras, dededen toruna, büyük dededen küçük toruna, Âdem'den sevgili soyuna.
    Adı 'Yok' olan büyük baba ve adı 'Yok' olacak torun, işitin sesimi. Gelenektir bize atadan, doğacağa adını vermek ölenin, gelenle gideni yaşatmak, en büyüğün adını en küçüğün taşıması; unutulmamak ve unutulmaya müsaade etmemek, unutulmamak için. Yok'un oğulları, unutmayın yoklukta çekilenleri, varlık hapsetmesin sizi, özünüzden kopmayın.
      Bir kopuşun izinden gidiyoruz. Herkes bir kopuşun neslidir, kendi içinde. Kendi içimizde doğurup öldürdüğümüz ruhlar, henüz bir bedene kavuşamadan ayrıldı. Daha kalemi alıp yazmadan silgiyle boş sayfayı silmek.
       Daha yemek yeyip dudakta lekesini bırakmadan yüzü yıkamak.
       Daha denize varmadan soyunup kumda yüzmeye çalışmak.
       Daha soru sorulmadan cevabı düşünmek.
      Yokoğlu Yok, söze gerek bırakmaz. Yok'u anlatmak için bu kadar mücadele etmek belki de onu 'var' kılmak için çalışmaktır. Benim yaptığım görülmeyi görülür kılmak, yazılmayanı yazılmış kılmak, seçilmeyeni seçildiğine ikna etmek, sonsuza hiçlik demek, benim yaptığım hangisi?
      Bir nesil türedi ardında hiçliği besleyecek. İntihar, katliam, infaz. İçinde sadece yokluğa geçiş var. Var olanlar hiçbir zaman kendilerine böyle sarılmadı. Yok olanlar hep keskin saflarla ayırdılar kendilerini, ölüm hiç kendini gizler mi?

7 Aralık 2014 Pazar

Bu Şiir Sen Oku Diye Yazıldı

Sen oku diye bir şiir yazdım,
Kaynağını avuçlarından alan,
Doya doya içtiğim gözyaşları,
Tükürdüğüm çamurlu su.

Ben sana bir şiir yazdım,
Kamıştan kalemim eğrilmeden,
Saman kâğıtlar yırtılmadan,
Kitaplarım yağmurla sulanmadan önce.

Senin okumanı istediğim bir şiir yazdım,
İçinde Lokman'ın kaybettiği ilaç,
Süleyman'ın gizemli yüzüğü,
Mecnûn'un vazgeçtiği aklı olan.

Bu şiir sen oku diye yazıldı,
Kendimi kaybettiğim bir ân,
Henüz elimdeyken kalem,
Unutmuşken yazmanın ne demek olduğunu.

Cem Arian, Ben Bu Şarkıyı Sana Yazdım
Enver Aysever, Bu Roman O Kız Okusun Diye Yazıldı
Selam olsun.

5 Aralık 2014 Cuma

1001 Gece Şiiri

Kim tutturdu gece vakti,
Karanlığa şiir yazmayı ve uykumu kaçırıp,
Bin bir geceden bin bir şiir çıkarmayı?
-Benim masallarım ölü doğar.-
Ceninlerin üzerinde mührüm.
Özür dilerim, dilerim özür, sus.
Öldürmek değildi niyetim doğumlarda,
Hiç bilmediğim günlerin sabahında,
Sergilerlerdi seviyi yüreklerde,
Ben kaçardım,
İnanmazdım.
Kim tutturdu bir şaire,
Gece vakti geceden soyutlanmış,
Şiirler yazmasını?
Bin bir gece için bin bir ağıt yakılır da,
Bin bir şiir dökülmüyor,
Ömrüm yetmiyor.
-Bazen bir şiir için bir ömür beklemek gerek.-
Ufka değin yürüsem yine,
Yolun var daha, denilecektir sinsice.
Feleğin çarkı üzerimden geçer,
Ben bir yolun zeminiyim, çiğnenen.
Menzilimin sonu gelmez,
Geldiği gün gülümsenmez.
Ağıtlar sussun, hayır;
Henüz ölmedik ve yaşıyoruz,
Buna yaşamak denirse, ki yaşıyoruz.
Hâlâ gülüyoruz yüzümümüze etten maskeler çekip.
Seviyoruz, yetmez mi?
İçinde sevgiliyi barındıran şiir,
Bin bir gece masalına denk düşmez mi?

24 Kasım 2014 Pazartesi

Bakma Bana Öyle

Bakma bana öyle,
Alışık değilim aydınlığa.
Sunma yeşil ırmaklarla dolu cenneti,
Alışık değilim güneşe.

Yum gözlerini ve düşle beni,
Eğer görebilirsen karanlıktan ayırt edip.
Kısma dudaklarını ki inciler,
Çıksınlar sadeflerinden.

Bakma bana öyle derinden,
Ömrüm yetmez seni tamamlamaya.
Dayanamam gözlerin karşısında,
Duramam artık.

Aşk boğazından karşıya geçmeyi dilerim,
Bir kayığın içinde belki.
Orada boğulmak,
Gönül çukuruna gömülmek isterim.

ama, bakma bana öyle.
Alışık değilim diyorum sevgiye.
Hiç sevilmedi aslında, kimse.
Kimsenin alnında yok böyle bir yazı.

Kaçır artık gözlerini benden,
Yetmez mi bu tutsaklık?
Neden dilersin sevgilim esaretimi,
Özgürlük bana özgüydü oysa

Bakma bana sevgilim bakma.
Âşık erir karşında bakma.
Tükenmişliğin suyundayım,
Bana öyle bakma.

10.XI.2014

23 Kasım 2014 Pazar

Nilgün'e Mektuplar

Hayır Nilgün, sen ölmemeliydin ve yürüdüğün yolda plaja giderken bir an olsun arkana bakmadan koşmalıydın, ev çok uzak değil ve Babaanne'nin sesi hâlâ kulağında ve sen hiç usanmadan beni dinliyip bu dinlencelerin sonunda beni en zayıf noktamdan yakalayacak bir yer buluyorsun ve ben senin karşında tıpkı senin karşında olan aciz bir mahluk gibi ne yapacağımı bilemeden oyalanıp eşelenip kucaklanıp duruyorum ve sen ilgini benim üzerimden hiç eksik etmeden veya tüm varlığını benim üzerime doğrultarak bana daha önce hiç sahip olmadığım bir yer açıyorsun ve ben okuduğum veya okumakta olduğum kitapları ya bir kenara bırakıyorum ya da okuduklarımın içerisinde okumadıklarımı eritip defterime sıra sıra hiç önem vermeden ve belki de kaybedeceğimi bilerek yazıyorum ve bu yazmalarım sonucunda senin yüzünde ufak bir gülümseme için tüm vaktimi harcamaya razıyım çünkü biliyorum ki sen ben ne yaparsam yapayım, hiç düşünmeden söylediklerimi kabullenmeye, yer yer sorgulamaya, destek olmaya ve tüm eksikliklerimi içinden gelen bir dürtüyle örtmeye razısın, hayır Nilgün sen ölmemelisin ve ben tıpkı baban ve deden gibi en şiddetli krizlerin içerisinde senin yerine ölmeliyim ve bu ölüm sırasında senin beyin kanamanı da üzerime almalıyım ki sen rahat bir ömür sürebilesin ve ben aslında tüm bunları yaparken senin için kardeş, ağbi, sevgili gibi tüm kelimeleri yüklenip seni doğru bir şekilde yansıtmalıyım Nilgün, ve Babaanne sana beni sorduğunda sen benim sadece senin bildiğin bir yerde olduğumu söyleyip sana kötülük yapmak isteyen tüm o komünist ve faşistleri kendinden uzak tut, kendinden uzak tuttuğun insanların sayısı ne kadar artarsa işte benim ölmem de aynı miktarda anlam kazanacaktır ve şunu bil ki Nilgün, ben asla boşuna ölmek istemiyorum, senin beyin kanamanı üzerime alma nedenim de zaten Şevket ve Orhan bir hafta sonra buraya geldiklerinde onlara benim senin için yaptıklarımı anlatman ve belki Orhan üşenmezse benim romanımı yazmasını sağlaman, Adnan Bihter'i, Bihter Behlül'ü severken seni sevmiş olan ben bu üçgenin tam olarak neresindeyim bilmiyorum ama senden ibaret olan bir dairenin merkezini teşkil ettiğime dair bir şüphem yok ve Kemal'in romanını nasıl ki birinci tekil kişinin ağzından yazdıysa Orhan ben senin romanını yazamadım affet ama o benim ağzımdan senin romanını yazsın Nilgün, o zaman ben boşuna ölmemiş olduğum gibi kendi nezdimde de seni sonsuza kadar yaşatmış olacağımı düşünürüm ve artık gitmek zorundayım Nilgün ve sen benim için de üst kata çıkıp Babaanne'ye hep o aptal soruları sormaya ve yarı-cevapları almaya devam et ve beni Darvınoğlu ailesinin mezarlığında daha sonra kendinin de gömüleceği yerin yanına göm, bir ağaç olsun başucumuzda ama bir dakika Nilgün ve ölen sensen ben seni oraya gömüp bir an önce yanına gelmeliyim, geleceğim Nilgün, az kaldı, yanında olacağım, mezarını mezarımla ısıtacağım, hayır Nilgün sen hâlâ ölmedin.
Abdullahfarukmetinhasan
#SessizEv

Sadece Seni Yazmak İsterdim

     İngilizce bilmiyorum lakin seni birde İngilizce anlatmak isterdim, Çince, Korece, Moğolca, İbranice, Latince, Urduca ve bilinen tüm diller. Tüm lisanlardan ayrı yeni bir lisan oluşturup seni birde öyle anlatmak isterdim. Tüm katmanların üzerine çıkmak, tüm kuralları yok saymak ve aslında kuralların olmadığı bir dilde olmadık şekilde seni anlatmak. Bir şey yazmak ancak hiç okuyamamak. Herkesin gördüğü ancak kimsenin anlamadığı bir biçimde yazmak, şimdi yaptığım gibi. Herkesin tüm harflerı açık seçik gördüğü ancak içine girip dibinde neyin olduğunu kavrayamadığı sular, istiridyenin içindeki inci, balığın karnındaki Yûnus, bulutun haznesindeki yağmur damlası ve saklanan ne varsa. 
      Tüm gizleri toplayıp senin bedenine hapsetmek isterdim. Bedeninin büyüklüğünde tüm sırlar daha da küçülürdü, hatta öylesine bir sinerlerdi ki sana, sen ne olduğunu bile anlamadan tenin tüm sırlara yuva yapardı ve sen şefkatli bir anne gibi onları büyütürdün ve sen yavrularını yuvasında tüm rahatlığıyla büyütmek için dolanıp sonunda bir ot parçasıyla dahi olsa besleyen anne kuş merhametiyle onları göz göz ev yapıp barındıkları yerlerde beslerdin, sen öyle herkesten uzak her şeye yakın tüm sırları anlardın.
       Cümle veya kelimelerden değil, harflerden oluşan bir dille seni anlatmak isterdim ve hatta belki yalnızca seslerle. Her harf bir anlama bürünüp tüm sesler böylece karşılanacaktı, yeni bir abeceyle. Ne Latince'nin kolay çözümlenirliği ne Arapça'nın estetiği ne de Çince'nin karmaşası onda barınmayacaktı. Harfleri kâğıtlara değil ete yazılacaktı, kanla. İşte kalbe aşketmek demek isterdim buna, eğer benden evvel denmediyse. Benden sonra denecekse de benden olduğu bilinsin isterdim ve bunun yalnızca senin için oluşturulduğunu.
     Bildiğim ne varsa sadece senden bilmek isterdim. Öyle ki yürümeyi, koşmayı, büyümeyi, yaşlanmayı, emeklemeyi ve ölmeyi senden öğrenmek isterdim, yalnız doğum hariç. Doğum iki kişilik olmalıdır oysa, biz doğumun iki ucuyuz, doğum bizim doğumumuz, ölüm ayrı ayrı. Biz beraber doğduk demek isterdim ben doğduğumda, oysa ben öldüğümde yalnızdım, demek isterdim, her ne kadar ölümlerle doğumların kuyusuna benden başka düşen yoksa dahi. Tekrarlıyorum işte, bildiğim tek lisanda, benim doğumumdu bizim doğumumuz, benim ölümüm değil bizim ölümümüz. Toprak benden ölümü alsın ve bana doğumu bahşetsin.
       Sadece seni yazmak isterdim, yazabilseydim.

