31 Aralık 2013 Salı

Yeni Yıla Girerken

Ne ses kaldı ne söz,
Yoklukla çınlayan bu gök kubbede.
Alıp başını gitti.
Yağmur, bulutlara döndü;
Sonsuz kuraklığından sıkılıp yer yüzünün.

Ne geçmiş kaldı ne gelecek,
Zaman yırtıldı kendi sayfasından.
Bir takvim yaprağı uçup,
Semaya karıştı, küçük serçelerle birlikte.
Kurtuldu çorak iklimlerden.

Ne vakit kaldı ne çare,
Geçip giden yıl gibi, yıldı insan.
Ateş böceği kadar çaresiz, soğukta kırıldı insan.
Bir vaktin doğuşunda, yeni bir yılın,
Kucağında uyandı insan.

28 Aralık 2013 Cumartesi

Sesler

Kafamın içi yavaş yavaş karanlığa büründü, çok geçmeden her türlü denetimi kaybettim. Kendi düşüncelerimin izini süremiyordum. Kafamın içinde cümleler uçuşuyor ama parçalanıp anlamlarını yitiriyor, tek tek sözcüklere indirgeniyordu; sonunda kelimeler de gitti, yalnızca sesler kaldı.
Key Redfield Jamison - ” Bir Delilik ve Duygu Durumları Güncesi ”

Gittikçe seslerle yaşamaya başladım.
Sesler, sözlerden örüldü.
Bu örgünün bir yerinde bir kördüğüm oldum ben.
Seslerle yaşamayı öğreniyorum,
Bu örgünün içinde bir motif olmayı.
Kelimeler izlerini kaybedip gittiler,
Geride hiçbir şey bırakmadan.
Cümle kuramıyorum artık,
Onlar kelimeleri alıp kaçmanın derdinde.
Harfleri yan yana getirememekteyim.
Onlar sesleri alıp kaçmanın peşinde.
Sesler sözcüklere dönüşemiyor.
Her şey lanetlendi, ne kıta kaldı ne de dize.
Lanetlenen her şey kendine kenetlendi.
Sesler çok uzak bir diyardan,
Duyulur duyulmaz bir fısıltıyla,
Yönelir bana doğru.
Ben sesine dönerim, işte sana doğru.
Delilik hayat buluyor bende.
Duygu durumlarında delilik.
Sözlerde yetersiz bazen.
Sesler kazıyor bütün sorunu.
Seslenmeler güzelleştiriyor yaşamı.
Bazen güzel bir ses, her şeyi unutturuyor.
Siliveriyor tüm çamura bulanmışlıkları.
Yeniden değişiyor her şey.
Uzaktayken sesler bu kadar,
Anlamak için uğraş gerektiriyor.
Sen gelsende yanıma.
Fısıldasan kulağıma,
Seslerden örülen büyülü kelimelerini.
Seslenmelerin benim yanımda olsa, bana doğru.
Her şey senden bana doğru.

Aynasız Ev

"Bir güzele güzelliğini hatırlatmak isterdim, aynalardan evvel." - (Kelebeğin Rüyası)


Kırdım tek tek tüm aynaları,
Uzak köşesinde boyasız duvarın.
Hiçbir şeyi göstermeyen ayna kırıkları,
Tam karşısında gözlerini ona diken,
Can kırıkları taşıyan ölü ruhları,
Savurdum tek tek tüm camları.
Ayaklarına batsın diye sevginin yoksunları.
Kafesten kaçan özgür kuşları,
Hepsini bıraktım feraha ersin diye.
Boyasız duvarlarda cisim yok.
Ne saat ne bir resim...
Şiir yazmayı unutmuş bir şair misali,
Kopuzunu kıran delirmiş ozan.
Sesini kaybetmiş insan çıldırıyor,
Sesleri sözlerden ibaret sanıyor.
Gün gelince göçüp gidiyor.
Aynasız bir evin, aynasız bir duvarına karşı;
Güzelliği kendi içinde yok ederek,
Göçüp gidiyor güzelin ne olduğunu anlamadan.
Kırdım tek tek tüm aynaları.
Duvarları boşalttım hep;
Seni bir ben anlatırım, bir ben söylerim.
Güzelliğini ancak ben yazar, ben dillendiririm.
Ne sen gör, aynasız evinde;
Ne başkası görsün, muazzam yüzünde.

27 Aralık 2013 Cuma

Ateşe Sarıl

insan elini kesen bir şeye neden tutunmak ister ki?
ya da alev alev yanan bir şeye neden sarılmak ister? 

...
denedik, deniyoruz, deneyeceğiz...

c.a.


Bugün parladı gözlerin anlık ateşle, hiç sönmemecesine,
Bugün gülümsedi gözlerin aklımdan silinmemecesine,
Merdivenler boyu aştı gitti,
Uzandı ta göklere,
Yol alıp gitti yukarıda bir yerlere.
Bugün ışıldadı yürüdüğün yollar adımlarınla,
Bir kaldırımdan bir tümseğe kadar seni hissetti,
Kuşlar senin olduğun yere göç etti,
Kelebekler raks etmekte ateşinle.
Ben aciz bir kelebek misali ateşinin çevresindeyim,
Sarhoşluğum sendendir, ben o ateşe varacağım.
Ateş beni yaksa ne çıkar?
Ben ateşten evvel yandıktan sonra, çok önce.
Yanmak için gerekli değil ateş,
Sönmek için gerekli değil su,
Sevmek için yok hiçbir engel, yaratılmamış.
Sen yüzyıllar önce bir demircinin dövdüğü kılıçsın,
Kılıç miras geldi, atalardan sana kadar.
Bana bileniyorsun giderek, bana keskinleşiyorsun,
Kanımı akıtıyorsun her dokunuşunla,
Kanım ateşe damlıyor, 
Ateş kanımı havadayken yalayıp yutuyor.
Sen ateşe dönüşüyorsun, ateşleşiyorsun.
Ateşleşiyorsun, yakmıyorsun.
Ben sana sarılıyorum, bir garip İbrahim oğlu misali.
Ateş beni de yakmıyor; yakan ateş, ateş değil.
Ben ateşe sarılıyorum;
Bu öyle bir ateş ki baştan başa sen.

21 Aralık 2013 Cumartesi

Uçurumun Eteklerinde

"Üzerimden trenler, kamyonlar, tırlar ve tüm araçlar geçiyor sana doğru yürürken bu sonsuz evcilik oyununda."

Nilgün Marmara

Sana gelen yollar sonsuz bir uğraşla kaplı.
Her yanında ayrı vurgunlar var yolların.
Bir kıyıda binlerce yıl önceden iki er cenk ederken,
Diğer kıyıda iki çocuk yarışıyor.
Sana gelen yollar dikenlerle kaplı.
İnsan elini hangi güle atsa diken ondan önce karşılıyor.
Bir müddet sonra insan dikeni de seviyor, gül kadar.
Güle ait olan ne varsa güzel olur, gülün güzelliğinden ötürü.
Senden bir iz taşıyan ne varsa güzel olur, senin yaratılışından ötürü.
Tüm yollar bir uçurumun kenarında sonlanır.
Uçurum yolun devamıdır, yola devam edebilecekler için.
Keskin uçurumlar, sevenler için yükselir, ıssız dağların zirvesinde.
Bu uçurum da sana doğru uçmak istiyorum.
Tüm sıradağların üzerinden geçmek, hatta denizlerin, okyanusların.
Dikenlerinden sıyrılarak karşıla beni, karşıla misk kokunla.
Bütün cenkleri kazanarak geliyorum sana,
Çocukluğumdan beri bütün yarışları kazanarak,
Şimdi güzel yüzüne seyr-ü sefer etmeme izin ver.
Dudaklarından gireyim, kalbinden çıkayım;
Her yanına kendi mührümü vurayım,
Senden bir imparatorluk yükselteyim,
Binlerce yıl önceden milyarlarca yıl sonraya.
Senden bir yol çizeyim, sonsuzluğun içine doğru,
Gel, uçurumdan bırakıp kendimizi kanatlanalım.
Uçurum bir sondur, yolu bilmeyenler için.
Uçurum yeni bir yoldur, yola devam etmek isteyenler için.

20 Aralık 2013 Cuma

İki Yanda Sen

İki kıyıda iki deniz,
Geçmişler birbirlerine, aralarında bir ağaç;
Bir yanında lale bir yanında sünbül,
Her köşesinde senden kuklalar.

İki yakada iki dünya,
Birinde kırmızı birinde yeşil,
Gök kızıla boyanmış güneş tarafından.
Yer yeşile boyanmış gözlerin tarafından.
İkisinin arasında senden oyuncaklar.

İki elde iki yürek,
Birisi solmuş kendiliğinden, birisi dirilmiş sencilliğinden;
Birisi kararmış sevgisizlikten,
Birisi güne doğmuş yeniden,
İkisinin arasında senlikten farklar.

İki günde iki farklı yaşam,
Birisi cennetle iç içe geçecek kadar mâkul,
Birisi cehennemden insanı kovduracak kadar garip,
İkisi arasında sıkışmış bir boyut.

Birisi sen, birisi ben, birisi biz.

15 Aralık 2013 Pazar

Yağmurla Karın Buluşması

Tüm gece yağan yağmur nihayet durdu. Kutlayacağım bunu. Kutlama şeklim ise size yazmak. Bu amansız yağmurda insanın tek mutluluğu yabancı bir çevrede olması.

Franz Kafka 

       Karlarda eriyip gitti güneşin bir an belirmesiyle. Tutunacakları bir dal, yardım isteyecekleri bir çevreleri yoktu. Göklerden yalnız başlarına indikleri bu dünyadan yine yalnız başlarına uzaklaştılar. Onların ellerinden tutan birisi olsaydı belki yeryüzünde ebedi olarak kalırlardı. Antartika'daki akrabaları gibi güçlüde değildi bu topraklara yağan kar. Son derece naif, son derece hassas, son derece kırılgan. Bir anda kayboldular, bir anda görünüverdikleri gibi.
       Önce uzun günler önce yağmur gösterdi kendini. Uzun uzun, hiç oyalanmadan, gökte bir delik açılmışta bütün sular artık yere iniyormuşçasına gür bir şekilde. Sonra biraz durgunlaştı, şiddeti geçmişti artık. Soğukta üşüyen bir kedi ile bir köpeğin birbirine sarılışını görmüşte insafa gelmişti belki. Sonra uzun günler boyunca yağmaya devam etti. Ağır ağır yere damlayışının altında el ele tutuşupta yürüyen insanları görüp bahtiyar hissetmişti kendini belki. Günlerce süren yağmurlar yerini kara bırakmıştı.
       Bir gün kar çıkageldi, daha önce gelmesi gerekirken. Beklenen hep geç gelmeye alışıktır, sanki geciktikçe onun şiddeti artar. Bir gün hiç umulmadığı bir anda kapıda belirdi, kar. Ev sahibi cömertti, geleni geri çevirmedi. Kar yuva yaptı buralara, kaldı kalmak istediği müddetçe. Bir gün gidiverdi yine, gelişindeki gibi zamansız bir şekilde. Kar evine döndü, bulutlara.
       Bugün ne yağmur var ne de kar. Güneş ikisinide uzak tuttu. Şimdi yağmur ile kar bulutlarda el ele tutuşmuş oyun oynuyorlar. Yağmurlar kara dönüyor, karlar eriyip yağmurlaşıyor. İkisi birbirinden hoşlanıyor, hep yer değiştiriyor. Sonbaharda yağan yağmur kışın yağan kar oluyor, kışın yağan kar ilkbaharda yağmur oluyor. Bir bir dönüyorlar birbirine istisnasız, ne yağmur olmadan kar ne de kar olmadan yağmur geliyor. Ve güneş ikisinin arasında, onlara bir ayrılığı sunuyor.
       Bugün ne kar var ne de yağmur. Ben ise bugünü kutlamak istiyorum. Kar ve yağmur bulutlarda oyun oynarken seninle bende bu yazıda buluşuyoruz. Ben bir masaya oturdum sana yazıyorum, masanın karşısına seni oturtmuş olarak. Sen bu yazdıklarıma aklımın içinden bir yerlerden cevap veriyorsun. Ben bugünü kutlayalım diyorum, sen tutup güneş gibi beliriyorsun, an be an ısıtıyorsun. Haydi ver elini gidelim, yabancıların olduğu yerlere. Kar ve yağmur kadar sevelim oynamayı, her ne kadar bulutlarda olmasa da. Bulutlara tırmanalım biz seninle bir gün, ben senin için bir merdiven inşa ederim.

14 Aralık 2013 Cumartesi

Kuzunun Biri Kurda Aşık Olmuş

       Kuzu sürüsünden ayrıldı, artık yollara düşmesi gerekiyordu. Uzun bir yol vardı önünde. Kuzu uzun yeşilliklerde uzun süre bekledi, havayı kokladı, sessizliği dinleyerek toprağın tadına baktı. Yemyeşil otlar ne kadar bereketliyse bu ıssız dağlarda o kadar bereketlidir. Dağın zirvesi toprağın kahverengisinden daha koyu bir renkle sanki hiç bilmediği bir alemin göstergesiydi. Uzun yıllarca bu otlaklarda gezinmiş, bilmediği yerlere hiç ayak basmamıştı. Onu diğerlerinden ayıran hiçbir farklılığı yoktu, bugüne kadar.
       Kuzu bir gün ayrıldı sürüsünden. Ne çoban yokluğunu farketti ne de diğer koyunlar. Kuzu, koyunlar gibi olmayacaktı; onu farklı kılan bir şey olmalıydı. Kendisine kuzu demesinin sebeplerinden biri de buydu. Bereketli otlaklardan sanki rahmetin elini eteğini çektiği ıssız tepelere doğru yol aldı. Hep gözünün takıldığı o dağ ve onun çıplak zirvesi belirdi -olmayan- aklının bir köşesinde. Adımları oraya doğruydu. Ne çok hızlı ne çok yavaş. Aylar önce bir gün bir şey görmüştü o çıplak tepelerin birinde, topraktan daha koyu renkte, daha keskin bir şey. Bir kurt görmüştü tepenin birinde, gözleri gözlerini görmüş, onun keskinliğiyle kendinden geçmişti. Çoban girmişti aralarına sonra da diğer koyunlar. Hep birlikte sürülmüşlerdi başka otlaklara. Koyun o gün verdi kararını, o gün ayrılacağını anladı, tüm bu ona benzeyen ve kendininde onlara benzediği sürüden.
       Kuzunun biri yollara düştü. Biraz yorgunluktan biraz susuzluktan, bir tepenin kıyısındaki bir nehre uzandı boynu. Uzun yudumlarla su içti, kana kana. Çatırtılar geliyordu, çıplaklığın daha giyinik olduğu tepelerden; ağaçlarla dolu olan tepelerden. Bir ses geliyordu uluma gibi ıssız deliklerden -mağaralardan-. O keskin gözlerle karşılaşacak, o keskin gözlerle anlaşacaktı, öyle olacağını umuyordu. Ne olacağını anlamaya karar verdi bir kuzu, bir günü bir gününden farklı değilken.
Kuzunun biri bir mağaranın önünde soluğu aldı. İçerde hoş bir koku vardı -aslında ölümün kokusu, taze kan kokusu, bilmediği için kuzuya hoş gelen bir koku, bilinmeyen hep hoş karşılanagelmiştir-. Soluğu içeride aldığında karşısında o gözler vardı. Keskin bir çift göz. Kuzunun biri kurda aşık olmuş.  Gördüğü son şeydi bu, bir kuzu bir kurda aşık olmuştu. Aşk, ona hiç bilmediği yolları aştırıp hiç bilmediği bir delikte onun canını almıştı. Kuzu, sonunda diğer koyunlardan ayrılan bir yanı olduğunu anlamıştı. Herkes ölüyordu, tüm koyunlar bir kurdun dişleri arasında son nefesini veriyordu. Ama hayır, işte o ayrılmıştı diğerlerinden. Herkes bir kaçış içindeyken kendisi onu bulmuştu. Bir kuzu, bir aşk için, bir can vermişti. Kurdun haberi yoktu kuzunun aşkından, bilmesi gerekmezdi. Kuzu biliyordu, bu ona yetiyordu. Kuzu aşk için canını veriyordu, kurdun karnını doyuruyordu, ölümüylede olsa.
       Aşk, ölüme doğru uzanan uzun bir yol. Ölüm, aşkın son haddesi ve kendini ona teslim etmektir.  Ölüm ile beslemektir gereken aşkı, bir ölüm bir aşka hayat verir ve onu canlı tutar.

13 Aralık 2013 Cuma

Ölüm Sokaklarda Kol Geziyor

       Ölüm, insanların arasında kol geziyor. Herhangi bir şekilde kendini saklamıyor. Ölüm, üzerinde kırmızı bir kaftanla, alnında ismi yazarak, bağıra bağıra insanların arasında dolaşıyor. Kimine bir vasıtayla, kimine yakın bir yüzle, kimine çırılçıplak uğruyor.
       Ölüm, insanların arasında kol geziyor. O kendini saklamaya gerek duymuyor, saklanmak onun özünde yok. En çok sevdiği şey kendini göstere göstere yürümek. Kibir duyuyor varlığından, ölüm gösterişi seviyor. Bazende kendi içine kapanıyor. Ağır ağır yaklaşıyor avına doğru. İnsan onun için bir av, yakalamaktan hoşlanıyor. En beklenmediği anda karşılamaktan hoşlanıyor. İnsan hazırlıksız geziyor sokaklarda, hazırlıksız oyalanıyor evlerde, hazırlıksız karşılaşıyor yapılarla. Hiç kimse onu düşünmüyor, oysa ölüm; her zaman insanı düşünerek yaşamaya devam ediyor. Ölüm, yaşıyor, yaşamaktan çok zevk alıyor. Ölüm yaşadığı müddetçe insana huzur yok, huzur ölümün olmadığı bir başka dünyada olsa gerek. Belki Jüpiter'de, belki Satürn'de belki de ...
       Ölüm, insanların arasında kol geziyor. Çocuklarla seksek oynuyor, büyüklerle sohbet ediyor ve yaşlılarla geçmişi yâd ediyor; ölüm insanlarla ilişkide bulunuyor. Hiç kimseyi ayırt etmiyor; her kesimden, her tenden ve her renkten alıyor. Ölüm torpil yapmıyor, torpiller patlatarak müşterisini çağırıyor. Havai fişeklerle yeni yoldaşını karşılıyor. Ölüm en güzel ev sahibi, geleni hiçbir zaman bırakmıyor. Ölüm en kötü misafir, geldiği yerden gitmiyor. Ölüm, en sevilen ve en nefret edilen. Duygularda başka bir âlem, yaşayışlarda başka bir dünya, tiyatrolarda yeni bir perde. Ölüm, oyunların en güzeli, kaybetmekle kazanmak iç içe. Hangisinin seçildiği, oynayana bağlı.
       Ölüm, insanların arasında kol geziyor. Onu sevmek ne mümkün ve ondan uzak durmak. Uzak duranada uğruyor, kollarını açmış onu bekleyenede. Ölüm, hiç uzak durmuyor. Hep yakınında bir yerde insanın, hep baş ucunda. Kimisinin yatağının ucunda bekliyor, bir daha gözlerini açamayacak olanın. Kimisinin koluna girmiş bir yolda yürüyor, bir daha herhangi bir yere adım atamayacak olanın. Kimisinin karşısında beliriyor, bir daha kimseyi göremeyecek olanın. Ölüm, herhangi bir yerde, herhangi bir şekilde, herhangi bir insanı, kollarını açmış sevgiyle bekliyor. O seviyor insanı, sevmeseydi kavuşmazdı. Ayrılık nedir bilmiyor, ölüm sabrediyor, herkesle kucaklaşıyor.
       Ölüm, insanların arasında kol geziyor. Kucaklaşıyor, öpüşüyor ve sevişiyor.
       "Ama öleceğim. Son şarkımı söylüyorum. Bazısının şarkısı daha uzundur, bazısınınki daha kısa. Fakat aradaki fark yalnızca birkaç kelimeden ibarettir." diyordu Franz Kafka, yine böyle bir anda.

8 Aralık 2013 Pazar

Özlemin Cebi Delik

Paramparça olmuş bir sandal kıyıya vurup,
Balıklar yolunu şaşırmış avcıya yaklaşıyor.
Ben yolumu kaybedip;
Senin olmadığın sularda boğulmaktayım.

Üzerimde siyah, tek cepli bir kaftan,
Cebimde ölüme dair bir ferman,
Yol almaktayım ıssızlığa doğru,
Yolum küçülmekte senin olmadığın yanlışa doğru.

Savrulmuş her yana ayrı bir dert,
Oluk oluk bela yağmakta bilinmezliklerden,
Kapıcısı terk etmekte korumakla görevli olduğu evi,
Eskimeye mahkum edilmiş asırlık çınar.

Özlem, ıssızlığa sürükleyen büyük dalgadır,
Özlem, beni parçalayan ucu keskin baltadır,
Özlem, cebimde not olarak düşen ferman,
Sonu gelmeyen azabın duraksanmış bir anıdır.

Günlerin geçişi özlemin gelişiyle örtüştü,
Özlemin çokluğu yokluğun varlığıyla pekişti,
Afrika'da bir siyah çocuk susuzluktan öldü,
Senin susuzluğundan her an ölüşüm gibi.

Özlemin cebi delik, her yana kendini düşürüyor.
Özlemin ensesi kalın, hiç azalmıyor.
Özlemin sesi gür, en uzaktan bile kendini haykırıyor.
Özlemin adı baki, sonsuza dek yaşıyor.

7 Aralık 2013 Cumartesi

Günlerden Kış, Mevsimlerden Sonbahar

       Mevsimlerden kış, oysa hüküm süren sonbahar. Sonbaharın büyüsüne kapılan kış, onu yaşatmaya devam ediyor. Kış, sonbahara aşık olmuş, sonbaharın gitmemesi için geç geliyor. Sonbaharın yokluğunu hiç kaldıramıyor. Sonbahar, kışın gelmesini bekliyor. Bir kış günü doğan bende, sonbaharda doğan sana boyun eğdim. Ve yine senin hükmün sürüyor.
       Kış, beyaza boyayacak tüm dünyayı. Bir baştan bir başa beyaz bir çarşaf gibi saracak her yeri. Beyaz bir örtü görecek, dünyası küçük olan insanlar. Aynı anda hem sonbahar hemde kışın hüküm sürdüğü bir yer var mıdır, varsa biz oraya gidelim. Ben kışı bırakıp sonbaharı, sen sonbaharı bırakıp kışı yaşa. İkimiz iki ayrı mevsimi aynı anda yaşayalım. Böyle bir yer varsa biz oraya gidelim, var mı diye arayışına girelim.
       Kış içinde sonbaharı barındırıyor. Kar bazen ıslak yağıyor. Yağmurla beraber iniyor yeryüzüne. Her kar tanesi içinde yağmuru barındırıyor, erimek için yine yağmuru bekliyor. Sonbaharın yağmurları kışın karını mahvediyor, karı eritip götürüyor. Sonbahar kışa boyun eğmiyor, direniyor. Direndikçe kışın sonunu getiriyor. Kışın hükmü kısa sürer, gelir ve gider. İki yağmurun arasında, iki baharın arasında kısa bir ömür sürer. Sonbahar ile ilkbahar çepeçevre sarmıştır kışı. Kış bu ikisi arasında, ikisindende uzakta bir hayat sürer.
       Sonbahar, kışın gelmesini bekliyor. İlkbahar kışın gitmesini bekliyor. Bu ikisi kışı aralarında kıstırmışlar, onu kısıtlıyorlar. Sende bir sonbaharda geldin. Hüküm sürdün kışın ülkesinde. Karları erittin, buz tutmuş her yeri ısıttın ve bu beyaz örtüyü tek bir hamlede savurup attın. Kış, gitti; sen baharı daha çok seviyorsun diye.
       Sonbahar kalsın diye geç geldi kış, gitmeyi bilmiyor hâlâ. Kış, tüm baharlara boyun eğiyor. Kışın doğan ben, sonbaharda doğan sana boyun eğiyorum. Biz ömrümüzden alıp size veriyoruz. Bende kış gibiyim, buz tuttum. Sen sonbahar gibisin, her yeri kendin gibi yaptın, şimdi her yerde belli belirsiz bir yağmur var. Her defasında sana boyun eğiyoruz, bu bizim fermanımızmış gibi. Bir türlü gitmiyorsun, sonbahar gibi. Kış günlerinde sonbahar mevsimi hüküm sürüyor, hâlâ. Günlerden kış, mevsimlerden sonbahar. Bir kış günü hüküm sürüyorsun yine, kış hâlinden memnun oysa. Bir kış günü doğan bende, sonbaharda doğan sana boyun eğdim. Ve yine senin hükmün sürüyor.