22 Kasım 2014 Cumartesi

İskandinavya Cehennemi

İskandinavya kadar ısıtır mısın içimi?
ve fanusun içine tıktığım gece,
Kim çıkardı seni dışarı?
Ben mutluydum,
Henüz gelmemişken dünyaya.
Lacivert bir bulut gezerdi tepemde,
Bana sergilediği koyuluğun en güzel tonunda,
Şiirler okurdum ona,
Her ne kadar anlamasada.
-Herkes anlasaydı ölürdü şiirim.-
Ben, çıkarılışım gibi cennetten apar topar,
Koparmaya geldim bağımı tüm yargılardan.
İnsanın koyduğu tüm kurallar,
Bir başkasının gelip onu kaldırmasını bekler.
İskandinavya kadar ısıt içimi,
Çok üşüdüm tut beni,
Sar ve sarmala,
Mümkünse,
Eğer,
Ölmeden önce.
O billur fanusun içinde,
Bir ömür, ömürden güzel,
Kristal hayat.
İskandinavya'da cehennemi tatmadan önceydi,
Yaşadığım her şey.

21 Kasım 2014 Cuma

Berlin Duvarı'ndan Çin Seddi'ne

Berlin Duvarı'ndan Çin Seddi'ne: Konstantinepolis'te

Berlin duvarını ben inşa ettim,
ve hatta Çin seddini;
İçimden dünyaya çektiğim,
Koca bit setti onlar, adı duyulan.
İçimin coğrafyası yerle bir oldu,
Affedilmedi gönül erlerim.
-Her sınır içimde sınırsızlıklara neden oldu.-
Anlama hat çekmek isteyen,
Vahşi yol kesenlerin unuttukları,
Bilinmez diyarlara açılan geçitlerdi.
Tüm geçitler dağların kalbini deler,
Unuttu insanlar.
Ben, eridim üzerimize yağan yağmurda;
İçinde kanlı kar olan.
-Mendilde ciğer kanı.-
Surlarımda gedikler açıldı,
Hangi fetih bu kadar kolay olabilirdi?
Bizans yıkılmıştı benden önce, biraz,
Bana kalan yıkıntılar.
Bir şehri dirilttim, kalbimi verdim;
Oysa bu koca bir taş yığını,
Birde etten oyma heykeller.
-Konstantin dirilmedi hayır, kenti ben kurdum.-
Şehri ellerimle sıvadım.
Hristiyanların beklediği o kutsal melek,
Sendin sevgili ve sen,
Onları yalnız bıraktığın gibi yalnız bıraktın beni.
-Ne onların Mesih'i geri geldi ne benimki.-
Angelus, gel ve kon omuzlarıma,
Gülümseyelim doğan güne, gün batarken.
Kirpiklerin kadar can bağışlayayım hayata.
-Angelus, gel ve kon gönül çınarıma.-

20 Kasım 2014 Perşembe

Günden Kopuk Günün Güncesi

17.XI.2014 - Günden Kopuk Günün Güncesi

Günden bugünü kopararak yazmaya başlıyorum. Kelamı günün dışına çıkarıp günün geri kalanına bir ışığın izdüşümünü yansıtmak istiyorum.

22:55
Gün, karanlığın içine hapsolmuşken doğan güneş değil bir insanın nuranî varlığıydı. Nuranî varlık, bir gök cismi gibi karanlığın en kesif noktalarından çıkıp benim gönlüme bir insanın duvara çarpışı gibi çarptı, bu aynı zamanda benim de çarpılmamdı, sonunda ben de çarpıldım, bu ilahî bir çarpılmaydı ve içinde ilahilik olan her şey gönlün sularında var olur. Gönüller Yaratıcı'nın elindeyse ve bu ilahilik her şeyden önce onun takdir ettiği ve yazgısını onun çizdiği bir durumsa o zaman bu yazgıyı insan gönül duvarlarına yazdığı gibi ellerinin uzandığı her yere yazmalıdır. Ben, elimin uzandığı ve kalemimin yazdığı her yere işte bu ilahî sırrı nakşediyorum, aşkediyorum, taşa kazıyorum. İşte, kelamım böyle başladı ve gelişmeye bu çizgi suretiyle devam etmeli.

 23:01
Aşk ile gelişen bir hayat ve hudutlarını sevgilinin çizdiği bir yaşam bize sunulan geçiciliğin ve vadedilen kutsiyetin ilk manevralarıyla beraber aynı zamanda varlığın ta kendisini meydana getirmektedir. Doğuda gün doğusuna, batıda gün batısına ve kuzey ile güneyde gün ortasına kadar ben bu yazgıyı yazacağım, ezelde yazılmış yazgının üzerinden geçeceğim, zira bu yazgıyı tekrar yazmak da yazgımın bir parçası. Söylesene sevgili, diyerek söze girildiğinde sevgilinin susuşu biraz da susuzluğundan olsa gerek ki sevgili susuş ile susuzluğu aynı çeşmeden akan su olarak algılamış ve başka bir iklimin içinde hiç var olmamıştır. Var olan âşıktır, sevgilinin varlığı âşığın varlığının yansımasından başka bir şey değil. Bir olmak, sevgiliyi kendi bedeniyle buluşturmaktan başka bir şey değil. Soyunmak, sevgilinin soyunmuş teninde güneşle ayı geceyle günü yerle göğü siyahla beyazı sevgiyle nefreti acıyla tatlıyı melekle şeytanı aynı ânda görmektir. Akıl hanemde gezinen ve ritmik bir şekilde sevgiliyi zikreden varlıklar yalnızca onun adının harflerinden oluşuyor. Akıl, sevgilinin güzel isimlerindendir. Kalp, sevgilinin en güzel isimlerindendir. Ruh, sevgilinin daha en güzel isimlerindendir. Tecerrüd, sevgilinin daha en pek güzel isimlerindendir. *, sevgilinin daha en pek çok güzel isimlerindendir. Tüm bu güzel isimlerin suya aksetmesi gibi kalp deryama vurması bir tesadüfün değil bir iradenin tecelli etmesidir. İşte benim yüreğim tüm bu çarpışmaların ve çarpılmaların ev sahipliği yaptığı yerdir.

23:05
Gün, gecenin koynuna atıldı ve gözlerini yumdu. Gece mi dişi gündüz mü dişi? Geceyle gündüz ne zaman sevişir? Günün bekçiliğini güneş gecenin bekçiliğini ay mı yapar? Gözleri güneşten daha parlak olan ve alnında nurdan bir aynayla dolanan sevgili güneş ve ayın anasıdır, atasıdır, zira o ışığın kaynağının kaynağıdır. O, tüm pınarların gözüdür. Sevgili, gözgünün kendisidir. Sonu gelmeyen kelimeler. Ben aşkımı taşa vurmak istiyorum. Ben aşkımı ağaca mühürlemek istiyorum. Ben aşkımı göğe ve yere yayıp uzayıp giden bir bütün olarak yazmak istiyorum. Ne kelamım bitmeli ne sözüm. Bunlar biterse biter sevgili. Oysa bende ne sevgilinin ne de sevgiliyi yazmanın sonu gözükmüyor. İlahî çarpılmam sonsuza dek sürecek gibi görünüyor, galiba bu sefer fena çarpıldım. Çarpılmaların en güzeli. Çarpılmaların ALLAH tarafından ezelden yazgılananı. Çarpılmaların yazısını yazanım, çarpılmaların her şeyini yazamayanım, kalpten geçen her şey yazılamaz ki, henüz yazılmaz.

 23:07
En doğudan en batıya adım yankılansın. Ben adı yankılandığında kendinden önce kendini kendi yapanın anlaşılacağı kişiyim. Ben sevgilinin soyunmuş halinin kendisi ve atasıyım. Ben sevgilinin âşık şekline bürünmüş haliyim. Ben sevgiliyim, ben sevgiliyi o vasfa yükseltenim. Ben sevgiliden ibaret olanım. Ben *im. Ben sevgilinin ismini kendinde saklayanım. Ben ismini daha doğudan daha batıya yaymak istediğim sevgilinin âşığıyım.

23:08
Ve Ares fısıldadı Venüs'ün dudaklarına: Dudaktan inilir kalbe, cennet ruhtan geçen kale ve surları yaran senin ellerin.
Sonunda tükendi geceyle gündüz ve günden soyutlanmış güncenin sonu geldi. Sonlar, bilinmek içindir, yaşanmak için değil.

19 Kasım 2014 Çarşamba

Âşığın Dilinde Âh

Âh-
Kalbi kırık kuşun,
Kış yüzüne gülmediğinden,
ve sürgün edildiğinde gökyüzünden.

Âh-
Balık yüzmeyi unuttu,
Mavi çekilip alındığında denizden,
Yutkunması boğazında takılı kaldı.

Âh-
Kızıl bir şurup içti kızıl saçlı kadın,
Sesinde düğümlendi parıltılar,
Buluşmadığından teni bir öpücükle.

Âh-
Sezgilerini evde unuttu adam,
Hiç bilmediğinden sevginin narin dokunuşunu,
Yolda kaybettiğinden geleceğini.

Âh-
Ardından kapanan kendi kapılarıydı,
Geçmişinde gömülü mezarlar dirildi,
Bu koca yaşam, sadece ölmeye dair yazılmış.

Âh-
Tükenmişliğinin içinde kendini süsledi çocuk,
Kavrayamadığından çöplükte güzellik olmayacağını,
Kandırıldığından vazgeçti yaşamdan.

Âh-
Aşklar gömüldü naylon mezarlara,
Hiçbir zaman vazgeçilemediği için engellerini aşmaktan,
Hiç sevilemediği için sevilen, ölü tende âşık.

Âh-
Öldüm ben de her gün ölen güneş gibi,
Doğum hiç yok,
Sadece ölmeye yaşamak kapalı kepenkler ardında.

18 Kasım 2014 Salı

Melekü'l-Kudüs

Kudüs, Kudüs, Kudüs,
Çok uzun zaman geçti,
Sıcak bir nefes gibi aksana boğazımdan.
Kaçtım üzerime yağan yağmurdan,
Affet beni Aksa,
Önünde sessizce duruyordum,
Yağan dolularla taşlaşırken bedenler.

Somore yerle bir oldu anlayın artık.
İçinizdeki kentler ölü.
Biz öldük şimdi Kudüs'le.
İşgal altında nefeslerimiz.
Aklımda bir kırbaç şaklaması,
İnen hiç durmadan sırtıma.
Omuzlarım acıyor, sarsana.

Aksa'da sancakların rengi kan,
Benim avucumda tuttuğumdu can,
Giderken ellerimi ısıtan cânân.
Geleceğim, geleceğim ben de Kudüs'e.
Güleceğim Akdeniz kıyısına.
Ağzımda söylenmemiş sözcüklerin tadı,
Bildiğim ne varsa unutacağım.

Süleyman'ın mührünü ben buldum,
Henüz yapılırken ilk mescit;
Sonra onu yuttum,
Kalbimde bir kördüğüm kaldı.
Ey rüzgar tut nefesini, üfleme üstüme doğru.
Tutamıyorum, bırakmak istiyorum kendimi sana doğru.
Artık tamamlamalıyım vademi.

Bak kollarımdan deniz suyu akmakta,
Çünkü deniz gibiydi içim,
Bu hiç bilmediğim bir hayatsal biçim.
Çocukların tek istedikleriydi hayatsal seçim:
Yerle bir olduk, gökle bir olamadık
Toprağa yumulduk,
Gökten kovulduk.

Kızıl çam ormanlarını ateşe verdim.
Şimdi geriye kalan issiz vadiler,
Bir de çorak topraklar, kalbim kadar.
Yangının uğradığı yerde hayat olur.
Benim olduğum yerde gün biter, güneş kaçar.
Şems diye haykırırım oysa;
Ardına dönüp bakmaz o güzel.

Kudüs'teki melek, gözlerime bakmayacak mısın?
Deniz suyunu damarlarıma enjekte ederken,
Hiç silmeyecek misin alnımın terini?
Oysa ben bırakmıştım ardımda Kudüs'e gelirken
İstanbul çok uzak, içimde bir yerlerde.
İçim bana benden daha uzak, dar.
Beni duymayacak mısın?

2 Kasım 2014 Pazar

Geceyi Yamamak

Yılların ve yolların sonu olmaz.
Yıldızlar hiç durmadan ilerler,
Gecenin lacivert kumaşında.
Bir yıldızdan diğerine atlar,
Gene yolumu bulurum.
Işık ırmağında yüzer,
Ben gene varacağım yere varırım.
Hiç gürültü etmem aydınlıkta,
Karanlığımı bekler heyelanlar.
Ay'ın açtığı kocaman yırtığı,
Yamamaya çalışmakla hata ettik.
Geceyi dikemediğim için beni affedin,
İğneyi kendi eline batıran bir terziyim.
Geceyi dikemediğim için üşüyen çocuklar,
Beni affedin, istemedim korkutmak sizi.
Ben ezelden üzgünüm.
ve yılların sonu gelmedi,
Hep bir yenisi eklendi gidenin peşisıra.
ve yolların sonu gelmedi,
Hep yenileri eklendi,
Henüz eskileri bile bitirememişken.
Şimdi gecenin yamanmamış deliğinden,
İçeri üşüten bir yel girer.
Korkan çocukların sorumlusu benim.
İyi bir masal anlatıcısı olamadım.
Ben hep korkanlardanım.