Mezarın Birinde Yalnız Yatan Adam

       Her mezar tek kişilik. Mezarın birinde bir adam yatıyor yalnız başına. Bir dağın eteklerinde mezarı, bir uçurumun kıyısında. Ölümünden sonra bile bir uçurumun kenarında yaşar insanoğlu. Hayat gibi ölüm, kayabilir ayağın yine. Mezarın üzerinde otlar bitmiyor. Dağın tüm bu yemyeşil eteğinde toprağın bile dışladığı tek bir yer var; bir mezar yeşil ile buluşamıyor. Toprak cesedi kabul etmiyor.
       Toprak da seçer insanı ve hatta renkler de. Yeşil, sevmediğinin yanında türemez. Onu yalnız bırakır. Her insan yalnız gömülür ama kimisinin sol yanında yalnızlığı gömülür. Yalnızlık da bir nevi insan gibi; eti, kemiği ve kanıyla. O da ölünce gömülür. Başucunda bir başka yalnızlıkla. Yalnızlık gibi olan insanlar var, sevdiğinin sol yanına gömülen,  kucaklarlar onlar ölümü birlikte. Ölüm asla bir insanın tek başına kucaklayacağı kadar hafif değil, onu ancak iki kişi kucaklar, başarabilirse; iki kişi birbirini bulursa. Ölümden önce buluşanlar onlar, henüz vakitleri varken buluşmuş olanlar. Tek başlarına ölenler, tek başlarına gömülürler; yaşadıkları gibi de tek başlarına dirilirler.  Dirilişleri de yaşamları gibi kurak ve verimsiz. Yeşilin bile kabul etmediğini, bir başkası kabul etmez.
       Bir mezarın içinde iki ayrı beden var. Bedenler birbirine o kadar yakın, o kadar iç içe. Yüzleri birbirine dönmüş iki beden var. Birbiri içinde çürüyen, birbiri içinde eriyen, birbirine karışarak toprağa karışan. İki beden var tek bir mezarda, asla boşlukta değil, toprak onlarla beraber. Yeşil var üzerlerinde, yeşil bir yorgan gibi toprak, yeşil bir yorgan gibi çimenler. İki beden tek beden olmuş sanki, birbirinden ayrılamıyor.
       Dağın eteğinde aynı anda gömülmüş iki insan, tek olmuş sanki. O dağ son yuvası onların, sonsuzluk kadar engin. Bir karış toprağı paylaşmışlar kendi aralarında. Bir avuç toprağı paylaşmışlar kendi aralarında. Bir tutam çimeni paylaşmışlar kendi aralarında. İki insan tek olmuş, gömülmüşler bir toprağa. Ölüm ayrılık değildir hiçbir zaman, ayrılıktan uzak olanlar için. Bir kez birleşen insanlar, birliği bulduktan sonra sonsuza dek bir olur, ayrılamazlar. Ölüm bir başlangıçtır sıkça tekrarlandığı gibi, yaşarken de birlikte olanlar için. Ayrılığı getiren ölüm müdür her zaman? Ölüm bir başlangıçtır her zaman, bir boyut değişimi, bir sonsuzluğa geçiştir. Sonsuzluğa geçmek için sonlu iken birleşmek gerekir. Sonsuzluk, sonlu yaşamın yansımasıdır. Sonlu iken yaşadığı gibi sonsuzluğu yaşayacak insan. Sonsuzluğun sırrı burda, sonun başlangıcında. Bir mezarda sonlanmıyor hayat. Mezarın birinde yalnız yatan adam uyandığında yine yalnızlığını bulacak sol yanında, sol mezarında. Mezarın birinde birlikte yatan sevgililer! Onlar yine birbirlerini bulacaklar kendi içlerinde, kendi kemiklerinde ve sol yanlarında. Sonlu iken yan yana gelenler, sonsuzlukta da yan yana gelecek. Herkesten uzakta, bir dağın eteğinde.
       Mezarın birinde yalnız yatan adam. Yine yalnız uyanacaksın sonsuzluğa, sonlu iken yaşadığın gibi. Sonsuzlukta sonluluk gibi, yalnız bir yaşamın devamı. Ölüm ara vermiyor hiçbir şeye, ölümle de devam ediyor bazı şeyler. Yalnızlık, sonsuzluk boyu. Mezarın birinde yalnız yatan adam, bir dağın eteğinde kimsesiz topraklara gömülüp, sonsuzluk zamanının içinde unutulup gideceksin. Yaşarken unutulduğun gibi. Ve sadece aynı mezarı paylaşanlar unutulmayacak, tarih onları anacak, tüm insanlıkla beraber. Yaşarken bir odayı paylaşanlar, öldüklerinde bir mezarı paylaşıp dirildiklerinde de bir cenneti paylaşacak olanlardır.


Zamana dayanan aşk, 
6.000 yıllık öpücük, 
Hasanlu - İran

6 Aralık 2013 Cuma

Ölü Adamın Sandığı

       Geminin birinin güvertesinde bir kadın duruyor. Üzerinde siyah bir elbise, elinde bir silah. Saçları yerlere değiyor, parmak uçlarına basarak yürüyor gibi. Güvertede bir kadın var, kadın gemiye uğursuzluk getiriyor, tayfa buna inanıyor. Kaptanın elindeki harita uçuyor, gemi artık yönünü kaybedip kayboluyor.
       Geminin içinde huzursuz bir huzur var. Huzur huzursuzluğu biliyor, huzursuzluk huzuru görmezden geliyor. Kadın elindeki bıçakla gülüyor, ağzından dişleri dökülmeye başlıyor. İnsanlar korkuyor bu gülüşten, tayfa deniz ile buluşuyor. Kaptan gözlerine inanamıyor. Gemi alabora olmuyor, insanlar geminin içinde alabora oluyor. Herkes tek tek denizle kucaklaşıyor. Tayfa denize dökülüyor. Kadın elinde bıçakla ilerliyor. Ayağı tahta gibi, her adımında korkunç sesler çıkarıyor. Elbisesinin siyah rengi gemiyide siyaha boyuyor. Siyah bir bayrak dalgalanıyor geminin direğinde. Siyah bayrak gökyüzünü de siyaha boyuyor. Gemide siyah oluyor, kadının yüzü kararıyor. Yere düşen her diş güverteyi delip denize varıyor.
       Kadın ilerliyor adımları doludizgin. Her adımda kaptan kamarasına biraz daha yaklaşıyor. Çok uzaklardan rüzgar esmeye başlıyor. Rüzgar daha gemiye varamadan susuyor. Gemi bir hortuma kapılmış denizin tam ortasında savruluyor. Bir sağa bir sola derken hortumla beraber dibe sürükleniyor. Kadın gülüyor, gülmesi hiç kesilmiyor. Elindeki silahın metali parlıyor. Ona bakanlar gözünü alamıyor. Kaptan yukarıdan olanları acizce seyrediyor.
       Kamaranın kapısında bir karanlık beliriyor. Kadının eli kımıldamıyor. Kapı kendiliğinden açılıyor. Anahtarı yokmuşçasına kilit düşüyor. Kadın çok hızlı hareket ediyor. Her kadın hızlıdır, öldürmekte. Kaptan ölüme yakın, acısını yaşıyor. Ölümün deminde, ölümü yaşıyor. Hortum büyüyor, büyüyor. Eşikten bir adım atıyor kalbi kararmış kadın, kamaranın ortasına. Adımları kocaman. Gözleri giderek büyüyor, göz bebekleri bütün gözü kaplıyor. Kadının gözü kararıyor. Siyah olup çıkıyor kadının teni. Hiç kimse sesleri işitmiyor. Tayfalar çoktan kaybolmuştu denizin bir yerinde. Kaptan ise öylece bakmakta.
       Bir sandık var kamaranın ortasında. Cevizden bir masanın üzerinde. Kırmızı bir sandık parlıyor odanın içinde. Bu sessizlikte sesini işittiriyor. Hiç durmadan canlanıyor. Anahtarı olmadan açılıyor sandıkta. Kadının sözüne amade bütün kilitler. Bir kadın, bütün kilitleri açıyor. Tüm kötülüğüyle. Dişsiz ağzı, siyah teni, elinde silahıyla. Sandık açılınca bir orkestra çalmaya başlıyor. En güzel seslerden en güzel şarkı canlandırılıyor. Sandığın içinde bir şey var, kadının çok yabancı olduğu. Tüm bu karaltıda kırmızı bir şey var. Sandığın birinde kadının daha önce hiç görmediği bir şey var, kadın korkmakta. Bilinmeyenden korkulur; kadın bunu biliyor, bundan korkuyor. 
       Sandığın birinde bir kalp var. Kalbin içinde gizlenmiş bir söz. Kadın sözü duymuyor. Daha önce hiç şarkı dinlememiş. Daha önce hiç bir söz işitmemiş. En yabani dağlarda en yabani hayvanlarla büyümüş. Kara kadın susuyor, elinde silahıyla kalbi avucuna alıyor. Fırlatıyor sandığın içine acımadan. Elindeki silah parlıyor, patlıyor. Yüzünü boyuyor, yüzü boyanıyor. Bir allık var şimdi yüzünde, kandan, kalpten. Bir kadın bir kalbi nasıl tutacağını bilmiyor; kalbi parçalıyor.
       Kaptan tek bir ses işitti. Sonra bir sessizlik. Anlamıştı, sandıktaki kalbi parçalanmıştı. Gömleğini açtığında gördü, göğsü parçalanmıştı. Bir kadına bir kalp verildiğinde, o kalp parçalanmaya mecburdur, öğrenmişti. Şimdi diz çöktü. Sadece bir gemi kalmıştı, kamaranın içinde bir kadını barındıran. Yavaş yavaş hortumla beraber dibe batan. Kaptan ölecekti, kalbi parçalanmıştı. Onu öldüren ne hortumdu, ne deniz. Bir sandıkta, bir kadına verilen bir kalp, onu ölüme götürmüştü. Kaptan ölümü sevdi, kendini son kez birine bırakmaya karar verdi. Ölüme bıraktı kendini ve ilk kez birisi onu bekletmeden geldi. Ölüm hemen geldi, koşarak. Ey ölüm, sen ne güzel şeysin; oldu son sözü, büyük sessizlikten hemen önce.


Sen beni tanımazsın, severimde söylemem;
Sen beni uzak sanırsın, bilirim söz dinlemem.

Güneş Can Çekişerek Öldü

       Güneş vardı bir zamanlar. Zamanın birinde, kimsenin bilmediği bir zaman. Bir güneş vardı dünyayı aydınlatan, dünya karanlığa bürünmeden hemen önce. Gece hiç yoktu, gün sonsuza dek sürecek gibiydi. Güneşte ölürmüş, ölüm herkes için. Güneşinki farklıydı amma, onun ölümü acı oldu. Günün birinde bir güneş vardı, can çekişerek öldü.
       Güneş vardı bir zamanlar. Batışı çok hızlıydı. Göz açtık, göz kapattık. Bir daha göremedik. Güneş yerle bir olmuştu, karanlık birden çöküverdi. Dağların arkasından gülen o güneş, gülümseyişiyle sonsuzluğa karıştı. Bugün güneşin ölümünün yıl dönümü. Yıllar olmuş olmalı güneş öleli, şimdi söyle; ne kadar anlamlı güneşsiz bir dünyada yaşamak? Güneş yokken neyi göreceğiz sanki, güneş öldü, ardına bile bakmadan. Can çekişerek öldü. Hekim yetişemedi, onu kurtaran olmadı. Yaraları ağırdı, göğsünde bıçaklar vardı güneşin. Yaraları derindi, acısı büyüktü, hekim yoktu, güneş öldü. Güneş öldü. Ah, güneş öldü. Ardına bile bakmadan, bir anda öldü. Acı sesi kaldı kulaklarında, o günü hatırlayanların. Bir güneş vardı, o ölünce karanlığa boyun eğdi dünya. Güneş ölürken gülmüyordu, güneş can çekişiyordu. Can çekişerek ölenler, son sözlerini tamamlayamazlar. Ne dediğini anlamadı kimse, güneş sevdiğine son bir söz söylüyordu. Ömrü yetmedi güneşin, şimdi ben tamamlayacağım onun sözlerini. Güneş soluk soluğaydı. Sahi unutuyordu insanlık, güneş kimi seviyordu? Kimi seviyorduda ölürken dahi onu sayıklıyordu, ki o sevilen hiçbir zaman seven gibi olmasada. Bilmiyor insanlık. Bildiği hiçbir şey yok. Bilinen bir tek şey vardı, güneş göğsünde bir bıçakla can çekişerek öldü. Bir anda öldü, ölümü uzun uzun hissederek. Dudağının kenarında bir damla kanla son sözlerini söylemeye çalışarak. Ah, güneş öldü. Arkasında kimseyi bırakmayarak. Son sözlerini kimse duymadan, içinden kendi kendine söyleyerek. Onu anlayacak kimse yoktu. Bir güneş vardı, birden öldü. Son sözlerini yuttu, onu hiçbir zaman duymayanlara son olarak birkaç söz söylemek ahmakçaydı.
       Güneş öldü. Dudaklarından kan sızıyordu, evrene dökülüyordu. Güneşin kanı bulaşmıştı. Güneşin kanı sarı renkteydi, kanı bile ışık saçıyordu. O da kayboldu evrenin içinde. Kanıda öldü, onuda götürdü. Birisi bir bıçak çıkarmış, güneşin göğsüne saplamıştı. Oysa güneş şikayetçi değildi. Can çekişerek ölüyordu ama yinede susuyordu. Son anında bir söz söyleyecek oldu, tamamlayamadı. Acısı tamamlamasına fırsat vermedi, güneş son fırsatı bekleyerek hata yapmıştı belki de. Hata yapmasada olurdu, güneş ölmüştü. Can çekişerek ölmüştü güneş. Ardında onu hatırlayacak kimse kalmadan. Güneşin ölümü aniydi, beklenmedik. Tek bir sesle öldü güneş, tek bir sözle. Tek bir harfle öldü güneş. Ölürkende inliyordu amma, ölümün acısından değil. Ona nazar eden bir başka acı vardı, artık sıcak değildi. Soğuyordu yavaş yavaş, güneş buz tutuyordu. Aydınlatmayıp etrafındaki aydınlığıda sömürüyordu. Bir anda soğudu güneş, buz gibi oldu. Öldü güneş. Güneş, can çekişerek öldü.