1 Kasım 2014 Cumartesi

Günce VI -Konuşan Kim?-

Günce VI
-Konuşan Kim?- I.XI.MMXIV
       Bir ses var derinlerimde dolaşan lakin kaynağını bilmediğim, alttan üste üstten alta akın eden. Damarlarımda gelgitler var hiç durmayan, mevsimini doludizgin yaşayan. Sürekli konuşan biri var, kim o?
       Konuşan ses, dinlediğim ses; iç-ses, söylediklerini yazarken çivi yazısını kullanma, harfleri aşketme kafatasıma, Latin abecesine geçeli çok oldu, artık siyah mürekkeple yaz kemiklerime. Kafatasım çivi yazılarıyla doldu, sürekli acıyan yanlarım var. Birisi anlatsın artık kemiklerimin ak mermer olmadığını ve sonsuza kadar var olmayıp toprağa karışacağını. Yazdığım her yazıyla beraber gömüleceğim ben, oysa okuduklarım okunmaya devam edecek.
       Sen ey seslerin şâhı! Dinliyorsan beni ve dinletiyorsan bana kendini ve sana seslenmeme izin veriyorsan dur durak bilmeden, o zaman ben de konuşuyorum sana, bu sonu bir türlü gelmeyen diyalogları susturmak gerek bazen, dinlemek lazım bir rüzgâr gibi fısıltıyla içimizde dolaşan o hafif sesi, hışırtıyı, gürültüyü... Bazen dinlemek lazım köleleri. Ben Eflatun değilim ve sen Sokrat, kimse işitmeyecek bizi ve kimse bize hak vermeyecek bu kavgamızın sonunda, sen Brütüs olma artık ve ben de Yüce Sezar olmak zorunda kalmayayım her seferinde. Bir imparatorluğun sesleri gibi dolaşma içimde, coğrafyam o kadar geniş değil, sıkıştırıp kalamam seni içime, patlarım her seferinde onulmaz yerlerimden, yırtılır göğsümde derilerim, yazılar akar oluk oluk ve ben tutamam hiçbirini, hem imlâ hatalarım da olur, aforoz edilirim Türk Dil Kurumu tarafından, sonra silinirim insanların ağızlarında buruk bir gülümseme bıraktığım için yeryüzünden. Sahi, çok kalmış olmamalı silinmeme yeryüzünden. O gelen gün ne güzel gün, kara bir rüzgâr ve hafif okşayan boğazımı, şah damarımı sıkmaya başlayan zarif el...
       İçimde bir bilek güreşi var gibi. Kimin mağlup kimin galip olduğunu bilmiyorum. Bu seslerin güreşinde hep kaybeden benim; içimdeki kazanan içimdeki kaybedene her zulmedişinde bu benim kendi kendime bir darbem oluyor. Baş başa kaldım kendimle, zaten insan sadece kendisiyle baş başa kalabilir. Baş başa kaldığım bu duvar da çok soğuk, üzerindeki yazılar okunaksız, her yer suskun. Galiba gene kaybettim.
       Son kez, ey sen kafatasıma nakşolmuş çivi yazım! Ebediyyen sana yok, ak çeperlerine yok izmihlâl, yok ve yok. Yokoğlu yok.

26 Ekim 2014 Pazar

Altın İşlemeli Gece Kumaşı

“Gözlerinden göğüme sayısız yıldız akar,
bir gülüşün içimde binlerce lamba yakar.”
Erdem Bayazıt


Altın işlemeli bir fanus yapsam,
İçine hapsetsem güneşi,
Koysam başucuna,
Uyanır mısın hiç uyanmadığın uykundan?
Gözlerinde yarım kalmış düşlerle,
Atlas tenin.
Bir cehennem misali içinde bulunduğum hayat.
Kaybettiğim tüm şiirler,
Ardımsıra bela okur.
Bildiğim tüm şarkılar,
Bana bilmediklerimi hatırlatır.
Tutup bir ışık huzmesini indirsem gökten,
Sonra dizsem hepsini yeniden.
Yeni bir nizam vermeliyim güneşe,
Gözlerimi açamıyorum aydınlıktan,
Oysa içim çok karanlık.
Göremiyorum, yürüyemiyorum, durgunlaşamıyorum.
Dolandım kaldım içimde,
Karanlığın göz bebeğinde,
Şiirin orta yerinde,
Her ne kadar şiirde 'şiir' kelimesini geçirmiş olsam da.
Tutup beni hapsedin,
İçinde gecenin olduğu bir fanusa.
Üzerime bir gölge çekin,
En güzel tarafından karanlığın.
Yıldızları dizmeyi unutma, aydınlığa;
Biraz da güneşle sefa sürsünler.
Ay, bekçiliğinden vazgeçsin gecenin;
Güneş, yüzünü göstermeyen sevgili gibi.

Altın işlemeli geceden bir elbise dokudum sana,
Omuz uçların dahi üşümesin.

25 Ekim 2014 Cumartesi

Dolabın İkililiği

Mesela neden senin odanda duran, sen sandalyende ya da çalışma masanda otururken, uzanırken, ya da uyurken, seni bütünüyle gören mutlu bir dolap değilim? Neden değilim?

Franz Kafka / Milena'ya Mektuplar

Usumda bir dolap.
İki gözünde iki dünya.
Biri açılırken sonsuzluğa,
Diğeri içinde bir boşluk taşır.
Birini sen doldurursun varlığınla,
Öbürü bana aittir yokluğuyla.
Bir dolabın iki gözünde,
İki gözgü gibi gördüklerimiz.
Benim gördüğüm boşluk,
Senin gördüğün cenneti,
Hiçbir zaman lağvedememekte.
Kapılar ardısıra birbirine çarpıp,
Yok etmekte içimdeki sesleri.
Meşin bir ten.
Sessiz bir oda.
Gözgüsüz dolap.
Tutamaçsız çekmeceler,
İçinde bir iğne,
Tutup batırman için kalbime.
Usumda dolap tıngırdamaları.
Çekmeceleri çekemiyorum.
Hiç hâlim yok, anla artık.
Dolabın ikililiğinde kalıp,
Bir gözden bir göze saklanıyorum.

18 Ekim 2014 Cumartesi

Beni Hala Öldürüyorsun

Buğday tarlalarında koşuyorsun.
Güneşten daha güneş saçların,
Ellerin ışıktan daha ışık.
Ruhun, ruhuma;
Ruhumdan daha çok benzer.
Beni her geçen gün öldürüyorsun.
Sesimi kaybettim,
Seslenirken hiç durmadan sana.
Güllerin içinde açılmadan soldum.
Üzerime soğuk bir yangın düştü,
Donarak alev aldım.
Beni hâlâ öldürüyorsun.
Sonbaharın kaybolan çocuğuyum.
Ben kışın doğan,
Kış kadar üşürüm.
Donuk yüzüm bir pencereden,
Uzanmış gibi kar'a.
Geldiğim bu yer güzel değil.
Yıldızsız her gece,
Üzerime dolunay yağıyor.
Beni, benden önce öldürüyorsun.



Orda benim gibi biri seni sever mi?*



15 Ekim 2014 Çarşamba

Adem'den Havva'sına XXVII

Havva'ya;
Ayaklarım kanıyor Havva, dikenli yollardan geçtim, canım yanıyor, canımın acısı geçmiyor.
Güllere dokunamıyorum, parmaklarım kanıyor; bülbüle uzanamıyorum, ellerim ısırılıyor; balıkları tutamıyorum, su gibi akıp gidiyor.
Başının çok uzakta olduğu ve sonunu bilmediğim bu ömür, su gibi akıp gidiyor.
Cezalandırılışım sadece cennetten çıkarılış değil, bir o kadar lanetleniş.
Her lanet içinde yeni doğacak lanetleri barındırıyor.
Ben içimde seni barındırmaktayım; dünya içinde yeni dünyalar; cezalar kendisinden daha korkunç cezaları.
Şimdi melekler beni görüp dolanıyor mudur eskisi gibi Havva, affedilişin o keskin tadından mahrumum.
Benimki sonsuz gibi gözüken büyük bir yıkımın sadece ilk evresi.
Yılların sonu yok, asırların, geleceğin sonu yok; sonun sonunu göremiyorum.
Sonun sonunu bilseydim de benim için önemli olan yine senin başlangıcın olurdu.
Zamanın üzerinde bir sen varsın benim bildiğim, olgularımı mahveden.
Bilemiyorum cezamın kapsadığı coğrafyaları, yoksa tüm dünya cezadan cezaya bir geçiş midir diye düşüncelerdeyim.
Yine ellerim parmak uçlarıma kadar kanamaya devam ediyor, gelip onları tutmayacak mısın Havva; kanım, toprağa mı akacak hiç durmadan?
Kanla tuzlu su birbirine karıştı.
Doğada kimsenin eşini bulamadım; tüm eşler birbirinden ayrıydı. Sadece senle ben: iki ucuyduk güneşin, ayın, yıldızların.
Ben hâlâ düşüyorum oysa, ölüm diye bir şey varsa her gün biraz daha ölüyorum, her gün ölmeye en baştan başlıyorum.
Benim için ne ölümün sonu var ne de doğmanın. Her doğumum korkunç bir ölümün habercisi.
Ölümü korkunç kılan ise varlığı değil, senin yokluğun.
Bana ölürken bile sen gereksin Havva; soyumdan olanın diyeceği gibi; bana seni gerek seni.

Cezalarımdan daha korkunç olanı cezalarımı çekerken senin yanımda olmayışın, sen ki benim tutunduğum o elma dalısın.
XXVII

12 Ekim 2014 Pazar

Adem'den Havva'sına XXVI

Havva'ya;
Çırılçıplağım, cennetle vedalaşırken bıraktım üzerimde ne varsa, zaten yarı-çıplaktım.
Cennet, özler mi beni; benim cennetle özlediğim gibi seni?
Yeşil damarlarımın yolunu şaşırıp kalbime değil de sana yönelmesi gibi,
Ruhumun bedenimi terkedip bedeninde kendine bir yer bulması gibi,
Beyaz tenimin aklığını yitirip ânbeân senin aklığına dahil olması gibi,
Kutbumsun benim biraz da içimde barındırdığım.
Sen ki bedenimin üzerinde örtüm, aklımın çevresinde çeperim, kalbimin etrafında ağ, el ayalarımda yazılı olan rakamlarım gibisin.
Çıplaklığımı bırakıyorum geride, giyindiğim her örtü beni biraz daha aciz kılıyor.
Oysa ben çıplaklığında varlığını bulandım, giyinmekle cezalandırıldım.
Niçin gece de giyinmeye muhtaç bırakıldık Havva, oysa biz bile birbirimizi göremezken kimden saklanıyoruz?
Bu hayat, hayvanlar, bitkiler; neden hepsinden saklanıyoruz, hâlimizi anlayan neden bulunmuyor; çok mu zor insanın omuzlarında daha önce taşımadığı bir yükü bilinmeyen zamanlar boyunca taşıması; cezalandırılan sadece insan mı?
Rüyâlarımda da artık giyiniğim, ağaçlar kabuk bağlayıp giyindi, kaplumbağalar içine gömüldü, ayılar postuna büründü, herkes bir şekilde örtündü kendi bildiğince, kendine bildirildiğince.
Bedenimizi sakladığımız gibi de saklayabilseydik günahımızı, kapatabilseydik karanlık bir odaya gözükmeseydi; unuttum, cennette karanlığın olmayışını, olsa da her şeyi bilenden hiçbir şeyin saklanamayacağını.
Aydınlıkta saklanmak istiyorum, güneşin tepemde olduğu o ânda, doğunun doğusundan batının batısına, kuzeyin soğukluğundan güneyin buzulluğuna.
Saklanmak istiyorum Havva, beni kanatlarının arasında uyutur musun; yanaklarımda ak parmak uçların.
Uyursam bulamazlar beni, uykumda da gizlenirim, rüyâlarımı da örterim, sessizce çekip giderim bilineceğim her yerden.
Sonunda benim hayalimi dahi bulamazlar, cismim gibi içimden de soyutlanırım.