1 Aralık 2013 Pazar

Hephaestion'a Mektuplar

Sevgili Hephaestion;
       Kartal ufukta kayboldu artık. Kan, her yerde kan var. Kanlı savaşlar var. Kan akarken oluk oluk aradığım bir yüz var. Kıpkırmızı meydanlar görüyorum. Saçı sakalı birbirine karışmış, artık yüzü seçilemeyen insanlar görüyorum. Ölürken yüzlerinide beraberlerinde götürmüşler. Ardında hiçbir iz bırakmamış, giderken ölüler, tıpkı senin gibi. Ne var ne yoksa hepsini alıp götürdün Hephaestion, benim bir parçamıda beraberinde. Babil'in kulelerinden aşağıya sarkan bedenler var. Cesetler var ayağımı bastığım her yerde. Durup bir cesedin yüzüne baktım. Bir aynaya bakar gibiydim. Bu yerde yatan bendim. Tuttum başka bir sokakta başka bir cesede baktım, gördüğüm yine bendim. Artık bir cesettim, her yerde ben vardım. Her ölen bendim aslında senden sonra.
       Şarap kadehten boşalıyor mideme doğru. Midemde şaraptan çok sen varsın. Her şarap yudumumda sen varsın. Şarabın tadı yok, şarap içenin yanında kimse yok. Şarabın üzerinde gördüğüm siluet sensin. Kadehimi bir yandan sen tutuyorsun, seni gördüğüm için hızlı yudumluyorum. Seni gördüğüm için her yudumda daha çok içiyorum. İçtikte doymuyorum, sana doymuyorum.
       Aslan postundan bir kürk var üzerimde. Kırmızı bir yüzük, parmakta. İnsanı soğuktan koruyan bir kürk var, peki ya sıcaktan? Yokluğunun yaktığı bu ateşi söndüren ne olabilir? Kim söndürecek?
       Kartal uçtu, ufukta kayboldu. Bütün bir hayat o kartalla uçup gitti. O kartal sendin, sen gibiydi. Sen uçtun, o kartal seninle beraber uçtu. Siz aynı gökyüzünde yaşıyorsunuz. Kanatları olmayanlar yeryüzüne çakılıp kaldı. İnsan bir başka insanı anlayamıyor. Ancak aynı ruhu paylaşanlar birbirini anlayabiliyor. Bir ruhun iki parçası olmalı bu. Bir ruh parçalanmış, parça parça ayrı bedenlere konulmuş. Gözlerin çok keskin. Millerce öteden beni sarıyor, bırakmıyor. Hephaestion, Hades'in yanından bile beni izliyorsun. Gözlerin hep üzerimde, bırakmıyorlar beni.
       Hephaestion, saray giderek yoksullaşıyor. Bu saray artık bir ev değil, bu dünya artık bir ev değil. Bir çadır değil yaşamı sürdürmek için. Bu dünya sen olmadan bir hapis, bir sürgün. Hades'in verdiği ziyafette sen beklerken bu dünyada bütün herkesin unuttuğu bir yerde yaşıyor, ölmeyi dahi beceremeyenler.
       Savaş, ölmek için en kısa yol. Ölmeyi beceremeyenler ise sürekli aynı. Yıllarca süren savaşlar oldu, ölmeyi beceremedik. Kartal seni çok sevdi, senide götürdü giderken. Seveni olmayan bizler kaldık buralarda. Sevgili topraklarımız, vatanımız arkada kaldı. Ancak evsiz barksız olarak kaldık biz bu coğrafyada. Kimse yok artık bunu devam ettirecek. Son geliyor, sen olmadığın için ağırdan geliyor, yavaş yavaş geliyor.
       Hephaestion, yanına gelmek istiyorum. Gönder o kartalı benide alsın, sana götürsün. O kartal yolu göstersin bana. Ben Asya'da nice yollar aşmışken, bu yolu tek başıma bulamam. Tüm o yollarda sen vardın yanımda, şimdi yine gel, o yolda rehber ol bana. Götür beni oraya. Hephaestion, gel, bekletme artık.

       Alexander the Great

30 Kasım 2013 Cumartesi

Çoban Elinde Kavalıyla Delirdi

Gün uzun türküsünü bitirdi
Karlı dallara yürüdü karanlık
Yalnızlık çekilmez bu vakit
Delirdi denizde yosun çayda balık
Gel artık

Gülten Akın


       Eline kavalı almış en güzel müziği ifşa ediyor çoban. Ne hazindir ki bu müziğin dinleyicisi koyunlardır. Bahtiyar olmak ve o müziği duymak için bir koyun olmak gerek imiş. Uzun türküler söylüyor güneş. Türküsü çok uzaktan gelsede sesinin güzelliğini duyuyor insanoğlu. Onun ulaşılmazlığı mesafesinden değildir, yakıcılığındandır. Kimse yanmayı göze alamaz, bu aşk dahi olsa.
       Güneş terk eder insanı, insana güvenmez hiçbir zaman, kimine yüzünü hiç göstermez, kimininse her gün tepesindedir. O da sever insanları, o da görmek ister bazı bazı, bazı insanları. Afrika'nın siyah çocuklarını sever en çok, onların üzerinden hiç ayrılmaz. Güneş terk eder insanı, insan onu terk edince.
       Güneşin terki karın gelişidir. Kar gelir güneşin yerine. Ateş yerini suya bırakır. Ateş yakmıştı, şimdi suda boğulmak vakti der insana. İnsan onun akıntısına karışır, kaybolur gider bir kanalizasyonun hattı içinde. Bir kar tanesi olur, erir gider. Bulutların üzerinden başlar yolculuğa yeryüzüne vardığında artık o erimiştir. İnsanda yok olur böyle. Doğumundan ölümüne doğru erir gider. Kimse hatırlamaz, kimse görmez. Kaybolup gider.
       Yalnızlık, en çok kimsesiz mevsimlerin yoldaşıdır. Mevsimler kimsesizdir, onların sahibi yoktur. Güneş Efendi yüzünü her vakit göstermez, Ay Hanım'da sadece karanlık çökünce teşrif eder. Mevsimler hep yalnızdır, hep birinden mahrumdur. Kış güneşten, yaz soğuktan mahrumdur. Yaz kışı, kış yazı arar. İkisi bir araya gelemez asla. İkisinin bir araya gelmesi, kaybolmasıdır ikisi arasında insanlığın. İnsan seçim yapamaz ikisi arasında, çünkü insan acizdir. En çok sevmeyi bilmez.
       Denizler her mevsimin baş tacıdır. Mevsimler önce denizlere uğrar, sonra gelip gösterir kendini. Su bir an soğur bir an ısınır. O bile karar veremez hangi mevsimde nasıl olacağına. Yaz olunca dondurur, kış olunca yakar. Denizde kararsızdır bizim gibi. Kararsız hâlimiz şimdiyi yaşamamıza engel oluyor.
       Çoban kavalını çalmaya devam ediyor. Eli sürekli kavalın üzerinde dolanıyor. Koyunlar bir çayırdan diğer çayıra geçiyor. Yemyeşil ovalarda hiçbir insanın ayak basmadığı topraklarda hakimiyetini gösteriyor. Ey insanoğlu, senin bile ayak basmadığın o topraklarda bir koyun sürüsü hayat sürüyor. Her yer betonla kaplıyken hâlâ toprak olan bir yer varsa, orası insana ait olmayan tek yerdir. Ne güneş insana aittir, ne de deniz. İnsan sahip olduğunu kirletir. Güzel olan ne varsa insana ait olmayandır. İnsan, köreltmek içindir.
       Derken çobanın kavalı sustu. Güneş Efendi tepenin ardından ayrıldı aramızdan. Ay Hatun çıktı karşımıza. Derken çoban sustu. Koyunlar ayrıldı birbirinden, koparılıp hapsedildiler dört duvara. Delirdi denizden koparılıp akvaryuma hapsedilen balık. Delirdi doğadan koparılıp dört duvara hapsedilen koyun. Delirdi ormandan koparılıp saksıya dikilen çiçekler. Delirdi özgürlüğü elinden alınan insan. Delirdi her ne var ise alemde. Alem oldu bir deliler diyarı.

Hiç İçin Hiç

''Az şeye sahip olanın köleliği de az olur, yaşasın asil yoksulluğum..."
 Nietzsche

       Ellerim bomboş yüzyıllardır. Hiçbir şey olmadı. Hiçliğe sahibim. Hiçlik benim! Hiçliği kim alır elimden? Hiçlik, sahip olduğum tek şey. Hiçliğe sahip olanın artık arayacağı bir şey kalmaz. O âb-ı hayat gibidir. Uğradığı yerde sonsuza kadar kalır. Hiçliği yudumladıktan sonra insan artık ölümsüzdür. Ölüm gelip geçer. Duygular gibi delip geçmez.
       Hiçlik, varılabilecek mertebelerinin en bilinmezi. Hiçliğe varan oradan geri dönmez. Hiçlik, hiçlik, hiçlik. Bir hiçliği paylaşmak istiyorum, hiçliği seninle paylaşayım. Biz seninle hiç olalım. Hiçe gidelim el ele. Biz senle hiçliğe ne kadarda güzel gideriz. Sen şarkılar söylersin, ben seni dinlerim. Nasıl olduğunu bile anlamadan hiçe varırız.
       Kocaman bir kapıdan gireriz oraya, oranın kapısı büyüktür. Bir kale gibidir, bir ev gibidir, bir oda gibidir. Giderek küçülür kendi içinde. Bizde senle giderek büyürüz. Biz büyüdükçe o küçülür ama; biz yinede oraya sığmayı başarırız. Hiçliğin sırrı bu, biz ona çok sonra ereriz.
       Gel biz seninle hiçe gidelim. Hiç'in ülkesinde her şey güzeldir, derler. Orası bir masallar ülkesiymiş. Mutlu olmak varmış orada, gel biz seninle hiçe gidelim. Hiç'in meyvelerinden yiyelim. Onun meyveleri renk renktir. Biz seninle Hiç'in denizinde yüzelim. Onun sularında boğulalım beraber. Hiçlik diyarında yolumuzu kaybedelim. Yolumuzu kaybettikçe daha bir hiçliğe varalım. Hiç olalım biz seninle. Gel bir an önce, hiçliği bekletmeyelim.
       Hiçlik makamı var bilinmeyen bir yerde. Yerini herkes bilseydi çok kalabalık olurdu. O yüzden biz senle yalnız gidelim. Bizim ülkemiz Hiçler Ülkesi olsun. Ben sana, sen bana; birbirimize orayı anlatırız. Kim bilir nice güzel canlılar vardır orada. Tavşanlar koşuyordur çayırlarda, koyunlar yayılmıştır. Sincaplar dolanıyordur ağaçların çevresinde. Bir ağaçkakanın sesi geliyordur çok uzaktan. Hiçler Ülkesi, bizim ülkemiz. Gel biz senle oraya gidelim, orada visale erelim.
       Hiçler Ülkesi'nin yolunu sen bulmalısın, yönü sen göster bize. Kuzeyler güney olsun, doğular batı. Yukarısı aşağı olsun, aşağısı yukarı. Sen ben ol, ben sen olayım. Kim kimdi unutalım, bir bedende birleşelim, ikinci bedeni ortadan kaldıralım. Gel biz senle ben olalım, benlikte birleşelim. Hiçliğe varalım, hiç olalım. Yok olalım, en varım diyenden daha var gibi. Biz yok olalım, yok oldukça var.