Günü örtmek istiyorum geceyle, Havva, üzerime örttüğüm örtü ol, ruhumu sakladığım beden.
XXVI

11 Ekim 2014 Cumartesi

Adem'den Havva'sına XXV

Havva'ya;
Narlar ağaçtan dökülmeye başladı Havva. Toprak kıpkızıl. Narlar dağlandı Havva, gönlüm gibi; yerlere serildi, ayaklar altına alındı, her yer özüne boyandı.
İlk düşen narı gördüm, ağacın en tepesinden yerin dibine düştü, tıpkı benim gibi.
Cennetin en üst katından yerin en alt katına doğru indim ben Havva, gözler üzerimdeyken.
Tüm düşüşler bir parçalanış içerir ve her yeri kana boyar.
Önce gökte süzüldü nar, sonra asılı kaldı, sonra toprağa değdi, sonra açıldı, sonra her yer kızıl.
Üzerimizden koca bir âlem geçti, kâh filler oturdu kâh akbabalar gagaladı.
Değişmiyor hiçbir zaman kanın rengi, ilk günden beri durmadan akıyor.
Bir insanın gözleri nar gibi olur mu veya bir insanın ismi 'Nar' olur mu veya bir nar tüm anlamları kendinde toplar mı?
Soyumdan gelenler soyuna 'Nar' der mi? Belki de tüm nar ağaçları soyuma intikal etmeden kurur.
Benim elimin değdiği ne varsa kuruyor, ben de öyle kuruyorum; kurumanın diğer adı benliğim.
Kuruyan benliklere inşa etmek güçtü görkemi, insan bilmediğini işleyemiyor.
Ben Âdem, bir soyun başlangıcı, bir soyun ihtişamı, bir soyu soy yapan. Eriyorum.
Eriyorum giderek bu ıssız yerlerde, soluğunu duymadığım her yerde.
Kayboluyorum kızıl nar suyunun toprağa karışıp sırra kadem bastığı yerde.
Susmak istiyorum susamıyorum, konuşmak istiyorum konuşamıyorum.
Ne yana dönsem cennetten bir sahne canlanıyor, ne yana baksam yüzünü görüyorum:
Sesini duyuyorum bazı bazı, söylesene Havva, sesini de görebilir miyim?
Yeşil yaprakların arasından bana gülümsüyorsun, nar kadar güzel avuçların. Bir narı bana avuçlarında uzatıyorsun. Alıyorum, uyuyorum.
Bir nar ağacının dibine gömün beni, her mevsim bir nar daha düşer başucuma.
Belki nar koklarım mezarımda da.
Her mevsim bir kapının çalınışı gibi mezarımın üstünü tıklatır yolunu şaşırmış bir nar.
Söylesene Havva, yolunu şaşırmamış bir narın beni bulması mümkün mü?
Üzerimde nar etkisi var, dudaklarımda nar tadı, aklımda nar, damarlarımda da.
Narla kal Havva, cennette senin nar kadar kırmızı dudakların.

Kalbime bir nar ağacı dikmişim gibi, her gün biri daha dalından kopup parçalanıyor, damarlarıma karışıyor kızıllığı.
XXV

10 Ekim 2014 Cuma

Kahverengi Gök

Ellerin gökyüzü kadar berrak mıydı,
Yönünü şaşmış bulutlar mı geçiyordu aklından,
Çözülmüş müydü dizlerinin bağı,
Başını yaslamışken kızıl lahite?
Küf kokuyordu biraz toprak,
Sular çekiliyordu tenden,
Komikleşen trajedinin içerisinde,
Kayboluyorduk adım adım.
Geçmiş koşuyor peşimizden,
Gelecek treni kaçalı çok oldu,
Kader sayfamız mühürlendiğinde,
Henüz ceninimiz düşmemişti.
İnsan her şeyden önce,
İnsan kalmakla yükümlüydü,
Her şeyden sonra da;
Kaybolmamalıydık ikisi arasında.
Yol yitip gitti,
Biraz kaybolduk şimdi.
Gözlerimde buluttan isler var,
Göremiyorum gökyüzünü,
Üzerimden kahverengi göğü çekin,
Bana yeşilimi verin.
Oysa biraz mavi olmalıydı gözlerimiz,
Bir tutam gök.

7 Ekim 2014 Salı

Bir Avuç Kül

Bıraktım kül olsun diye,
Yaşamı yarıda.
-Ben ateşin âşk için olanını severim.-
Yangınlardı saran çevreyi,
Kara isler döndürüyordu başımı;
Tek hecede düştüm çıkmaza,
Dergâhına varılacak biri hep vardır.
Kül oldum Ganj nehrine girmeden,
Tibet çok alçakta kaldı,
Başım döndü.
-Ben yüksekliğin âşkta olanını severim.-
Rahipler dolandı çevresinde mâbedin,
İçeride yalnız bir ruh vardı.
Bedenler ateşe verilmeden çok önceydi.
Henüz İskandinavya istila edilmemişti.
İçimizde yangınlar başladı.
Kor oldu ellerimiz avuçlarımız.
Susmayı seçtik biz.
Alev alev yanan bir kuş,
Önce kanatlarımız tutuştu,
Sonra gözlerimiz,
Küllerimiz gökte, sesimiz yerde.
Başımız döndü, dönedurduk.
-Ben döngülerin âşığa olanını severim.-

6 Ekim 2014 Pazartesi

Sinek Valesi

       Tenim kuraklıktan kavruluyor. Hiçbir dudak değmiyor göz bebeklerime. Sözler kulaklarıma ulaşamadan havada kayboluyor. Sesim çıkmıyor. Suskunluklar daha bir fazlalaştı sanki.
     Kıymetlimiz kayboldu. Bir yağmur damlasıydı, okyanusa karıştı, yitip gitti, yiterken bile büyüyerek. Kıymet verilen ne varsa zamanla kıymetinin üzerinde bir yer edinir kendine, bazı miraslar hiç ulaşılamadan nesilden nesile aktarılır, genetiğe kazınmıştır gizi, süregider.
       Şimdi yağmurlar başladı. Sıklaştı. Yağmur, benim için karın habercisidir. O içimi temizleyen beyaz örtünün. Üzerime yağdığında içimde bir yerlere de muhakkak ulaşan. Söylesene Sinek Valesi, ellerin neden kardan daha beyaz? Oysa karın rengi ne güzel, tertemiz, hiç bilmediğimiz bir gökyüzü gibi; yeryüzüne aksetmiş. Kara toprağı hiç bu kadar sevimli görmemiştim, sanki kar gelecek diye daha bir sevinçli. Söylesene kar, bir ben olamam sanırım seni böylesine seven?
    Kar, seni uzun uzun anlatmak istiyorum lakin yetmiyorum bunun için, yetemiyorum. Yetkinliklerimi yitirdim. Sussaydım hâlâ vakit varken veya hiç başlamasaydım... Artık çok geç. Kelimeler bir kez döküldü mü ağızdan artık kırık dökük düşmeye devam ediyor. Kalelerim düşüyor. Fikirlerim ortalığa saçıyor. Yeri göğü düşüncelerim sardı. Kaçış yollarını filozoflar tuttu. Tutsağım bu kurak vadide, fikirlerimizi kim böylesine tüketti?
       Sinek Valesi, bir adın anlamını bilmeden de ona ulaşılabilir mi? Bir yüze bakarak isme varılıp sadece seslerden yapısı çıkarılabilir mi? Kendi isimlerimizi koyabilseydik de aynı isimleri bulabilir miydik? Sözümona hiç bilmediğim bir dilden hiç bilmediğim sesler bana 'isim' olabilir miydi? Belki de adımızı biz doğarken koyduklarında tüm sesleri ortadan kaldırdılar, ayıkladılar tüm bilgileri, kelimelerin fazlalıklarını kurşun kalem silgisiyle sildiler belleğimizden. Geriye sadece tek bir isim kaldı. Dillerimize mühürleri ailelerimiz vurdu. Şimdi ebediyen bize bizden evvel bize sorulmadan konmuş isimleri taşıyacağız. -Her ne kadar tekrarlara düşsem de.-
       Gene yoruldum. Geceleri daha çok yoruluyor insan. Karanlık değil karamsar düşüncelerdir beni yoran. Umut etmeden yaşamak. Yine de sevilesidir geceler, soğuk bir sonbahar gününde üzerimizi örttüğü  için  sıcacık battaniyeler.

2 Ekim 2014 Perşembe

Kupa Kızı

       Bütün köprüler beni sana getiriyor Kupa Kızı. Yağmur yağıyor, ıslanıyorum. Islanmak için güzel bir mevsim, sırılsıklam sokaklarda gezmek için. İliklerime kadar ıslanıyorum, hasta olacağım, ateşler içinde yanacağım, yerimden kalkamayacağım, seni sayıklayacağım.
      Tüm mevsimler ıslak değildir Kupa Kızı, bazıları kuraktır. Oysa biz yağmurların en güzelinin yağdığı dönemdeyiz, kurak olamayacak kadar güzel, kurak toprakları sellerle basacak kadar.
      Bildiğim yolların hepsi bir yerde tıkanıyor. Çok da yol bilmem. Bilgim dar. Kafam dar. Yollar dar. Bana genişlik gerek. Cümleleri birbirine ekleyip sana ulaşan yazılar yazmak istiyorum, sana ulaşan yollar kelimelerimle kaplanmalı. Ayak bastığın her yer siyah-beyaz sayfalarla dolu olmalı, kalemimden sana bir köprü.
      Islanmak istiyorum. Üzerime bardaktan boşanırcasına yağsın yağmur, güneş bir ânda çekip gitsin, ben bir başıma kalayım. Yazdıklarım da benimle beraber ıslansın Kupa Kızı, sayfalardan sana elbiseler dikeyim, sen de ıslan, ıslanalım. Islanmaya ihtiyacımız var, biraz da gözyaşı dökmeye. Birbirimizi yıkasak ak-kaynaktan akan sularda.
       Kupa Kızı yoruldum ben. Köprülerim niye böylesine duraksız ilerliyor, durmak yok mu hiç? Hayır, sanılanın aksine dünya yormadı beni, ne dünya beni yoracak kadar büyük ne de yollar o kadar uzun. Ben yorulamamaktan yoruldum biraz, içimde başlayıp sonu gelmeyenlerden. Adı yok. Oysa bir isim koymalı ne varsa, isimsiz bırakmamalı. İsmini sen koy Kupa Kızı, ben yorulalı çok oldu. Hücrelerimi su bastı, yüzüyorum, yüzme bilmiyorum, boğuluyorum. Hayır, hayat doluyum. Damarlarımdan hayat taşıyor. Hayır, sevgi doluyum. Ruhum baştan başa sevgi. Hayır Kupa Kızı, işte seni seviyorum. Kupam. Senle dolu.
       Kırıldı. Kupa. Sessizce. Cam kırıklıkları ayağıma battı. Kan damlar betona. Toprak beni kabul etmedi. Sustuk karşılıklı. Konuşmaya gerek yoktu. Cümleleri kestirip attım. Kötü bir söz-terzisiyim. N'olur beni affet, sevgili kelimelerim. 

18 Eylül 2014 Perşembe

Sevmek Güzel Şey

Sevmek güzel şey, her şeye rağmen.
Sulu sepken yağan bir yağmurun altında,
Islanmak güzel şey, misk kokulu sevgilinin ağuşunda.
Baharın geldiğini çocuklara haber vermek.
Sevmek güzel şey bir kış sabahında,
Odanın içine dolan o kar kokan soğuk havayı.
Kar kokar aslında buram buram, tüm kokulardan arınarak.
Sonra bir sıcak yel eser, sevgi dolar her yere.
Umutları kıracak kadar koyu bir günün içinde,
Kara bulutlardan boşalan yağmurda,
Toprakla değil asfaltla buluşan damlalarda,
Yitip giden günler gördüm.
Sevmek güzel şey tüm bunlara rağmen,
Bir filin gözlerindeki masumiyetten dolayı,
Karıncaları yuvalarına bağlılığından.
Ayırt etmek tüm canlıları birbirinden,
Herkesi, kendine benzediğiyle haşretmek.
Böylece sevgilim, ikimizi beraber haşrederler,
Günün hiç bitmediği günde,
Sınırları olmayan topraklarda,
Herkesin çırılçıplak soyulduğu vakitte,
Biz bile birbirimizin farkında olmayıp,
Birbirimizin içine geçtiğinde,
Bir olduğumuzda.

14 Eylül 2014 Pazar

Aforizmalar VIII

  • Ben yine en çok Ocak'ları seveceğim. Ocak ayında yanan ocaklarda ısıtacağım kalbimi. Eylül'ler hüzne boğuldu.
  • Dokunmanın olmadığı sevgi de olmuyor. Çünkü kalp, sarıp sarmalamak diliyor.
  • Ciğer kelimesini bana sevdirdiğin için seviyorum seni.
  • İyi ihtimalle birkaç yıl daha yaşayacağım, kötü ihtimalle daha fazla. İşte benim hayata bakışım.
  • Ben şiirin söz dinlemeyenini severim; Şiire söz geçmez ki.
  • İçimde giderek sayısı artan ölümler var.
  • 'Gözlerimin kahverengi olmasını en çok neden severim bilir misin?' dedi. 'Görme yetisi en güçlü olanların göz rengi kahverengidir. Okumakla kaplı bu hayatta en çok onlara ihtiyacım olduğundan...'
  • Göğsümde dört nala at koşturan ve her şeyi yakıp yıkan Cengiz Han'lar var.
  • Benim için âşk biraz da ben öldükten sonra sevgilimin özlem dolu bir ateşte bana kavuşacağı ânı beklemesidir.
  • Âh, Milena'âşk!

13 Eylül 2014 Cumartesi

Kaosun Ortasında Umutsuzluk

Birini seviyorsan ve o seni sevmiyorsa bundan çok güzel kaos çıkar. Bir sürü şiir, sağlam bir roman ve anlatacak bir sürü hikaye çıkar. Uykusuz geçen geceler, parklarda içilen şaraplar, yerli yersiz kıskançlık krizleri çıkar. Ama sevgine karşılık çıkar mı? O biraz zor işte..
Ali Lidar


Kırık dökük şiirler kaleme gelmeden kuruyor.
Dillerimiz ezelden bağlı, sesimiz çıkmıyor.
Bazı cümleler kaosa neden oluyor sevgili.
Zaman kötülükleri besliyor.
Uzun gecelerin sonunda bir çocuk,
Ellerini açmış dilenmekte gocunmadan.
Yine bir kaosun içine bırakıldım.
Yürek delik deşik edildi yine.
Parklarda çiçekler koparıladursun,
Bazı salıncaklar sonsuza dek devinimini sürdürecek.
Ses yok zifiri karanlıkta,
Tüm sesler seninle beraber gideli çok oldu.
İnsanlığın yerini kaos aldı,
Senin yerini ölüm,
Ölümün yerini sonu gelmeyen nefesler.
Devinim devam etti hesap edilemeyen geceler boyu,
Bazı yoksunluklar ömür boyu.
Kaosları ardısıra başka acılar takip etti.
Hiçbir acı yalnız değildir.
Yalnızlık, tutunamayanlara mahsus;
Kaos ise hiç tutamaçları olmayanlara.
Yarım ağızla söylenen gazeller sevgililere ait,
O gazeli söyleten acılar âşıklara.
Son kalan umudumu kim yok etti,
Kim tüketti acı feryat haykırdığım söz kırıntılarını.
Beni bu kaosa terkeden sevgili,
Hangi nazarla bakmıştı yüzüme?
İşte geceden geriye sadece buruşmuş sayfalar kalır,
Birde şiir desen ona bile benzemeyen şeyler.
Sonu gelmeyen söz kırıkları,
İşte kaos.

11 Eylül 2014 Perşembe

Ölmeye Yatmak

Çok fazla vakti yoktur;
Ölmek üzere olanın,
Ölmeye yatanın.

Bir kelebek misali ömür,
Tükendi gitti kozadan çıkmaya çalışırken.
Kadınların tenine örtecek,
İpeğe bulanan bedenimiz.

Hasta yatağı ölüm kokar,
Biraz da taze-sıcak,
Şurup kokar çocukların hiç sevmemecesine.

Bir karınca mıydık ki,
Kısa adımlarla uzun yolların peşindeydik.
Biz koştururduk,
Yollar hiç bitmezdi.

Başımda yine deli ölümler var.
Ah cânım ölümcüğüm,
Sen, delisin.

Tükettim bugün kelimeleri,
Bir dikişte hepsini içtim;
Ölüm kokan şurup şişesinden,
Hasta kokan hasta-hânede.

10 Eylül 2014 Çarşamba

Çengelli İğnenin Ucunda Âşk

Çengelli iğnenin ucunda âşkı tatmak,
Bir antilopun onu kovalayan aslana âşık olması.
Koştura koştura sonunda kendini avcıya teslim etmek.
Çengelli iğnenin ucunda bir âşk var.
Uzanıp onu tutuyorum tüm gücümle.
Avuçlarımı sıkı sıkıya kapatıyorum,
Olur da en küçük bir boşlukta kaçar diye.
Bir çengelli iğne insanın elinden kurtulup nereye kaçar?
İğnenin ucu elimde gittikçe daha derinlere batıyor;
Batıyor, kendi yolunu kendiliğinden buluyor.
İğnenin metali al bir renk alıyor.
Bazı acılar çok sonra hissedilir, âşk gibi.
Âşkın sıcaklığıyla doluydu elim;
Öylesine sıcak bir ateş ki, lav gibi yakıyordu beni.
Yeni yeni kusuluyordu âşk, acı diye bir volkandan.
Her taraf âşka bulandı, en çok da elim.
Bir çengelli iğnenin ucundaydı âşk,
Derinlere ine ine kayboldu bedenimin ücra köşelerinde.
Sessizce işini bitirip giden usta katiller gibiydi,
Fetihleri de öyle sessiz oldu.
Bir çengelli iğnenin ucunda kalbim sallanıyor.
İğne saplanmış onun en hassas yerlerine,
Kendimi kurtaramıyorum.
Hiç insan kendini âşktan kurtarabilir mi?
Âşk kurtuluşun kendisi olmalıydı,
Birazcık unutabilmek için acıları.
Âşk insanın kendisini çengelli iğneye bırakmasıydı,
İğnenin vücutta özgürce hareket edebilmesi,
Dilediği yere saplanmasına izin verilmesi, izin almadan.
Benim âşkım çengelli iğnenin ucunda,
İğnenin çengelinin ucunda,
Uçta.

8 Eylül 2014 Pazartesi

Sylvia Ölürken

Ben bir ölümlüyüm ve bununla gurur duyuyorum.

Sylvia konuşsana,
Kelimeler ağzından,
Nasıl dökülüyordu?

Çocuk felci dizlerime vurdu,
Ayaklarım birbirine dolandı şimdi.

Korkum us'umdan gizli değil.
Bilirim korkumun içinde,
İç içe geçmiş korkularım vardır, benim.

Tüm güzel şeyler,
Ölür bir gün.

Bir kalbin atışını, duymuyorum.
En sevilen duâlar,
İnsanla beraberdir ölürken bile.

Sylvia bedenin titredi mi,
Soğuk duvarlara değince tenin?

Tüm masumiyetler katledildi.
Şeytan sever günâhı.
Oyuncak bebekler de öldü.

Bir çengelli iğnenin ucundaydı yaşam,
Bıraktığı izler bâki.

Söylesene Sylvia, neden susuyorsun suçlu gibi?
En son ne geçti zihninden, acıdan başka;
Kızgın damgalarla mühürlenirken bedenin.

O gelen çocuk sesleri,
Hiç masum değil.

Bodrum katına atlıkarıncaları,
Kim soktu?
Âh Sylvia

7 Eylül 2014 Pazar

Sefil Ruhların Acı Mâbedi

       Acıya bırakılış, acı çekmek için bırakılış, acıya evlat olarak veriliş. Acı üvey babamız, üvey anamız, üvey kardeşimiz ve üvey dünyamız. Biz tüm tanıdıklarımızın 'üvey'iyiz. 'Öz'ümüz yok.
       Sefilleşen ruhlar  -aslında bu biraz  da bedenlerdir-  bir kenara itiliyor ve  itilen,  ötelenen, kopartılan, bölünen tüm ruhlar -tüm et yığınları ve içlerinde taşıdıkları, varlığının gizini çözemedikleri ruhları- kendilerini başka bir mâbette buldu. Evvelce inşa edilmeye başlanan  ve inşası yüzyıllar sürecek olan bir mâbet. İlk taşı çok eskilerde konulan ve son taşı çok uzak bir gelecekte konacak olan bir mâbet, inşası kıyamette son bulacak. Tüm acılar bizi karanlık bir mâbette kendimizi parçalamaya itiyor. Evler, sokaklar, caddeler, bazen dertlerimizi sunduğumuz ve sonsuz devayı istediğimiz camiler; bizim acı içinde kıvrandığımız mâbetler. Dinsellikten, tinsellikten çok acısal.
       Acı, bedene, ipin iğneyle kumaşa işlenişi gibi işliyor. Öyle bir işleniş ki bu değme terzi bu dikişi tutturamaz. Eski zamanlardan kalma bir terzidir acı; Terzi Mir, eline su dökemez. Bazı acıların işlenişi böyle derin ve sağlamdır, çözülmemecesine.
      Üzerinden yıllar geçtikçe galiba ruhlar sefilleşiyor veya ruhlar her zaman bir mucizevî unsurdur ama biz bedenlerimizi sefilleştirerek ruhlarımızın esir olduğu bu cismi yıpratarak de ona zarar vermiş oluyoruz. Neresinden bakılsa düşüncesi çok çetin bir yola doğru girebilecek hadiselerden. Tüm hadiseler de çetin bir yola girmeye meyleder. Kolay yollar kapalıdır, hiç olmamıştır.
      Sefil ruhlara -aslında bedenlere, bedenindeki tutsaklığı artık yapısına işlemeye başlayan ruhlara- inşa edilen bu mâbede gelen giden o kadar çok ki -ne kadar görmesi kolay olmayan bir mâbet olsa da- insanlar neredeyse emekleyerek yürüyor. Bu yolda herkes dilenci, sadakaya muhtaç. Kimse yok ki bu sefillere sadaka versin, yolunu göstersin ve hayatını tayin etsin. Bu öyle bir dergâh ve mâbet ki hiçbir ân boş kalmıyor ve dilencilerin sayısı giderek artıyor. Yollar, kaldırımlar, sokakların köşebaşları, caddelerin üzerleri hep bunlarla dolu, önüne geçilemeyen sefil sürüleri.
      Bedenler birer sefalet yuvası, ruhlar esirlikten bitkin. Bu esaret tüm ruhları etkiliyor, kimini doğrudan kimini dolaylı olarak. Sefalet, damladığı yerde göller oluşturuyor.

Bu dünya acımasız bir yer tamam mı?! Bana inanmıyorsanız televizyon seyredin.
-Murat Menteş

6 Eylül 2014 Cumartesi

Bir Adımda Sefalete

       Sefalet, bir adım uzakta duruyor her zaman. Vakitsiz olarak çıkıyor insanın karşısına, söz dinlemiyor. Bir zaman sonra insanın bildiği ne varsa hepsi asileşiyor. Belki de asi olmak tüm duyguların yapısında var, zira hiçbir duygumuzu kontrol edemiyoruz.
       Sefalet, bir adım uzağımda duruyor. Öyle güzel ki, beni kendine doğru çekiyor. Tüm ölümcül varlıklar çekicidir; güzel bir kadın, güzel bir deniz, güzel bir manzara ve daha niceleri... Ölüme en yakın olduğumuz ân, vakitlerin en güzelidir, tıpkı uykuya dalmak üzere olduğumuz ân gibi. 'Bir şeye ramak kala' diye tarif ettiğimiz vakit, en güzel ândır.
       Sefaletime ramak var. Bir adım önümde işte, uzansam onu tutacağım, gerçi o bir taraftan beni zaten tutuyor. Sefaletten kurtulmak için yapmam gereken işleri yapmıyorum, kendimi biraz sefalete bırakıyorum. En güzel duygulardan birisi de insanın kendisini herhangi bir şeye doğru bırakmasıdır. İnsanın kendini yavaşça denize bırakması, insanın kendisini daha yavaşça yatağa bırakması, insanın kendisini daha daha yavaşça çimlere bırakması, insanın kendisini bırakması ne kadar da güzel.
       Bir adımda sefalet derken aslında o adıma kadar atılmış tüm adımları anlatıyorum. Sefalet her ne kadar her vakit çok yakında olsa da sonuçta ona giden yol bir adımdan çok daha uzundur, hangi yol kısadır ki? Benim bildiğim tüm kestirme yollar, beni daha uzun yollara götürür. Kolay diye bir kavram yok. Kolay, zorun daha hafif bir yansımasından başka bir durum değil. Yeryüzünde ne varsa zordur, zor olması kanundur, kanunluğu ise keskindir.
       İnsanın sefalete batması mı söz konusu yoksa sefaletin insanla beraber batması mı mevzu bahis olan; hangisi, hangisini batırıyor, diye düşünmekle başlamalı söze. İnsan, bir ekmeği öpüp başının üzerine de koyar; insan, parayı ayağının altına alıp onu da çiğner; insan, karar verir ve yapar. İrade, onun yaratılışında kendisine verilen hak, onun sorumluluğu ve bedel ödeme arzusu. Bedelsiz elde edilen ne varsa bir zaman sonra artık yoktur, ödenen tüm bedeller ise bir güvencedir sonsuzluğa dair. Sözümona bir kalıcılıktır bedel ödeme; bedel ödeyip yapılan bir çeşmeden sonsuza kadar gürül gürül suyun akmasıdır çağlayanlar gibi hiç durmamacasına; bir köyde, bir dağda, bir akarsuyun dibinde de olsa sonsuza kadar akmasıdır; bazen oluk oluk suyla bazen dolu dolu maneviyatla, adın sonsuzluğa kazınışıdır.
       İnsanla sefalet arasında bir adım var. Bir adım ilerisi de gerisi de sefalet. Önemli olan adımın ileri mi geri mi atılacağı değil, önemli olan adımın nereye atılmak istendiği ve o adıma gelene kadar atılmış adımlar. Güzel şeyler hiçbir zaman bir adım yakında değildir, onlara daha çok var, onlara varana kadar nice adımlar atılmalıdır. Yine de sefalete -sefaletime- bir adım var. Anlatabildim mi?