29 Kasım 2013 Cuma

Yeniden

       Dün gece rüyamda gördüm seni. Yeniden sevdim. İnsan sevdiğini yeniden sever mi? Severken bir daha sevebilir mi? Sevgi, ne kadar ucu bucağı açık bir duygu böyle. Katlandıkça katlanıyor, azalmıyor. Sevgi azalmak değildir; sevgi, artmak, sınır tanımadan sonsuza kadar artmaktır.
       Dün gece rüyamda gördüm seni. Yine bembeyazdı ellerin. Yine sevgiyle doluydu gözlerin. Baktıkça doyamıyorum, doyumsuzca yaşıyorum. Seni yeniden seviyorum. Severken bu yeniden artıyor. Bir gecenin sonu gelmiyor. Gece sonlanıyor, sen sonlanmıyorsun.
       Dün gece rüyamda gördüm seni. Bir kez daha başladım sevmeye, en baştan başladım. Yine yanımdaydın işte, bir rüyanın tesiriyle. Yine benimleydin, seninle bir an geçirdik. Kimse bilmiyor bu anı, hatta sen bile.
       Dün gece rüyamda gördüm seni. Kimseye anlatmıyorum rüyamı. Kimse bilmeyecek bunu, bir ben bileceğim. Bu rüyayı tekrarlayarak yaşayacağım. Hırsız, bilmediği bir şeyi çalamaz ve görmediğini. Hiçbir hırsızın bu rüyayı çalmasına izin vermeyeceğim. Kendime saklıyorum, kendimle beraber gideceğim. En gizli odalarında saklayacağım kalbimin. Kalbimin her yerinde var olan sen, belki görürsün orada rüyamı, belki seyre dalarsın.
       Dün gece rüyamda gördüm seni. Yeniden gördüm bir süre sonra. Daha önceki rüyalar gibi değildi. Hiçbir rüya bir öncekine benzemiyor. Sen kendini tekrar etmiyorsun. Yeniliyorsun kendini her seferinde, yeniliyor güzelliğin kendini. Uzun bir düşünüşün bir sonuydu bu rüya. Uzun uzun kurulan hayallerin. Rüyalar alemine girdiğinde diğer alemlerden sıyrılıyor insan. Bir başka alemde bir başka biçimde yaşıyor. O rüyada kalsaydım bende, o alemdeki seni sevmiştim, hazır senleyken sende kalsaydım. Yeniden seviyorum seni, en baştan.
       Dün gece rüyamda gördüm seni. Rüya, rüya olamayacak kadar güzeldi. Hiçbir rüya, hiçbir zaman, hiçbir şekilde bu kadar güzel olamaz. Özlem giderek artıyor. Özlem güzel kılıyor özleneni, özlenen ise bambaşka bir yerde. Rüyalar, hiç göremediklerimizi gösterdiği için mi bu kadar güzel? 
       Dün gece rüyamda gördüm seni. İyice arsızlaşmış bir hasret her seferinde bir bıçak saplıyordu göğsüme. Delik deşik olmuş göğsüm delik deşik olmuş beynim gibiydi. Tüm fikirler tüm duygularla çarpışmaktaydı. Sen, bir köşeden seyrediyorsun. Dün gece bir rüya gördüm ben. İçinde sen vardın, güzelim. Dün gece bir rüya gördüm ben, yeniden sevmeye başladım seni, sevgim hep artmaktayken. Severken yeniden sevmeyi tattım, güzelim. Sevgi ne ölümsüz bir duygu ki sınır tanımıyor, senin gibi. Her hâliyle her yere geliyor. Güzelim, dün gece bir rüya gördüm, içinde sen vardın.

27 Kasım 2013 Çarşamba

Psikologun İçindeki Psikopat

       Psikolog, içinde bir psikopat taşıyordu. Her dinlediği psikopatlık artık onun içine işlemişti. Bir psikologun içinde psikopatlık vardı. Psikolog tuttu intihar etti. Yaptığı en psikopatça hareket buydu.
       Psikolog koltuğa oturmuş sessizliği dinliyordu. Uzaktan bir yerden bir senfoninin sesi gelmekteydi. Her yer huzurlu görünüyordu, huzur oradaydı. Birden şeytan belirdi karşısında. Bir fikir belirdi içinde bir yerde. Bu dinginliğin ne kadar süreceğini bilmeliydi. İnsan hükmetmek için doğmuştu madem, o zaman hükmünü sınamalıydı. Hüküm sınanmalı. Karar verdi Psikolog. Karar vermek karar verebilecek güçte olanlar içindir. Hiç dışına çıkmadığı bu odanın, bu dünyanın, bu evrenin bir bilinmeyen noktası olmalıydı. Ulaşılmaza ulaşmak gerek. Daha önce hiç yapılmamış bir şey yapmak gerek, dedi. Psikolog karar verdi, hiç yapmadığı bir şey yapmalıydı.
       Bir Psikolog'un yapabileceği en psikopatça şey psikopat olmak olmalı. Karar verdi Psikolog. İnsanı anlamak onun gibi olmaktan geçer. Bu huzurlu sessizlik rahatsız etti onu. Sessizlik her insanı rahatsız eder. Alışık değildir doğa sessizliğe. Sessizce yerinde duran hiçbir canlı yoktur. Herkes kendi içinde konuşur kendisi gibi olanlarla. Psikolog kendiyle konuştu, bir yandan şeytanla. Şeytan içine giriyordu. Şeytan kandırıyordu onu, ilk atasından beri. Onu alıp başka düşüncelere götürüyordu.
       Bilinmeyeni bilmek istedi Psikolog. Nereye varacağını bilmek istedi. Bu cümleleri sonlandırmak, psikopatlığı anlamak istedi. İyileştirdiği bunca hasta gibi olmak. Kim bilir nasıl bir hazdı, hazzetmeyi istedi. O anı yaşamak, o duyguyu paylaşmak. Bir psikolog, bir psikologla psikopatlığı konuşmak istedi. Bir psikolog, bir psikopatla psikologluğu konuşmak istedi. Kendi beyninde dolandı bir yerlere. Psikolog dayanamadı. Vakit tamamdı.
       Her yer sessiz. Sessizlik hüküm sürüyor. Psikolog hüküm sürmek istedi bu sessizlikte. Camın önünde geldi kendine. Kuşlar geçiyordu önünden. Uzandı birine, yakalamak için değil, onunla gitmek için. Tuttu onu, düştü beraber. Düşüş hızlıydı. Şimdi yerde bir kan halkası var. Psikologun elinde bir kuş. Kuşun kanadı kırıldı, psikologun kemikleri. Şimdi ikiside hür, şimdi ikiside anladı. Bir psikolog içinde psikopatlığı taşıyordu. Psikolog, psikopatı uyandırdı. Psikopat öldü. Psikolog yeniden uyandı.

26 Kasım 2013 Salı

Hayat: Bir Garip Yolculuk

       Hayat, bize verilen kimisi için lütuf kimisi için ebedi azap içeren uzun bir yolculuk. Yolculuğu neticelendirmek, arkada herkes için güzellikler barındıran izler bırakmak ve yaşarken bir mânâ taşımak, bir anlam içinde olmak önemli mevzulardan.
       Su verilmeyen ağaç kurumaya mahkûmdur. Dünyada hayatı anlamlı kılmak isteyen insan maneviyatıyla bu koşulları yerine getirmelidir. Maneviyatını koruyan insan hayatta muvaffakiyete erecektir. Hayat ağacını sulayan insan o ağaçla beraber büyür ve toprağından aldığı mineraller ile büyüyüp koca bir çınar gibi heybet kazanır.
       Çöl iklimine alışmış kaktüsler kutuplarda yaşayamıyor, suya alışmış zambaklar çöllerde yaşayamıyor. Ve bir insana alışmış bir insan, başka hiçbir yerde yaşayamıyor. Hayatı gerçek mânâsıyla hayat yapan, kelime anlamından ziyade manevi anlamıydı. Maneviyatı gün ışığına çıkaracak bir amaç gerekir. O vakit insana tüm kapılar açılır. İnsan kendisi yürür yolunda, bir vakit emeklerken sonrasında koşar ıssız ovalarda. Kimsenin olmadığı anlarda.
       Balıkların sudan çıktıklarında ölmelerinin sebebi gerçektende denizin onlar için tüm ihtiyaçlarını karşılaması mıdır emin olamıyorum. Belki de sandığımızdan çok daha farklıdır. Nasıl ki Leyla'dan ayrı kalan Mecnun aslında kendindende ayrı kalıp delirdiyse, belki de denizden ayrı kalan balık bu hasrete dayanamayıp ölüyordur. Ölüm çok korkutucu aslında ama, hasretin getirdiği ölüm çok daha korkunçtur. Ölümü korkunç yapanda bu aslında.
       Gökte uçan bir uçurtma arkasına rüzgarı aldığında kimsenin ulaşamayacağı yerlere ulaşır. Orada belirir gece beliren bir yıldız gibi. Dünyanın neresinden bakarsanız bakın sanki onu görebilecekmişsiniz gibi hissedersiniz. Çünkü o uçurtmayı yere bağlayan ipler bir çocuğun ellerindedir. Bir çocuğun hayalleri sınır tanımaz, sınır tanımadığı için muhteşemdir. İnsan büyüdükçe sınırlanıyor, büyüdükçe çizdiği sınırlara hapsoluyor. En iyisi çocuk kalmak, hayatı anlamak için, anlatabilmek için.
       Hayat bir bakıma bir kölenin özgürlük mücadelesi. Itıknâmeyi almak içindir bütün mücadele. Yalnızca efendi o kadar anlayışlı değildir. Özgürlük, edinilmesi zor bir mülk. Doğarken bize verilen ama sonra bizim feragat ettiğimiz bir mülk. İnsan özgürdür, asıl mesele bunu farketmesinde. İnsan huduttur, hudutları içindedir. Sevgi, özgür kılandır.

25 Kasım 2013 Pazartesi

Gün İçinde Bir Vakit

       Gün doğacak, gün batacak. Sen gelmeyeceksin. Her günün peşinden yeni bir günü daha sürüklenerek gelir. Gelişi gidişinin habercisidir. Gidişi tekrar geleceğine ispattır. Günün doğuşu kadar batışıda vardır. Yükselişin olduğu gibi alçalışın olduğunu da hatırlatmak için. Gün bu ikisinden ibarettir, arasındaki vakit sürekli değişir. Ne öğle kalıcıdır ne de ikindi. Aslolan ya gündüzdür ya da gece.
       Vaktin bilinmediği dönemlerde gün ne doğmuş olacak ne de batmış. Gün olduğu yerde duruyor hep. Sanki evrendeki boşlukta ilerleyen dünya değilde biz insanlarız. Bir boşluğun içerisinde ilerliyoruz. Boşlukta nefes almak için çırpınıyoruz. Her çırpınış boşlukta atılan bir kulaç. Bizi hiçbir yere götürmüyor. Almaya çalıştığımız her nefes havasızlıkta ciğerlerimizi parçalıyor.
       Gün olduğu yerde duracak, gelecek insanlar için. Gelecek, hiç gelmiyor. İnsan ona doğru koşmalı, geleceği geçmeli. Geleceğin önüne geçmeliyiz. Gelecek bizim peşimizden gelmeli. Geleceği bekleyen insanlar geçmişte kaldı. Toprağın altında şimdi gelecekten ümitli olanlar. Ümit şimdi için var, gelecek ümitsiz.
       İnsanlar doğacak ve ölecek. Tüm hayatlar bu ikisi arasında geçip gidiyor. İki büyük eylem vardır dünyada. Doğmak ve ölmek. Mezar taşına sadece bu ikisinin yazılışının nedeni bu olmalı. Doğdu, kendi elinde olmadan; öldü, kendi elinde olmadan. Ona ait değil yaşam, ona verilen ondan alındı. Ona ait olanlar ardında bıraktıklarıdır. Arasındakiler çokta önemli değil. Hatırlayan olmadığı sürece.
       Başlamak ve bitirmek önemlidir. Bitirmek için evvela başlamalı insan. Başlanmayan şey hiçbir zaman bitmez ki. Bitirmeli yarım kalan ne varsa, yarıda bırakılmış ne varsa. İnsan yarım bıraktıkları yüzünden hayatın karmaşasında kayboluyor. Yarımı tam edenler mutlu olurlar, tam olmak mutluluktur. Yarım olanlar asla yaşayamaz.
       Gün doğacak, gün batacak. Sen gelmeyeceksin. Sen gelmiyorsun. Hayat şimdiden ibaret, gelecek ümitsiz. Geleceğin önüne geçmeli. Geleceğin önünde dört nala atları koşturmalı. Gelecek insanoğlunun peşinden koşmalı. Gelecek geçmişte kalmalı. Mutluluk bu, mutluluk yarımı tam etmek. Mutluluk, şimdi gelmek. Gün batmadan, henüz her yer aydınlıkken. Gün doğmuşken.