3 Eylül 2014 Çarşamba

Akılalmaz Bir Çaresizlik

"Beklemek yalnızca, bitip tükenmeyen bir çaresizlik."
Franz Kafka


       İşte biz de çaresizliğimizle yaşıyoruz. Çaresizlikle dolu hâneler inşaa ediyoruz, içlerine yerleşiyoruz binlerce katıra yüklü huzursuzluğumuzla. Göbek adımızı 'çaresizlik' koysalardı tüm ruh hallerimizi anlatmış olacaktık belki de, bizim için hiçbir şey yapmadıkları gibi bunu da yapmadılar; herkes bizden çok uzakta.
       Beklemek, ilk kez kullanıldığından beri, sadece can yakmak için var. Beklemek, ne olduğu bilinmeyen bir maddeyi, nesneyi... Beklemek, can yakıcı ne varsa hepsinden bir toplam. Canımızı yakan ne varsa bekliyoruz, buyursunlar; biz acıların demlendiği bedenleriz, doludizgin.
       Bekleye bekleye takvimler 2014'ü gösterdi, bir Eylül gününü daha. Kaç baharı daha bekleyecek kuşlar göç etmek için ve kaç baharı daha bekleyecek balıklar göç etmek için ve kaç baharı daha bekleyecek antiloplar göç etmek için ve kaç baharı daha bekleyecek bedenler öte diyâra göç etmek için?
       İlk bekleyen bir Mısırlıydı belki yahut Yunanlı yahut Aztekli veyahut bir Türktü ilk bekleyen; nerden bileceğiz? İlk bekleyen ilk insan mıydı yoksa, bir bilseydim bunun tarihini yazmaya da başlardım: beklemenin tarihi. Eflatun muydu ilk bekleyen yoksa Amon-hutep mi, Kul Kağan mıydı ilk bekleyen yoksa Tsu-Basa mı? İsmi olsaydı ilk bekleyenin, pîrini bilirdi bu dergâhta. Biz pîri bilinmeyen bir dergâhın sayısı yabana atılamayacak kadar çok olan mürşitleri. Biz ki âlemin her yerinde bir dergâh inşaa etmişiz; dergâha da gerek duyurmadan bedenlerimizi her yerde mevcut bulundurmuşuz.
       Çaresizliğin mevcudiyeti çarelerin çok uzakta olmasından biraz da; çarelerin başka ellerle sunulabilecek olmasından. Tıpkı insana şifa olacağına inanılan bir otun dünyanın öte ucunda olması gibi; tıpkı altına sahip Afrika'nın altınsız yaşaması gibi; çaresizlik biraz da tüm zenginliklerin işgal altında olması demektir, güzel adına ne varsa.
       Çaresizce beklemek diye bir tanım olamaz; çünkü çaresizlik ile beklemek söz konusu olamaz. Bir insan çareyi bulamamışsa bekliyordur; bekleyen insan çareyi bulabilir mi? Arayan bulur demiş atalar; arayan bulur her dâim, çünkü bulunmuşlukları bilinir.

2 Eylül 2014 Salı

'Eylül' Diye Bir Şey

Eylül diye bir şey varsa eğer;
İçinde uzun yürüyüşler sonrası,
Ulaşılamamış günün sabahı.
Gece diye bir kavram,
Anlatılamaz ki günün bekçilerine.

Her doğumun içinde,
Bir başka doğum var.
Bazen birileri doğdu diye,
Doğar birileri;
Birilerine hayran olduklarından.

Ben yaşıyorsam hâlâ, bunda biraz,
Eylül'ün de payı vardır.
Beni sarıp sarmalayan Eylül'ün,
Kucağında oyunlar oynadığım,
Sütünü içtiğim hesapsızca, doya doya.

Eylül diye bir şey varsa eğer,
Biraz da âşktandır.
Âşk kokan ellerindendir,
Hani üzerinde yeşil ırmaklar akan.
En sevgili ırmaklar.

Tüm aylar kaybolup bir ay oluyor.
Eylül'de bir güne dönüyor.
Eylül o kadar uzun ki; aylar, gün gibi geliyor.
Eylüller hiç bitmiyor.
Bir Eylül'den bir Eylül'e uzanıyor.

Eylül diye bir şey varsa eğer,
Biraz da sendendir sevgili.
Ulu ağaçlarda gözlerinden bir yeşil,
Birbirine çarpan dalgalarda sakin bir mavi,
Gökyüzünde çarşaf gibi bir ten görüyorsam,
Sendendir biraz da;
Sendendir sevgili;
Eylül'dendir.

28 Ağustos 2014 Perşembe

Güneş Gözlü Çocuklar Doğacak

Güneş gözlü çocuklar doğacak,
Güneş henüz ölmemiş olacak.
İçimizde umut yeşerecek.
Dünya, dünya olacak belki de.

Sözlerin içinden, sesler ayıklanacak;
Kelimeler boğazlarda tıkanmayacak.

Güneş gözlü çocuklar doğacak,
İçlerinde umut diye bir şey.
Belki bir tutam sevgiyi içecekler,
Kızıl güneş ışıklarını içer gibi.

Yol aydınlık, söz aydınlık olacak;
Aydınlığa karanlık işlemeyecek.

Güneş gözlü çocuklar doğacak,
Güneşin doğduğu saatte.
Güneş sönmüş olacak, biraz da,
Gecenin hükmü dinlenmeyecek.

Beyaz defterlerin siyah yazısı silinecek,
Güneş gözlü çocuk, sevilecek.

26 Ağustos 2014 Salı

İşte Bunlar Hep Sevmekten

"Canım titredi; özledim, solgunum."
Süreyya Berfe



Özlemek, elle tutulamayan bir şeyi.
Kuş tüyü kadar hafif,
Denize düşen bir balık kadar ağır,
Özlemek akla her ne geliyorsa.

Özlemek, dünyanın bir ucundaki,
Bir hüdhüd kuşunun cıvıldamasını.
Özlemek belki hiç hesaba katılmayan,
Biriken sevdaların neticesiydi.

Solgunken tenim bir fanusa hapsoldu.
Cam içinde cam gibiydi bedenim.
Her yer şeffaf, tek bir yerde koyuluk,
Kalbim kırmızı perdeler arasında.

İpek kumaşlara sardık sevgimizi,
Altın çeperli güneşlere.
Atar damarımızla yön verdik ona,
Kimsenin görmediği ruhumuzda.

Özlemek, kokusu cennet olan bir şeyi,
Sesi, çağlayan şelaleler gibi doruk.
Bilmek, yazgının her ânında sevgilinin oluşunu;
Sevmek, ona 'sevgili' dendiği için.

İşte bunlar, hep -çok- sevmekten.

24 Ağustos 2014 Pazar

Kara Yumak

Yenilmedik ki biz geceye.
Gece, gündüzle sonlanacak.
Tüm umutlar yeşerir bir gün.

Yenilmezsen geceye,
Kargaları kovarsan başucundan,
Siyaha boyanmamışsa henüz yüzün,
Bir güneş vardır sabah seni bekleyen.
Öyle derdi büyükler, ölmeden evvel.

Sustuysam geceden korktuğumdan.
Bilirim gece gelmez beklenen.
Gündüz getirir tüm mektupları.

Bir yumağa dolana dolana ilerliyoruz.
Karadan başka renk yok;
Kömür karası, ömür karası, hasret karası.
Gece yalnızca günahkârlar konuşur,
Birde kızıl kıyamet sevişenler.

Geceye yenilişimizin sonu yok,
Gecenin bir sonu olmadığından.
Biz sonlu dünyanın sonu bilinmeyen yaratılmışları.

Benim bir adım da Siyah Yumak

23 Ağustos 2014 Cumartesi

İç İçe Geçen Modern Korkuyla İlkel Sevgi

       İsimlerin değişmesi var olan o büyük duygunun değişmesi anlamına gelmiyordu. Nitekim Felice ile Milena hemen hemen ayn kişiydiler. Zamanın kendine dair yeni kurallar koyması ve insanın bu mecburiyetlere uyma zorunluluğu; aslında her zaman ortadan kaldırılabilecek olan yükümlülükler.
       Kafka gibi sevmek diye bir şey varsa eğer, bunun içinde yer alan en önemli -belki de tek- şey korkudur. Saf bir korku; neye dair olduğu ve niye olduğu bilinmeyen. Küçüklükten beri insanın içinde yer eden ve herhangi bir şekilde temeli tespit edilemeyen bir korku. Benim içimde ise daha çok kaybetmenin getirdiği, kaybedebilmenin getirdiği, kaybettiklerimin getirdiği, kaybedeceklerimin getireceği, kaybolanların yerini tutan, yerini tuttuğu şeyleri hiçbir vakit unutturmayan ve böyle böyle devam eden bir korku. -Saf korkuyu bazen gölgeleyen korku.-
       İnsan korkunun içinde kendine bir yer bulabilir mi, diye sormaya başladığım ân aslında insanın korkunun kendisi olduğunu anladığım ândır. İnsan gittiği yere korkuyu da götürüyor. Korkuyu, ne pahasına olursa olsun, yaptığı işin içine yerleştiriyor. 
       Şimdi içimde medeniyetin getirdiği korku var. -Balkonuma bir uçağın iniş yapması, odama bir geminin yanaşması, bir trenin yatağımın üzerinden geçmesi ve yolcu dolu bir otobüsün salonumda yolcu indirmesi korkusu. Eski korkularım yetmezmiş gibi.- Medeniyet, benim için korku dolu dönemlerden ibaret. İlkel korkularıma eklenen modern korkular. 
       Tüm çağlar boyunca babadan oğula ve anadan kıza geçen korku, bulaşıcı hastalık gibi her hücremizi istila ediyor. Korkuların hiçbir şeyden korkmamasının neticesi olarak zamanla kendimizi ona teslim ediyoruz, ruhlarını kazanmak için kendilerini tapınak rahiplerine emanet edip boğazlanmayı bekleyen o Aztekli insanlar gibi. Yalnızca tek fark olarak, bizim boğazımızın kesilmesi sırasında kan akmıyor, içimizde olup bitiyor. Bu da canımızı daha fazla yakıyor, çünkü eğer kanımız aksaydı, eğer gözlerimizden korkumuzu gösterebilseydik içimizde bir yerlerde huzuru bulabilecektik. Bizimle olan korku huzurumuzu da kendi huzurunda kabul etti ve onu alıkoydu.
       Şimdi isimler değişse de; Felice, Milena olsa da geriye sadece sevgi kalıyor. Tek bir kişiye duyulan ve duyulabilecek sevgi. Sevgi de biraz korku içeriyor. Tüm bağlanmalar içinde biraz korkuyu barındırır. Bazıları bilmez ama kaybetmekten korkmak diye bir şey var; tüm korkuların üzerinde.
       Korkularım zamana ayak uydurdu, varlığına varlık kattı; oysa sevgim hâlâ ilkel. İlk günkü gibi, öğretildiği gibi. Sadece tek bir varlığa dönük, tek bir kaynağa. Sevgilerim ilkel, doğumumdan beri, insanlığın doğuşundan beri; başka her şeyin üzerinde olabilecek kadar. İlkellik, sahip olduğum en güzel şeylerden, elimden hiç alınmamış. Modern korkularımla ilkel sevgim şimdi iç içe geçti. -Severken korkmak, korkarak sevmek.- -Bağlılık ve bağımlılık.-

22 Ağustos 2014 Cuma

Gönlümün Prag'ında Yaşayamamak

      Prag'da veya herhangi bir yerde yaşayamamak, çünkü hiçbir yere ait olmamak ve bunun bilincinde olmak. İstanbul ile Prag arasında ki şey nedir bilmiyorum, şehirlerin insanlar üzerindeki etkisini görüyorum. Giderek yükselen binaların altında kalan insanlar, sıvası kan karıştırılarak yapılan inşaatlar. Bir şehir inşa edilirken bir halkın onun altına gömülmesi, temel olarak -insanı temel almak sadece bunu karşılıyor-.
      İstanbul'da yaşayamamak, binaların arasında kaybolmak, beceriksizce dizilmiş tuğlaların beceriksizce dökülmüş betonun ve beceriksizce hazırlanmış mezarlığımızın içerisinde bulunmak. İnsan, öldüğü yere defnedilecek, o gün gelecek, defnedecek kimse de kalmayacak. Tüm şehirler tek bir şehir olacak, bir isimden yoksun.
       Ölü bedenler için tüm şehirler birdir, dünya tek bir kıtadır. Denizlerin sesi, kuşların cıvıltısı, balıkların nefes alışverişi, ulaşmaz bir ölüye. İnsan, ölümünden beri bir şehrin esiridir, kalkıp gidemez, kalsa da nefes alamaz, susayamaz, konuşamaz ve var olamaz. Prag veya İstanbul, arada keskin bir fark yoktur, ölüm her yerde aynı.
       Prag'da Kafka olmakla İstanbul'da Abdullah olmak, belki bir başka coğrafya içinde bir başkası olmak; isimlerin silinip sadece hislerin kalması, boğulmak, boğdurulmak, boğazlanmak. Şehirler birbirine giderek daha fazla yaklaşıyor, oysa insanlar birbirinden daha da fazla kaçıyor. Kaçan insanlar ve kovalayan şehirler. Hızlanan trenler ile yavaşlayan insanlar; ray üzerinde akıp giden su misali, toprak üzerinde sürünen kaplumbağa misali.
    Gönlümün Prag'ında ben de yaşayamıyorum. Herhangi bir yerde yaşamaya dair bir belirti de duyumsayamıyorum. Yaşamak için gerekli şartları karşılayacak durumda da değilim, ölmek için ise sanırım henüz vakit dolmadı. Zaten hayat da bir süre sonra bir şeylerin vaktinin dolmasını beklemekten başka bir şey değildir, bunu en iyi yaşlılar bilir. Zaten hayat da bir süre önce bir şeylerin vaktinin dolmasını beklemek değil, o şeyin kendisini bir ân önce gerçekleştirmektir, bunu da en iyi çocuklar bilir. Hangisi daha hayat dolu?
       Prag, İstanbul veya herhangi bir yerde yaşayamamak. Gönlümün Prag'ını düşlemek. İstanbul'u yıkıp yeniden inşa etmek, belki o zaman ruhum gerçek huzuru bulacaktır. Şimdi betonlar arasında mezarımda dönüp duruyorum. -Benim mezarımın üzerine elma ağacı yerine gökdelen diktiler.- Bu yüksek binalar sadece gökyüzümü kapatıyor, içim daha önce kapanmıştı. Beni karanlıkta bıraktılar, aydınlığı sevenler. Ben, gönlümün Prag'ında da yaşayamıyorum.