24 Kasım 2013 Pazar

Görünce Rüyamda Seni

Güzelim körgende rüyamda seni.
Ansızın uyanırım ben.

körgende: Eski Türkçe 'gördüğüm zaman' demek

Görünce rüyamda seni.
Bir hikâyenin ortasında uyanıyorum.
Okumaya kitabın ortasından başlıyorum.
Bir şarkının son nakaratına yetişiyorum.
Seni rüyamda görünce başlıyor her şey.
O zaman anlam kazanıyor rüyalar.
O zaman başlıyor yaşanmaya uykular.
Uykularda koca bir alem var.
Senin içinde olduğun bir hayat.
Benim istediğim bir dünya.
Görünce rüyamda seni.
Geliyor bütün güzellikler benimle.
Uzaklaşıveriyor benden herkes.
Rüyalarda farklı akıyor zaman.
Karmaşıklaşıyor, karışıyor birbirine.
Zaman durmak üzere, duruyor hatta.
Orada kurallar kuralsızlığı getiriyor.
Görünce rüyamda seni.
Yeniden başlıyor hayat.
Yeni bir hayat.
Yaşanmaya değer, senli bir hayat.
Görünce rüyamda seni.
Uyanırım seni görünce, dünya gözüyle görmek isterim seni.
Rüyalar yetmez bana, yetmez hiçbir zaman.
Rüyalar dünyaya akmalı, artık yaşanmalı.
Görünce rüyamda seni.
Uyanmalıyım ben.
Rüya devam ediyormuşcasına,
Yanımda bulmalıyım seni, ansızın.

23 Kasım 2013 Cumartesi

Roma'da Sonsuzluk

       Roma'da kuşlar uçuşuyor şimdi. Birinin kanadında kahverengi tüyler var diğerinin rengi daha açık. Güneş onların kanatlarına vuruyor, onların kanatları gökte kendini sergiliyor. Kuşlar uçuyor Roma'nın göğünde, onları kimse tutamıyor. Roma gülümsüyor Caesar'dan beri, herkes ona uzaktan bakıyor.
       Bir at sesi geliyor uzaklardan, arenalardan insanlar taşıyor. Bir aslan küklüyor karşısında gladyatörün. Bir ses duyuyorum, duyduğum ses Roma değil. Henüz idrak edemediğim bir gün başlıyor, ben bugüne uyanamıyorum. Roma uyanık, ben uykudayım.
       Roma'nın taşlı yolları uzayıp gidiyor. Her taşı farklı gözüküyor. O yollarda yürüdükçe yürüyüşü değişiyor insanın. Roma'nın sokaklarında insanlar koşuşuyor şimdi. Kimisi kuzeye doğru gidiyor kimisi güneye. Her yer işlek her yer canlı şimdi. Roma yaşıyor, Roma nefes alıyor. Roma uçuyor, kanatları olmadan -sen varken-.
       Meydanda çocuklar koşuşturuyor. Yeni çıkan dişleri dünyaya merhaba diyor. Gökyüzü pırıl pırıl parlıyor. Roma gülümsüyor, gülümsemeyi seviyor -sen varken-.
       Roma'nın taşlı yolları ayaklarının altından gülümsüyor. Sen ayak basıyorsun, onlar seviniyor. Roma'ya güneş farklı vuruyor. Milyarlarca kilometre öteden buraya sevinerek geliyor. Roma'nın taşlı yolları uzuyor, onlar uzadıkça yolumuz kısalıyor. Bu yolların sonu bir başka yolun başlangıcıdır. Dünyanın başka bir noktasına doğru bir yoldur.
       Dilek kuyusunda biriken liralar var. Onların hepsine senin resmini bastırmalıyız. Sen olduğunda ne kadar bahtiyar Roma. Bir dilek tutuyorum, baştan sona sen. Bir dilek tutuyorsun, ben bilmiyorum. Dilek çeşmesi gülümsüyor -sen varken-.
       Roma'da yollar kesişiyor şimdi. Seninle yollarımız kesişiyor. Bir uçak geçiyor üzerimizden. Bir otobüs uzaklaşıyor yanımızdan. Senin saçların uçuşuyor, ellerin üşümüş, yanakların kızarmış. Ben sana bakıyorum, Roma'ya değil. Gördüğüm sensin, Roma değil. Senin yollarında yürümek istiyorum.
       Roma'da akşam olur mu, senin yanındayken gün biter mi? Günün bitmesi için güneşin batması yetmez, sen varsın, aydınlatırsın. Mihr yanımdadır her zaman, sen daha güzelsin. Roma güzel -sen varken-.

Yağmura Tutulmuş

Sen yağmuru bilmezsin, uzaksın; ben bilirim, yakınım.
Yüzümü her yıkayışında, ona minnet ederim.
Sokağa her çıkışımda yüzümü yıkar ince hatlarıyla.
Bulutların yüzü yumuşaktır, hep gülümser vaziyette.
O yüzünü asmaz asla, karanlık çökmez.
Bulutlu günlerde asla gece olmaz.
O beyaz yanaklarıyla günü korur, geceyi kovar.
Yağmuru biriktirdikçe yanakları şişer.
Bir yağmur olur yağar gökten.
Onu kimse tanımaz, sen dahi tanımaz bakarsın.
Suları kurumak bilmez, kurumaktan uzaktır.
Dünyanın bu yanında gitmekten uzaktır.
Gelip bizim olduğum topraklara yerleşirken,
Sevgisizliğe çokta uzaktır.
Yağmur bereket olduğu kadar sevgidir.
Sevgi gibi çoktur, her damlası ışıktır.
Işık indirir yeryüzüne, ışığa boğar bizi, aydınlatır.
Yıkar bizi, saçlarımızdan süzülürken arındırır.
Kovar gecenin kasvetini, sessizliğini.
Bir gök gürültüsü başlar uzaktan.
Yıldırımlar iner yeryüzüne en uç noktadan.
Niceleri korkar ondan, ben ona koşarım.
Sen saklanırsın ardıma, ben yüzümü ona dönerim.
Sen bilmezsin ne yağmuru ne sonbaharı.
Başkadır bunlar, istediği şeyler başkadır.
Yavaştır önce, sonra hızlanır içimi yıkar.
Devamında bütün kemiklerimi kırar.
Devamında bütün derimi soyar.
Devamında bütün bedenimi yıkar.
Seni canlandırır belki, uzakta olmasaydın.
Sen filizlenirdin, bu kadar çölde olmasaydın.


Letologika

‎- Elimde olmayan şeyler var, Olric.
-Nedir efendimiz?
-Elleri Olric, elleri.
Oğuz Atay

       Yeni düşünceleri düşünmeye çalışırken kelimeler gidip geliyor sürekli. Kelimelerden büyük bir denizin içindeyim. Deniz beni sürekli bir yana sürüklüyor. Akıntılar çok güçlü, ben kelimelerin arasında boğuluyorum. Kelimeler çok güçlü, başa çıkamıyorum.
       Kelimeler ömür boyu sürüyor, yüzyıllardır sürüyor. İnsan var olduğundan beri kelimelerle iç içe. Oysa benim vaktim kısa, ömrüm kısa, varlığım kısa. Kelimeler uzayıp gidiyor, asırlara sığmıyor, binlerce yıl öteden gelip binlerce yıl öteye gidiyor. Ne başladığı yeri görüyorum ne bitebileceği yeri kestirebiliyorum. Kelimeler ömür boyu. İnsan var olduğundan beri var, daha öncesini aklım almıyor.
       Herkes konuşuyor kendi kelimeleriyle. Kelimeler süsünü varlığı kadar söyleyeninden alıyor. Kimin söylediği önüne geçiyor bazen ne söylediğinin.
       Kelimeler keskin bir bıçak. Eğer onu doğru bir şekilde tutamazsan keser elini. Kan akıtır hiç korkmadan. Kelimeler en güçlü silahlardan. Yakıyor bazen, kesiyor bazen, yaralıyor bazen... Kâh bir savaş çıkarıyor kâh barıştırıyor insanı kendisiyle. Asla durmuyor, dur durak bilmiyor. Onlar için durmak yok, hep ilerisi.
       Ben kelimeleri unutuyorum, ne söyleyeceğimi ve kime söyleyeceğimi unutuyorum. Onlar beni unutmuyor. Hatırlatıyor kendini. Ben onları bir çırpıda silmek istiyorum. Kurşun kalemle yazıp silgi ile silmek istiyorum. Mürekkeple yazarsam bir daha çıkmazlar hafızamdan. Unutulsunlar. Unutulmadıklarında yakıyor. Unutulsun dedikçe de daha çok işleniyor. Onları tutsak etmek mümkün değil. Bir sözlüğün içinden dışarı fırlıyor. Onları bir yere sıkıştırmak mümkün değil, bir köşede tutsak etmek. Ancak onlar tutsak etmek için varlar. Etrafımız kelimelerle kuşatılmış. Bu kuşatmanın sonu yok.
       Ses kelimeyi doğuruyor. Kelimeler yaşamı doğuruyor. Zaman tüm bunların içinde keşfedilememiş bir yerde. Sessiz kelimeler aksettiriyor kendini. Kelime olmak için bir sese muhtaç olmadıklarını hatırlatıyor sanki. Ses, kelimeye boyun eğmiyor. Kelime olmadanda var olduğunu söylüyor. Rüzgarlar gibi uluyor, yapraklar gibi hışırtılar çıkarıyor, ses kelimelere boyun eğmiyor. Oysa ben kelimelerin denizinde boğuluyorum. Onlar çok güçlü ben onlarla başa çıkamıyorum.
       Kelimeler bin bir başlı bir aslan. Her başında ayrı bir dil var. Her dilin ayrı kelimeleri var. Hepsi aynı şeyi farklı biçimde söylüyor. Ben bunlarla başa çıkamıyorum. Aslan beni parçalıyor, ben kendimi koruyamıyorum. İnsan böyle bir aslanla başa çıkamaz. Kelimeler bin bir başlı bir aslan. İnsanı parçalamak için varlar.
       Yine unutuyorum kelimeleri, onlar unutuldukça azalmayıp çoğalıyorlar. Onlar unutulmak için yoklar, unutulamamak için varlar. Yine unutuyorum kelimeleri, unutuldukça daha çok işgal ediyorlar bedenimi. Yuva yaptılar, içten içe kazınıyor, çoğalıyorlar. Kelimeler, kelimeler unutulmuyor.

22 Kasım 2013 Cuma

Basit Kargaşa

"Basit bir şekilde anlatamıyorsan, yeterince bilmiyorsun demektir" - 
A.Einstein

Bütün kelimeleri yuttum, içerisinden senin olduğunu seçtim.
Hepsini bir köşeye ayırdım, senden öte tuttum.
Bütün kelimeleri senin ateşinde yaktım.
Yalnız senin oldukların kaldı.
En basit şekilde anlatmam için gereken buydu.
Basitliğin kökenine kadar indim.
İçinde seni bulduğumda basitliği gördüm.
Senin dokunuşun her şeyi daha kolay yapabiliyor.
Sonuna kadar basitçe ifade ediyorum.
Her şeyi en ince ayrıntısına kadar anlatıyorum.
Sadece köşelerdeki gizler kalıyor anlatılmayan.
Her şeyi basitleştiriyorum.
Basitleştiremediklerimi kendi içerisinde yok ediyorum.
Dilimi dilinin güzellikleriyle süslüyorum.
Bütün güzellikleri senden topluyorum.
Bir arının en güzel çiçekleri dolaşması gibi.
Bende dolaşıyorum senin çevrende.
En güzel kelimeleri seçmek için.
Senin şiirini oluşturmak için en nadide kelimeler gerekti bana.
Ben onları bulmak için didindim.
Bütün kelimeleri senin için özenle seçiyorum şimdi.
Hepsini senden seçiyorum, dilini ezberliyorum.
Senin konuştuğun dili konuşmak istiyorum.
Hangi lisan olduğunu bulamıyorum.
Bütün kelimeleri imgelemleştiriyorum.
Sen bilesin diye hepsini farklılaştırıyorum.
Basitliği basit olmayışı ile sağlıyorum.
Basitleştiriyorum.
Zorlaştırmıyorum.
Anlamlandırıyorum.
Karmaşıklaştırmıyorum.

"Siz bilmezsiniz, size anlatmak da istemem." ( Sezai Karakoç )

Senin Sesini Göresim Geldi

"Ve benim, birdenbire yüzünü değil, gözünü değil, senin sesini göresim geldi." Nâzım Hikmet.

       Uzun soluklu bir gün daha sona erdi. Sona erdi. Her gün sona eriyor nihayetinde. Günler günleri kovalıyor, kediler fareleri, hayat ölümü, bende seni. Hiçbir kovalayan kovaladığını yakalayamıyor. Yakalamak yok aslında, belki o burada yaratılmadı, yahut başka bir biçimde yaratıldı. Kainatta her şey farklı formların içinde. Özünde hepsi aynı, ancak özün görünüşü hepsinde farklı.
       İnsan temel olarak bir biçim sorunu aslında. Biçimi üzerine yeni bir biçim inşa ediyor. Yapılan bütün binalar aynı görünümde olamaz. Onu etkileyen coğrafî, beşerî, dünyevi sebepler vardır. Hiçbir insanda büsbütün birbirine benzemez. Onu etkileyen birisi, bir nazar vardır, bir biçim vardır, bir ses vardır.
       Parça parça sana doğru yol alıyorum. Kainatın sırrından başladım, sesindeki sırra doğru yol alıyorum. Her sırrı çözmek için en küçük sırdan başlamak gerekiyor. Kainat en küçük sır mıdır ki ben ondan başladım, bilmiyorum ama başlamak için o da bir sırdı. Sesindeki sır gibi.
       Ses, en küçük gramer birliğidir, diye yazıyordu bir kitabın ilk sayfalarında. Ben senin sesini bu kadar kısa bir tanımla tanımlayamıyorum. Sesin giderek kendi içerisinde karmaşık bir yapı oluşturuyor. Bütün gramerler iç içe geçmiş, aklıma dolanmış, dizlerimi bağlamış, kelimeleri birleştirmiş, ben hepsinin için mahsur kalmışım. Sesin muazzam, ben onun muazzamlığı yanında donup kalıyorum.
       Sesini öpmek istiyorum, bunun için hançerene kadar uzanmam gerekir mi bunu araştırmalıyım. Hançeren kadar derin bir yere inemem. Ama senin sesine şekil veren sadece ses tellerin olamaz, kalbinden gelen o ritimdir sana biçimini veren, ruhundan kalbine sızan o dokunuştur. Ben senin kalbini öpmek istiyorum. Kalbinin kırmızılığında bulmak istiyorum kendimi. Kendim, kendim olmak için kendini sende bulmalı. Sen kalbini çıkar ben onu öpeyim. Sonra ses tellerini öpeyim. Sonra sesine şekli veren dudaklarını. Ben ses tellerini özledim.
       Sesine bir biçim ver, ben artık onu görebileyim. Onun da havada dalgalanışı farkedeyim, ağır ağır kulağıma doğru yol alışına şahit olayım. Kim bilir ne güzel bir görüşünü vardır sesinin, dalga dalga yayılırken. Sesinin bir formu olsa, o form tıpkı sen gibi mi olur? Bir musiki gibi kulağıma geliyor sesin, onun bir biçimi olsa, ben onu görsem. Sesini görsem, sesinle olsam, seninle. Onu görsem, sesini görsem, seni görsem.
       Ben sesini özledim, sesin kadar güzel bir sesi. Rüzgâr gibi, yağmur gibi, toprak gibi, çığ gibi, deprem gibi; sarsan, üşüten, korkutan, titreten, içine alan sesini. Ben sesinden başlıyorum özlemeye. Sesin özlemek için yaratılmış. Duymam için yaratılmış. Sarhoş olmam için yaratılmış. Ne şaraptır o, ne de bir afyon. İçinde ne ola bilmem amma göğe erişmem için yeterli. Nef'î gibi uçuyorum belki semalarda, sesini duydukça.
       Sesini özledim, sesini görmeliyim, sesine şekil veren seni. Seni görmeliyim, senden ötürü, senin muazzam yaratılışından dolayı. Yûsuf'u değil, seni görmeliyim, senin sesinden ötürü. Züleyha değil, sen gereksin bana, senden ötürü. Sarhoşluğumdan ötürü.
       Sır, başka bir sırrı kovalar. Başka bir kainat yok, hepsi içinde gizli. Sesim senini kovalar. Başka bir ses yok, hepsi sende gizli. Ne sır kalır geriye, ne bir ses, senin sesinden gayrı. Sesini özledim, sesin gibi, ses.

21 Kasım 2013 Perşembe

Renksiz Fanus

"Şu geniş dünyaya sığmayan gönül, şimdi bir odaya kapandı kaldı..."

Âşık Veysel

Bir odanın içinde, bir kadının kucağında, yüreğim var,
Bir fanusun içine hapsolmuş,
Onun kucağında sıcaklığını koruyan,
ve eğer onun eli olmazsa ölmek üzere olan.,
Biçare, parçalanmış ve devasız.
Fanusun rengi yok, renksiz yapılmış,
Rengi, ellerine bırakılmış.
Odanın rengi var, en sevdiğim rengi,
Odanın duvarları gözlerinin rengi,
Fanusun gücünü aldığı
Onun ellerini hissetmezse çatlayacak yüreğim
ve paramparça olup odanın duvarlarına dağılacak.
Paramparça olacak yürek, sanki değilmiş gibi.
Kimse bilmez gözlerinin rengini, bir ben bilirim,
O yüzden bir ben bilirim odanın rengini,
Kimse anlamaz neyden bahsettiğimi.
Gözlerinin önünde belli belirsiz bir oda canlanır,
Bir benim gözlerimin alışkın olduğu.
Bir ben seçerim renkleri, bir ben seçerim seni,
Kimse bilmeden, kimse görmeden, kimseye anlatmadan;
Odanın duvarlarında çizdiğin resimler var.
Boy boy tablolarını astım her yere,
Sana dair gördüğüm ne varsa topladım odaya;
Bu oda maziye ait; ne şimdiki zamana ait bir şey var,
Ne de gelecek zamana ait bir işaret taşıyor;
Yalnız geçmişe, yalnız geçene ait,
Çünkü geçmişim içinde seni barındırıyor.
Her yerde paletinin izlerini görüyorum,
Evrene renkleri savuran.
Elin bu odanın her köşesine değmiş,
Senin gibi kokuyor hepsi-renkler-bütün, oradan anlıyorum.
Yüreğim fanusun içinde, bırakırsan kaybolur.
-Bıraktın, kayboldu.-
Duvarlar kana bulandı, fanus tabloları çizdi.
Paletin yere düştü, fırçaların dağıldı.
Sular kurudu, boyalar kurudu, ben kurudum.
Bıraktın, kurudu.
Bir odaya kapandım kaldım, senin olmana izin vermiyorlar.
Bir ben kaldım, sığamazken senle hiçbir yere.

17 Kasım 2013 Pazar

Anka'nın Kanatları

Anka'nın kanatlarına bir yuva yaptım senin için.
Seninle tırmanmak için Kaf Dağı'nın zirvesine.
Oraya ulaşmak için.
Kimsenin ulaşamayacağı yerleri görmek için.
Kimsesiz çıkmak için yola, kimse olmadan, senle.
Anka'nın kanatlarından bir tüy aldım.
Senin için.
Kuş tüyünden bir kalem yaptım senin için.
Mektuplarını onunla yaz diye.
Anka'nın tüyünü sana değer bulduğum için.
Pençelerini sana memur ettim.
Senin her sözünü bana hemen getirsin diye.
Kanatlarını hızlı çarpsın istedim, an geçirmesin ve geciktirmesin.
Hayatı sana vakfettim, senle mutlu diye.
Her sözden ve sazdan uzak tuttum.
Anka kuşunu kızıla boyadım.
Gökteki kızıllıkta beni göresin diye.
Kızıl güneşte beni gör, beni anımsa, beni farket.
Ve bir gün çıkacağız kanatlarıyla.
O esrarengiz dağın zirvesine.
Orada büyüteceğiz Anka'nın soyunu.
Herkesten ve her şeyden uzakta.
Anka'ya emredeceksin sen, otuzu önünde duracak.
Hepsiyle ayrı diyarlara ayrı haberler yollayacağız.
Ayrı vakitlerde ayrı mektuplar getirecek.
Mektupların aksın bana, damla damla düşmesin.
Sağanak gibi yağsın üzerime, Anka kanatlarıyla vuruşsun.
Sen yaz onlar getirsin bana.
Bir gün sende geleceksin Anka'nın kanatlarında.
Ben seni karşılayacağım, bir başka Anka'nın kanatlarında.
Yaşayacağız onun yuvasında, kanatların üzerinde.

15 Kasım 2013 Cuma

Sonsuza Çeyrek Kala

Benimsin..
Bir daha seni göremeyecek olsam bile..

Franz Kafka


Sonsuza çeyrek kalaya ayarlı saatim.
Vakti geliyor, birazdan zaman dolacak.
Çağıracaklar beni, ilk adımı atacağım.
İlk adım atıldıktan sonrası hızlıdır.
Vakit hiç durmak bilmez zaten.
Kimse için durmaz, beklemez.
Akıp gidecektir, geçmişe gömülüp.
Çeyrek saatleri sevmişimdir her daim.
Çeyrek geçeleri, çeyrek kalaları.
Şimdide bir sonsuzluk vakti.
Sonsuzluktan önceki son çeyrek dilim.
Kum saatinin son taneleri düşecek.
Güneş saati karanlığa gömülecek, güneş batacak.
Çok az kaldı sonsuzluğa.
Oysa senin sonsuz sensizliğin başladı bile.
Sonsuzluktan evvel başladı.
Sonsuzluğun altı çizilsin diye.
Sabah olana kadar daha kaç çeyrek geçer ömürden,
Kaç çeyrek sonra gelir sonsuz sonsuzluk,
Gece olmasına daha kaç çeyrek var şimdiden,
Kaç çeyrek önce gelir kırpılmış acılar,
Gelirse gelsin artık hepsi, süründürmesin.
Çeyrekleri burkup burkup küçülteyim.
Yarımları kırpıp kırpıp çeyrek yapayım.
Çeyrekleri burkup burkup küçülteyim.
Tamları yontup yontup çeyrek yapayım.
Çeyrekleri burkup burkup küçülteyim.
Zaman kalmasın artık, zamanı yok edeyim.
Herkes kurtulmak isterken ondan.
Ben durdurayım çarkını, o beni durdurmuşken.
Sonsuza çeyrek kalaya ayarlı saatim.
Çalar birazdan, uyandırır beni.
Kimsesiz bir kimsesizliğe; kendime.

13 Kasım 2013 Çarşamba

Aykırı Ayrılığın Şiiri

Laleli`de bir trenle gelmiştin bana.
Lanetbahçe`de bir trenle gittin benden.
Ak trenler oldu hayatımda,
Seni bana getiren,
Şimdi seni bana getiren,
Yeri yararak seni bana getiren.
Şimdi kara trenler eklendi listeme,
Seni benden uzaklaştıran.

Bir veda busesi bile almadım senden,
Oysa bu sonsuzluğun kendisiydi.
Hiçbir vakte sığmayan, acının kendisiydi.

Sevgilim, hoşçakal sevgilim.
Boşluğu öpüyorum senin için.
Hiç tadını bilmediğim dudaklarını öpüyorum.
Sevgilim, hoşçakal sevgilim.
Sonsuzluğu kucaklıyorum senin için.
Sen gibi sonsuzluk;
Metafor yağmuru gibi,
Asit yağmuru gibi,
Kimyamı şaşırdım ben, geometriden kaldım.

Şimdi lime lime edilmiş etlerimle,
Sarı ilik ile kırmızı ilik bile,
Ayrılmışken birbirinden,
Ayrı düştük biz.
Ayrı düştük milyonların kalabalığında,
Milyarlarca insan içinde yalnız bir sen varken.*

Günler günlere sığmaz aslında.
Her gün bir günden daha uzundur.
Basit kelime cambazlıkları ölüdür.
Yaşayan kelimeler nadir, yaşatanlar yoktur.
Hepsi öldüğü için on gün evvel.

Ömre ömür katan bir su yoktur.
Hiçbir su insanı kendine getirmez.
Kendinden giden kendi yolunu bilmez.
Ne mutlu kendini yok sayanlara,
Ne mutlu kendinden geçmişlere,
Afyonluymuşçasına bahtiyar olanlara.

Paradokslarla bir duvarı ördük.
Her taşında bir çelişki bulduk.
Biz yükseldikçe aslında dibe vurduk.
Dibe vurmak yükselmenin kendisiymiş.
Anladık, anladık ama çok geç.

Sırra ermek veli olmaktan ilerde.
Veli olmaz sırra eren, ilerisine geçen.
Sıfatlar yadırganır, isimler yadsınır.
Kelimeler yoktur aslında, yok sayılır.
Sen yok sayılamazsın, o varlığının büyüsünde.

Sevgilim, hoşçakal sevgilim.
Hoş kal, hoşluktan uzakta.
Aslında kalma hiçbir yerde.
Uzun, sonsuz evrenin karanlık bir köşesinde.**

*03.10.2013
Pazar`ı Pazartesi`ye bağlayan gece.
Saat 18 sularında.
Senden ayrıldıktan birkaç saat sonra.
Karanlık bir Kasım`ın üçüncü günü.

**13.11.2013
Çarşamba'nın öğle vaktinde.
Saat 12 sularında.
Senden ayrıldıktan on gün sonra.
Karanlık bir Kasım'ın on üçüncü günü.
Muharrem'in ise onuncu.
Tüm takvimlerin hesabıyla hesapladım günümü.

Bi' şarkı;
#Ölene dek, mezara dek; gel benimle dolaş.

Elif'in Sırrı

” Elif diye bir kızımız olsun. Romantik bir filmin gösterildiği bir sinema dönüşü olsun o da. Ya da bir bale dönüşü. Bunu istiyorum ben..
Sen ne güzel bir Elif doğurursun. Başına kurdeleler bağlarsın.
Evet, Elif.”