Kafka Gibi Gece Yazmak, Gecelerce Yazmak

       Sadece uykunun ağırlığının olduğu, hayatın umarsanmayıp yarı-ölümün yakın olduğu bir saatte yazmak. Uyumak biraz ölmekse eğer bu saatte yazmak da biraz ölümle aynı ortamda yazmaktır. Beni ölümle bir odaya kilitlemişler, şimdi birbirimizin gözünün içerisine bakarak yazıyoruz. Bu arada ölümün gözlerinin içinde herhangi bir renk yok, benim gözlerimin rengi de onun gözlerinin içinde yok oluyor -yok etmek en sevdiği işmiş gibi-. Anlaşılan ölüm kahverengiyi de sevmiyor.
      Uykunun sesinde pürüz yok, titreme yok, tümsekler veya yükselişler yok, stabil. Kimsenin sesinin olmayışı ve kimsenin bilerek veya bilmeyerek rahatsız etmemesi, yazan parmaklarıma dokunamaması ve kendi yoğunluğunda kaybolan zihnime herhangi bir müdahalede bulunamaması yazmamı kolaylaştırıyor -aslında kolaylaştırmıyor ama daha önceki zorluğun bir kısmını ortadan kaldırıyor; aslında yazmak omuzlarımda taşıdığım çok ağır bir yük, gece bu yükün bir kısmını omuzlarımdan alarak taşımama yardım ediyor-.
      Gece yazmanın bedeli olarak gündüzün bir kısmını hibe etmek ve güneşi daha az görmek, buna karşın yıldızları daha fazla kucaklayabilmek, her ne kadar onlar bulutların arkasına saklanmayı yeğlese de. Gecenin renklerin belirginliklerini öldürdüğünden olsa gerek -gece doğan hiçbir şey yoktur aslında, gece sadece ölüm vardır ve ölüm her şeyi kucaklar- sadece siyah ve lacivert var, birde arada ne varsa. Baktığım her ne var ise koyulaşıyor.
      Halının üzerinde ki bütün desenler silikleşti, yılan gibi kıvrılan çizgiler görüyorum sadece -bir bakıma onların yılan olmadıklarının da bir garantisi yok-. Duvarlarda ton ton gölgeler, neye ait olduğunu kestiremediğim. Vitrinlerin camlarından yansıyan bulanık görüntüler; katiller, hırsızlar, caniler... Belki de ne olduğunu bilemediğim bu görüntüler gece kitaplardan fırlayan kahramanlardır. Belki de Kafka'nın hayaleti beni kontrole gelmiştir, belki diye bir şey yoktur, bu kesinlikle bizim sessiz konuşmamızın gölgeler üzerindeki iz düşümünden başka bir şey değil. Her iletişim sese dayanmaz, bazıları hissedilir.
       Kafka gibi gece yazmak ve gecelerce yazmak, zamanı tersine çevirmektir. Gündüzlerin gece oluşu ve gecenin gündüz. Ay'ın güneş olduğunu, güneşin de ay olduğunu kabul ediş. Gece havanın daha açık olup gündüz kapandığını, gecenin ısınırken gündünüz soğuduğunu söylemektir; gece aydınlıktan gözlerin kamaşırken gündüz ışığa ihtiyaç duymak. Gece ile gündüzün yer değiştirmesidir; gece yazmak. Yazmak ve yazmak; hiç söylemeden, söylenecek her şeyi bir akrebin kurbağaya zehrini akıtışı gibi mürekkebin damlayarak kâğıda aktarması. Biraz da başucunda Kafka'nın belirmesiyle, -arada bir Felice, biraz da Milena- onun kontrolünde ama yine de biraz ondan kaçırarak yazmak. Yazmak, yazmayı severek. Yazmak, haftalarca hiçbir şey bilmeden, günlerin isimlerini hafızada tutamayarak, takvim yapraklarını koparmaya üşenerek.
       Bir fotoğrafın sessizce kuşatan bakışları, biraz lambadan biraz da gökyüzünden yansıyan ışık, yarı aralık ve arada bir gıcırdayan kapı ve bir de böcek.



21 Ağustos 2014 Perşembe

Arwen'e Mektuplar

      Sevgi, büyük fedakârlıkların içerisinden başını uzatıyor. Bir şeyi göstermenin, altını çizmenin en iyi yolu onu eyleme dönüştürmek, sözcüklerin anlamlarını da göstermek. Bazı sözler sadece söylenmek için vardır, bazıları ise yaşamak; sevgi ise hepsinden üstün, sadece yaşatmak.
       Bir ânda sonsuzluktan vazgeçiş sonlu yaşamda kendisini gösteriyor. Sonsuzluğun içerisine sığan son, biraz da sevginin içerisine sığan merhamet, şefkat, ilgi, kaybetmeye dair korkudur. Sevgili geldiğinde insan sonu, sonsuzluk için vermeli. Şüphesiz ki sevginin içerisinde var olan şeydir bu.
       Tüm cümleler aslında tek bir cümle olabilmek için mücadele ediyor, her şey tek bir şey olmak istiyor. Ben de en çok sen olmak istiyorum Arwen, senin bir parçan hâline gelmek; yürüğünde benim ayaklarımla yürümeni, dokunduğunda benim ellerimle dokunmanı, gördüğünde benim gözlerimle görmeni istiyorum. Ben giderek daha da çok sen olmak istiyorum, senden daha çok sen. Öyle bir sen ki; seni, senin dışında bırakmış, senin bile anlamadığın bir biçimde sen olmuş.
     Arwen, bir kelime mantığı, anlamı, zekâyı, kalbi, dili, lisanı delip geçiyor; ne olduğunu hiç bilmeden kendisinden fazla bir şey oluyor; hangi lisandan gelirse gelsin o insanın içine yerleşiyor. Kan, yabancı bir maddeyi kabul etmez; demek ki bu durum da öyle; bu kelime o kadar insanın kendisine ait ki dil de onu reddetmiyor, hemencecik yerleşiyor. Bazı kelimelerin ait olduğu bir dil yoktur, o bütün dillerde vardır ve bütün dillerde en güzel anlamlara maliktir.
    Arwen diyince duraksıyorum, güzel kelimeler duraksatır beni böyle, insan güzel bir çiçek gördüğünde durup bakmalıdır ona, yanına oturup seyretmeli, elini uzatıp dokunmalı, yüzünü değdirip koklamalı. İnsan, bir mucize gördüğünde onun içinde olmalı, yaşamalı. Mucizeleri dinlemek etkilidir, içerisinde olmak ise bambaşkadır; işte Arwen, senin için tasvir edebileceğim şey tam olarak budur. Sen benim için ve benim içimde bir mucizenin ta kendisisin.
      Arwen'e bir mektup bu, sevgiye dair tek bir ân için sonsuza dek yaşanacak bir acıyı kabul ediş, hiç kimsenin kabul etmediği ve herkesin kaçtığı. Uzun bir mektup bu, bazı mektupların sonu hiçbir zaman yazılmamalı, kalem elden hiç düşmemeli ve dil hiç susmazken yürek şiddetini daima arttırmalı, ta ki bir tayın yüreği çatlayana kadar hızlanışı gibi. İnsan da ruhu çatlayana kadar sevmeli, giderek çoğalarak.

       Aragorn
       İçimde ki -içinde ki- Aragorn.



19 Ağustos 2014 Salı

Göç: Göğün Üstünden Yerin Dibine

Bir gün ben de gideceğim.
Ardımda güzel bir şey belki.
Bir mendile sarsınlar beni.
Kara kışta gömsünler, doğumum gibi.
Kışın beyaz örtüsünü yarsınlar,
Siyah toprağı bulsunlar,
Beni kendi varlığıma sunsunlar.

Gideceğim ben de bir gün.
Arkamda sessizlik, belki bir de dolunay.
Gökyüzünde yıldız olmayacak.
Karanlık sever beni, ışığı söndürecek.
Kimse ışığı yakayım mı, diye sormayacak.
Sessizce gideceğim,
Belki kendime de duyurmadan.
Benimki bir hayattan bir hayata göç,
Acı içinde acı içeren.

Göç yolunda öldürdüler kuşları,
Hiçbiri varmak istedikleri yere varamadı.
Kanatları bulutlara değil toprağa değdi.
Tek tek avlandı hepsi,
Bizim de yüreklerimiz avlanırken.
Göç, sonumuzu getirdi bizim, biraz.
Şimdi bizim bir adımız da 'toprak'.

Kırılma Noktası

     Bir kez kırılmaya başlayınca un ufak oluyor insan. Yine de her şey tek bir kırılmadan ibarettir, ilk kırılmanın ardındakiler sadece ardıçlardır. Bir kez yıkılma başladıysa ardıçlar sadece ilk kırılmayı tekrarlar.
       Tek bir kırılmadır tüm hayatların ömür-dönümü. Hiçbir şey eskisi gibi olmuyor, kırılınca eski diye bir şey kalmıyor, yeni bir şey de eklenmiyor. Kapısı olmayan dört duvarın içerisinde yaşamaktan farklı değil, basık tavan, sessiz ve ışıksız bir ortam. Bu arada, ne zamandan beri mağaralara değil de odalara hapsediyoruz kendimizi? Kaç yüzyıl geçti üzerinden? Niye ilk günkü kadar yakıcı tüm kırılganlıklarımız?
      Bir kırılma noktası atlattım ben, bir kırılma noktası atlatır herkes. Başka da bir kırılma noktası olmaz, hayat tek bir ândan ibaret, o ânı yaşamaktan. Aslında bir kırılma noktası atlatamadım ben, esir kaldım, kırılma noktasındayım, kırılıyorum. Tutunduğumuz şeyde kırılıyoruz. Hayatımız bir kırılma noktasından ibaret.
       Ardıç kırılma diye bir şey varsa bence o da ilkinin hatırlatılmasıdır; yeni kırılmalar diye bir şey olamaz, ilk kırılma yeterince güçlüyse. Bu kırılmadan sonra insan sadece kırılmanın kendisine tutunabiliyor, uzanan tüm eller bu kırılmaya ait. Bazı şeylerin vefakâr olduğu su götürmez bir gerçek, tüm kırılganlıklar da vefalıdır, insanın peşini bırakmaz, belki bu da güzel bir şeydir, sürekli kendini hatırlatan şeyler.
     Ben bir kırılma noktasında durmuş tüm bu ne olduğunu bilmediğim şeylerin sonlanmasını bekliyorum. Sonlandıracak güçten yoksunum, ben herhangi bir güçten yoksun olanlardanım. Kırılma noktam, hayatım, kırıldıkça kırılıyor, ardıçlar çok etkili, içimde kırılmayan bir yer kalmadı.
       Göğsümde dört nala at koşturan ve her şeyi yakıp yıkan Cengiz Han'lar var.

17 Ağustos 2014 Pazar

Perdesiz Gökyüzü

Perde yok gökyüzünde.
Yıldızlar lacivert ipekten bir halı.
Basmak üzereyim üzerlerine.
Sivri uçları beyaz yıldızların,
Kanatıyor ayaklarımı.
Ay, istese de yüzünü çeviremiyor.
Yüzü geniş, ufku seziş.
Benden kaçtıkça bana yakalanıyor.
Perdesiz gökyüzü cam gibi,
Berrak.
Kim indirdi perdeleri gözlerime?
Gözlerimden yıldızların ışığı çekildi.
Hangi torbaya sakladılar sizi,
Ey yıldızlar?
Işığı karanlık hapsedemez.
Güneş, torbaya sığdırılamaz.
Tüm perdeleri kaldırılmalı göklerin.
Işığın tüm renkleri özgür kalmalı.
Perdesiz gökyüzünde bir ömür,
Yıldızların dansı seyredilmeli,
Ay Dede'nin alkışları.

Ruhuma Sivas'ta ilham olan şeylerden.

15 Ağustos 2014 Cuma

Benim İçimde Benden Başkası

"Biliyorsun ki kendi kendime konuşmayı çok severim. Tanıdıklarım içinde en ilginç kişiyi kendimde buldum. Bazen bu konuşmalara bir konu bulamayacağımdan korktum; şimdi hiç korkum yok, şimdi sen varsın. Şimdi ve ebediyen kendimle seni konuşuyorum, en ilginç nesne hakkında en ilginç kişiyle - heyhat, ben sadece en ilginç kişiyim, sen ise en ilginç nesne."
   -‪Soren Kierkegaard,‬ Baştan Çıkarıcının Günlüğü‬



       Benden başka bir benim var. Ben, benle konuşuyorum, benden başka her şeyi. Konuşmaya kendimle başlıyorum, gel gör ki konuşmayı da kendimle sonlandırıyorum. Her cümlemin başlangıcında ve sonunda kendimi anıyorum, kendimden bir işaret bırakıyorum, batarken gökyüzüne kırmızı bir ışık saçağını işaret bırakan sevgili güneş gibi.
       Ben, beni keşfedeli, ben beni daha bir başka arar oldu. Ben, senden ibaretim. Tüm benliklerin içerisinde beni ayırıp ortaya çıkarmak zahmeti çok büyük felaketlerin eşiğindeydi. Tüm eşiklerin bir yanında sonsuzluk bir yanında felaket vardır.
       Benden başkasının içimde yeri yok. Ben, kendimden bir parça hâline getirdim seni, sen bendesin. Belki senin uzun zamandır bende oluşundan, benim içimde ki savaşların ritmi yükseldi. Her söz başka bir sözün fitillenmesine ve her yeni cümle tepkimelere neden oldu. Cümleler arası rekabet daha da yükseliyor, ta ki bu benliğimdeki savaş bitene dek sürecek.
       Benim içimdeki ben -yani sen- büyük bir âşk taşıyor, üstelik sevdiğim kelime âşk değilken. Kelimelerle de bir savaştır içimde başlayıp sürekli kendini tekrarlayan, bazı savaşların sonu yoktur ve hiçbir zaman bir üstünlük söz konusu değildir. Bazı savaşlar hiç bitmez ancak insan savaşın her safhasında mağluptur, yeniliyorum ama savaş bitmiyor. Yenilgilerimin sonu yok.
       Kendi kendime yaptığım nutuklar aslında içimde ki insanlığın nutkudur; ateşi artık kendisini dahi zor ısıtan. İçimde giderek sayısı artan ölümler var.
       Ben kendimi kendimde kaybettim. Seni de kendimde kaybettim. Benim içimde kaybettiğim pek çok şey ve onların izleri var. Bedenim ise beyaz bir örtü; artık tozlanmış olan ve bedenimi terkedeceği ânı bekleyen ruhumun. Bu gece kalbim sana emanet.*


İlk aşk, ağırlık yapan ruhunu çıkarıp başkasının avucuna koymaktır. Sonrası, kayıp olan ruhunu aramaktan ibaret.
   -Burak Aksak

Kirpik Uçlarıma Kadar Seviyorum

Ayak uçlarıma kadar,
Seviyorum.

Kader çizgim ve damarlarımın kesiştiği,
O yeşil çizgi boyunca,
Seni görüyorum.
Resmin beyaz tenimin yeşil ırmağında:
Vaad edilmiş toprakları gördüğünü sanan,
Yahudiler gibi.
Parmak uçlarım yanıyordu,
Yanaklarına dokunamadığından beri.
Dudaklarım kızgın,
Kırgın diğer parçasıyla buluşamadığından.
Her eş, kendininkinden bir parça taşır.

Kirpik uçlarıma kadar,
Seviyorum.

Öyle ki kirpiklerim bana ağır geliyor,
Kütlesi arttı gözlerini gölgelemeyeli.
Sözler uçup gitti,
Tutamadım aklımda,
Tutamadın avuçlarında.
Her söz ağuşunda.

Kelimelerimin uçlarına kadar,
Seviyorum.

27 Temmuz 2014 Pazar

Aslan Yavrusu Büyütür Gibi Sevgiyi Büyütmek

Bir müddet sustuk. Kafamın içinde ona söylenecek uçsuz bucaksız şeyler bulunduğunu hissediyordum, senelerce söylense bitmeyecek şeyler...
Sabahattin Ali

       Yazmak isteyip de ne yazacağını bilmeyenlerdenim, şu ân. Aklında fikirler giderek kopan, koptukça uzaklaşan. Uzaklaşan fikirlerin peşinden koşarken daha da fazlasını kaybeden. Bir fikir, iki fikir oluveriyor bir ânda, birkaç fikir olduklarında ise bir insanın her şeyi. Fikirlerle başlıyor tüm bildiklerim. Önce düşünmek, başını ve sonunu değil, olacağı; ancak olacağı düşünülen şeyler olur; yazgının bir yeri böyle der.
       Önce sevgiyi düşündüm. Sonra ona biçim verdim. Sonra 'O' bana onun bedenini yolladı. Sevgi, bazen ete kemiğe bürünür, çünkü bu onun yaşamının göstergesidir. Sevgi, doludizgin yaşayan bir şeydir. İçerisinde korkuyu, ürpermeyi, mutluluğu ve hüznü barındıran. Sevgi bunların hepsinin toplamından daha fazla bir toplamdır. İçerisinde henüz adı konmamış şeyler de olan, belki bir gün onlar da adlandırılır, yeni duygular keşfedildiğinde. Ondan istenilen gelir.
       Sevgi, benim kucağımda büyüttüğüm bir aslan yavrusu. Kucağımda dediğim göğsümde. Göğüste taşıyıp göğe yükseltmek. Sevgi, aslan yavrusu; kanla beslenir. Sevgiyi besleyen kandır, ciğerinden kan damıtıp ona sunmaktır, yüreğinden kan ayırıp ona sunmaktır, şahdamarını ona verip kana kana içirmektir. Sevgi vermektir hudutsuzca. Düşünmek, düşündüğünü yapmak. Sevgi, eylemdir. Bir devrimdir sevgi, devrim kelimesini de yıkıma uğratan.
       Kalemi elime aldığım ilk günden ve kalemin elimden düşeceği son güne dek; seni yazmak, göğsümde taşıdığım ve göğe yükselecek aslanı -sevgi- yazmak, kelime bulamadan ve isim koyamadan yazmak; bir şey daha var, benim sevdiğim kelimeler beş harflidir.

Hayat garip, nasıl derler, bilmece.
Soldan sağa, beş harfli iki hece.*

Venüs'ün Deniz Feneri

Yıllar yıllar önce kurak bir gün;
Bunalmıştı insan karanlıktan.
Gecelerin kısalması için yalvarırken,
Günler, gecelerle sevişir oldu.
Yol karanlık, yer karanlık, gün karanlık.
Bu koyu karanlıkta,
Bir fener ki sevgi yolunu aydınlatan.
O gördüğüm fener Venüs'ün.
Gözleri işte o ışığın kaynağı.
Güneş diyip aldandı belki insanlar.
Ne çıkar, Venüs, ben bilirim,
Aydınlatan gözlerindir elbet dünyayı.
Ne çıkar, Venüs, ben bilirim,
Sevgin ısıtan bedenimi ve kavuran dünyayı.
Sen ki gözlerinde tuttun dünyayı.
Bir sırrım var, insanlara açamam.
Sırlar, insanlar için değildir.
Bir sırrım var ki sır olduğu kulağıma fısıldandı.
Söylesene Venüs,
Kaç bahar geçti gözlerinde?
Kulakların kaç baharın ilk rüzgârının sesini işitti, ve,
Kaç laleyi kokladın, yorgun bir günün içinde.
Bir deniz feneriydi karada önümü aydınlatan.

Bazı fenerlerin ışığı hiç sönmez.
Bazı fincanlar ölümsüz,
Bazı fincanlar, sevgi kadehidir.

Bi' fincan mutluluk?

Venüs'ün Deniz Feneri.
Sevgi yolumu aydınlatacaktır boğuk karanlıklarda.
İlkbaharın nefesi tenimde.
Işığım hiç sönmeyecek.
Aresiskender'den.
Ares'in 7 harikası.
V.S. bilmem kaç yılı.



25 Temmuz 2014 Cuma

Son Hecede Düştüm

Son hecesinde düştüm şiirimin.
Boyun bağları tutmak içindi kaçan sevgiliyi.
İhaneti sever kara periler.
İyiler, kötülüğe yakın yerdedirler.

Nefreti, dumanı, üfleye üfleye içtiler;
Gitmeden henüz oralara.
Oralar, nerelerdi, söylemediler.
Bir bilinmeze gittiler, kendileri de bilmeden.

İlk hecesinde sevgi vardı mısralarımın,
Kontrolden çıktı.
Ben şiirin söz dinlemeyenini severim;
Şiire söz geçmez ki.

Son hecesinde düştüm şiirimin.
Tamamlayamayacağım.

Şiirim beni ele geçirdi.

22 Temmuz 2014 Salı

Siyah Yumak

”Geceye yenilmeyen her kişiye, ödül olarak bir sabah ve bir gündüz ve bir güneş vardır..."
- Sezai Karakoç


       Ölümü bir türlü kaldıramadım. Ölüm, her şeyi sarmalayan bir kötü yumak. Siyah bir yumak. Hep sabaha kavuşmayı bekledim, sabahı iple değil halatlarla çektim, gelmedi. Güneşi görmek için en yüksek tepeye çıktım, doğuşunu görmek için saatlerce nöbet tuttum, doğmadı. Belki de ben gece beklerken gece oldum, bilemedim. Geceye çok benziyoruz belki, güneş geceyi sevmez, sevmez ki onu aydınlıktan mahrum bırakır, bizde o sevilmeyenler kafilesindeniz... Belki de gece olduğu için sevilmeyenler...

Yenilmedik ki biz geceye.
Gece, gündüzle sonlanacak.
Tüm umutlar yeşerir bir gün.


       Siyah bir yumaktı ölüm ile gece. Ölümle geceyi birbirinden ayırt edemiyorum. Ölüm neden hep gece daha çok hatırlanır ve gece neden ölümü çağrıştırır bilemedim, genimizde mi vardı?
       Gece ile ölüm birbirine karıştı bende, ben iyice kelimeleri de karıştırır oldum. Gece miydi ölüm olan yoksa ölüm müydü gece olan?
       Benim güneşim galiba yörüngesinden çıktı. Sabahı bekledim doğmadı, intihar mı etti? Güneş de ölür mü acaba, onu da gömerler mi gece gibi kara bir toprağa. Güneşleri de anarlar mı, bir beklediği var mıdır güneşlerin biz bilmeden onu böyle seyretmeyi düşlerken. Güneş gözlerimi yaktıkça inatla başını ona çevirenlerdenim ben, belki de kızdırdık bizler güneşi...

Sustuysam geceden korktuğumdan.
Bilirim gece gelmez beklenen.
Gündüz getirir tüm mektupları.

       Benim güneşimin rengi gecedir. Gece gibi aktır, saftır, parlaktır, hoştur. Ölümü kaldıramıyorum, ölüm kaldırılamıyor, ölüm icat olunmasa ne iyi olurdu. Bazı sınavlar ağır, ağırlığı belimi büküyor. Ölüm sırtımda taşımak için fazla ağır galiba, cesetler sırtıma yüklendikçe ben de toprağa batıyorum. Daha kaç kere öleceğiz, kaç kere ölümü tadacağız, kaç ölümü taşıyacağız, kaç gece ölümün üzerine saten bir örtü gibi örtülecek. Gece, saten bir örtü, kayıp gitmek istiyor, ölümün üzerinde durmuyor. Gece en çok satene yakışır. -Belki de kumaşları karıştırıyorumdur, kumaştan da anlamam zaten, bir de en ciddi konularda dahi yolumu şaşırırım, olduğu gibi.-
       Benim ölümüm gece gibi siyah bir yumak. Sarıp sarmalıyor, peşimden kediler koşuyor. Toprağımı istila eden şeyler var, toprak bile benim değil, toprağım diyemiyorum, peki ölüm benim midir, öl-ü-M? 

Yenilmezsen geceye,
Kargaları kovarsan başucundan,
Siyaha boyanmamışsa henüz yüzün,
Bir güneş vardır sabah seni bekleyen.
Öyle derdi büyükler.

Benim bir adım da Kara Yumak.
#KaraYumak