Cemal Süreya - Onüç Günün Mektupları


       Elif gibi olmalı insan aslında. Elif kadar boyu dik, elif kadar yalın, elif kadar... Elif gibi olmalı insan aslında. Sen Elif'sin, teksin, yalınsın, diksin, sadesin, yalnızsın, yalınsın. doğrusun.
       Ben bir Elif harfi biliyorum, o aslında sensin. Sen Elif'sin aslında, kendi kendinden doğmuş gibisin. Ancak kendi kendinden doğarak kendine bu kadar benzeyebilirsin. Senin genlerinin her biri bir başka mucizeyi bana anlatıyor. Senin duruşun beni böylesine etkiliyor.
       Sen Elif'sin aslında, Elif'den daha Elif, Elif kadar Elif. Adını çokça yazacak kadar çok Elif. Elif teklik demektir aslında, onda bir sır var mıdır bilemem ama, benim yüklediğim bir sır var. Ona, senin benim için tek olduğun sırrını yükledim. Şimdide herkesle paylaştım, artık bir sır değil. Sen benim için teksin, bu bir sır değil, aşikâr. Bir sır daha var onun içinde, onu da yalnız sen bilirsin, bu gerçek bir sır, bizim sırrımız, belki senin bile bilmediğin yalnızca benim sırrım. Elif'in sırrı.
       Elif'in yalınlığı onun tek çizgide oluşmasındandır. Bir başlık çizilmesi, bir çırpıda olması, tek dokunuşta tamamlanmasındandır. Bu yüzdendir ki basit görünen her şey içinde gizli bir zorluğu barındırır. Bu zorluk sadece onun maddi yapısında değil, aynı zamanda onu şekillendiren manevi yapısındadır. Sen gerek maddi boyutun gerek manevi yapınla gerçek bir varlıksın. Varlık, bu cümleyi de ne çok kullanıyorum, ama aslında yalnızca sen mevzu bahis olduğunda kullanıyorum. Senin oluşunun altını en belirgin mürekkeple çizmek için. Suya değil, taşa yazmak için. Aşketmek için.
       Senin duruşun diktir her sözden önce. Duruşun o kadar diktir ki boyun güneşe değecek zannederim. Güneş senin bir karış üzerindedir zannederim, aslında bir karış üzerinde de değil güneş başlı başına sensin zannederim. Boyun öylesine dikki ben o boyu selvi ağaçlarının yapısına benzetirim. Sen aslında yüzyıllar öncesinden kalma bir mitsin, her zaman değerli, farklı bir bakış açısı.
       Yalınlık senin doğanın bir parçası. Yalın oldukça güzel oluyorsun, güzel oldukça yalın oluyorsun. Cümleleri ters çeviriyorum, evirip çeviriyorum ama yalın olamıyorum. Yalınlık senin yapının bir parçası demek ki, ben yalın olamam senin kadar ve kimse yalın olamaz senin kadar; yalın olan sen olmalısın ki seni bu kadar muazzam gösteriyor. Sen hep yalın ol, benle ol aslında.
       Bildiğim doğrularda sen varsın. Cemal Süreya gibi on üç mektupla kalır mıyım bilemem, bilmediğim o kadar çok şey var ki. O yüzden bu kadar çok kullanıyorum bilmemek fiilini, bilmemekten ötürü. Sen bir Elif doğur, sen olsun, senin gibi olsun, adı bilinmez olsun, sen gibi olsun. Bizim olsun daha çok.

Katharine'a Mektuplar

       Sevgili Katharine;
       Uzun zaman oldu sen yoksun. Sen rüzgarlar ülkesine gittiğinden beri içinde olduğun o mağara büyüdü, içinde seni taşıyan o mağara büyüdü ve dünya büyük bir mağaranın içine hapsoldu. Üstelik bu mağara senin kokunu taşıyacak kadar güzelde değil, sadece karanlık ve kör baykuşlardan başka sesin duyulmadığı bir yer. Senin olmayışın karanlık demekmiş, öğrendim. Bende Almásy'im, sevgin bana ait ve ben rüzgarlar ülkesine gitmek istiyorum, ama oranın yolunu bilmiyorum. Korkuyorum ki buluşamayacağız, ben çöllerde kavrulmaya devam edeceğim.
       Yolunu bilmeyen bir çoban kurt sürülerinin içerisine düşer, koyunlarıyla beraber. Koyunlardan farkı kalmaz, kurt için hepsi birdir, hepsi öldürülebilir. Ne koyunlara sarılmak mümkün -tüm insanlar bir koyun aslında, hatta koyunlardan daha iyi koyunlar-, ne de kurtlara meramımı anlatmak -hepsi avının peşinde, daha çok yaşamanın; oysa mesele hiçbir zaman çok yaşamak değildir, insanlar kurtlardan daha çok benziyorlar kurtlara-. Senin yokluğun işte böyle bir yokluk. Kurt sürülerinin içerisinde olmak ve sıranın geleceği anı beklemek. 'Beklemek cehennemdir.' diyordu Shakespeare, öyle. Sen ölüm ile bir gece geçirdin, ben ölümünü düşünerek birçok geceler. Sen aslında bir kez ölerek uzaklaştın, ben sen öldün diye her gün ölerek kaldım. Uzaklaşamadan kaldım buralarda, bilmediğim toprakların ortasında.
       En son uçak düştü bir gün. Yolu bilmiyordum ama uçak düştüğü ve rüzgar olduğu için senin rüzgarlar ülkesinden gelip beni alacağını zannettim, oysa ben yaşamak zorunda kaldım. Rüzgarlar ülkesine gitmeye en hazır olduğum vakit rüzgar sessizliğe büründü. Tıpkı senin gibi sessizliğe büründü, anladım ki rüzgarlar ülkesinin kapıları kapanmış. Sonra yüzümü kaybettim, gerçi zaten o artık bana ait değildi. Sonra sesimi kaybettim, gerçi zaten o artık bana ait değildi. Sonra ellerimi kaybettim, gerçi zaten o artık bana ait değildi. Sen giderken aslında benden de çok parça götürmüştün, bende kalan bir et yoktu, etimi kemiğimle koparıp gitmiştin. Bir parça et ve bir parça kemik duruyor olmalı hâlâ o berrak ellerinde.
       Bir kitap var elimde, Homeros'dan. Homeros kadar eski değil belki ama senin ellerin dokunduğu için bir o kadar değerli. Senin elinin değdiği her yerde kokun kalıyor çünkü. Katharine biliyor musun, bu kitabı sevmem senin içindir aslında, senin büyünün destansı güzelliğinden ötürüdür. Onlarda gerçek dışıdır, tıpkı senin sahip olduğun gerçek dışılık gibi. Homeros olağanüstüdür, tıpkı senin gibi, o yüzden seviyorum. İçinde sen varsın onun, el yazmaların var, dokunuşun var, kokun var, ellerin var, sen varsın onda, senin için.
       Bütün şarkıları ezbere bilirim, bütün şarkıları ezberlerim senin için. Bir gün bir şarkı söylerse bana rüzgarlar, aslında onları rüzgarlar ülkesinden senin yolladığını anlamak için. Rüzgarın hangi şarkıyı söylediğini anlamak ve o şarkıya eşlik etmek için. Bilmediğim bir şarkıyı yollarsan bana, utanmamak için. Bütün şarkıları ben yazarım aslında, senin için. 
      Hoşçakal Katharine'im, her şey aslında senin için.

      Kont Laszlo de Almásy
        The English Patient

9 Kasım 2013 Cumartesi

Bir Sözlüğün İlk Sayfası Olmak

Bir sözlüğün ilk sayfası olmak, bütün kelimelerinde başı olmaktır.
Her kelime onunla başlar, her kelimeden önce onu görmek.
Aradığım kelimelerden önce gözlerine bakıyorum.
Dudaklarına, yanaklarına, boynuna, sana bakıyorum her kelimeden önce.
Bu yüzdendir ya bütün sözlüğün sen oluşu.
Karşıma leb çıkıyor dudaklarına bakıyorum.
Karşıma gamze çıkıyor yanaklarına bakıyorum.
Sen her kelimenin ilk harfisin.
Senin harfini taşımayan kelimeleri sökmeliyim sözlükten.
Senin olmadığın bir sözcük olamaz artık, bir sözlük olamaz.
İçinde sen varsın diye midir bilmem lügatleri seviyor olmam.
İçinde sen olunca senin gibi kokar mı onlarda?
Denedim kokmuyor, güzel kokuyor ama senin gibi kokmuyor.
Saçlarının bile öldüğünü düşünüyorum bazen.
Onlar bile beni terk etmek için bir fırsat kolluyorlar.
İçine bir tutam saçından koysam, o zaman onlarda sever mi beni?
Sözlüklerde sever mi beni, onlara seni tanıtsam, seni aşketsem.
Seni anlattığım için sever mi kelimeler beni, sevmeselerde olur, seni sevsinler yeter.
Seni anlattıkları için onur duyarlar mı acaba, duymalılar oysa.
Bari onlar sevseydi, ben onları sevip korurken.
Bir sözlüğün ilk sayfası olmak sana benzemektir.
Bir şeyleri sana benzetmek için uğraşımdır aslında.
Ne kimsenin eli değer o sözlüğe, ne kimsenin gözü onda bir kelime arar.
Hayır, ben onu korurum, resmini koruduğum gibi, saçını koruduğum gibi.
Hayır, saklarım onu kendime, yaşarım onunla.
Sonsuzluk budur ya aslında, sonsuza dek genç kalmak budur.
Fotoğrafın dahi yaşlanırken genç kalmak.
Fotoğrafın dahi solarken dipdiri kalmak, ak olarak kalmak.
Sen hiç yaşlanmazsın, inanmıyorum hayır, sen yaşlanamazsın.
Bir sözlüğün ilk sayfası olmak aslında dilin kendisi olmaktır.
Ağızdan çıkan her kelimenin aslında senden çıktığını anlamaktır.
Öğrendiğim her kelimeden önce seni görmektir.
Okuduğum her sözcüğü kulağıma senin fısıldaman.
Baktığım her kelimeyi benden önce senin görmen.
Araştırdığım her sözcüğü benden önce senin elinin bulup bana göstermesi.
Onun içinde satırları bana elin gösterir.
Kelimeleri benden önce sen bulursun.
Korursun hep kendini, korumalısın.
Bir sözlüğün ilk sayfası olmak, ancak sana dairdir, orijinaldir, yalnız sana lütfedilen bir şeydir.
Kimsenin akıl edemediği bir şeydir.
Hayır, ben akıllı olduğum için değil bu, sen bunu bana akıl ettirdiğin için.
Aklım sende, aklım sende olduğu için doğar bu fikirler.
Hepsi benden çok sana aitler, sana ait olan aklıma, kalbime, ruhuma ...
Bir sözlüğün ilk sayfası olmak, sevmek demektir.

Özlemin Doruğunda

Seni özlemekle aldatıyorum galiba.
Seni özlem duygusuyla aldatıyorum.
Seni özlemek farklı oluyor, yakıcı ve yıkıcı oluyor.
Sen yokken hep özleminle beraberim.
Özlemin işte bu, elle tutamayıp gözle göremiyorum.
Özleminle baş başa kalıyorum.
O da geçmiyor, o da geçmiyor.
Yaralar gibi geçmiyor, senin gibi geçmiyor.
İkinizde geçmiyor, aksilik edip kalıyorsunuz.
Kalın, ikinizde kalın benle.
Başka kimse kalmadı, başka kimseye gerek kalmadı.
İçimi bir özlem sarıyor.
Bırakmıyor beni.
Sana gelene kadar her yerimi sarmış oluyor.
Sen yokken hep özlem içindeyim.
Özlem ki beni hiç yalnız bırakmıyor.
Önceden bir yalnızlık vardı.
Şimdi yalnızlığı yalnız bırakmayan bir özlem var.
Özlemin var hepsinden daha çok.
Ne kadar güzel olsa da yakıcı bir özlem bu.
Sana koşsamda peşimi bırakmıyor.
Beni yakalamasını biliyor her yerde.
Senin dindirdiğin bir özlem bu.
Senin söndürebildiğin büyükçe bir yangın.
Özlemekle aldatmış gibi oluyorum seni.
Oysa hepsinde sen varsın duyguların.
Her duyguya sen işlemişsin.
Her duygu senden türeyen bir yan almış gibi.
Bir parça sen varsın bildiğim ne var ise.
Üşüyorum artık, özlemde üşüyor benimle.
Onla birbirimize sarıldıkça o çoğalıyor, ben azalıyorum.
Ben azaldıkça özlüyorum, özledikçe son raddeye varıyorum.
Özlemin yaktı beni, özlemin dondurdu beni.
Seni özleminle aldatıyorum.
Bir özlemek duygusu var, onla aldatıyorum.
Ki bu aldanmak, aldatmak değil.
Yine seni arıyorum, yine seni, hep seni.