18 Eylül 2014 Perşembe

Sevmek Güzel Şey

Sevmek güzel şey, her şeye rağmen.
Sulu sepken yağan bir yağmurun altında,
Islanmak güzel şey, misk kokulu sevgilinin ağuşunda.
Baharın geldiğini çocuklara haber vermek.
Sevmek güzel şey bir kış sabahında,
Odanın içine dolan o kar kokan soğuk havayı.
Kar kokar aslında buram buram, tüm kokulardan arınarak.
Sonra bir sıcak yel eser, sevgi dolar her yere.
Umutları kıracak kadar koyu bir günün içinde,
Kara bulutlardan boşalan yağmurda,
Toprakla değil asfaltla buluşan damlalarda,
Yitip giden günler gördüm.
Sevmek güzel şey tüm bunlara rağmen,
Bir filin gözlerindeki masumiyetten dolayı,
Karıncaları yuvalarına bağlılığından.
Ayırt etmek tüm canlıları birbirinden,
Herkesi, kendine benzediğiyle haşretmek.
Böylece sevgilim, ikimizi beraber haşrederler,
Günün hiç bitmediği günde,
Sınırları olmayan topraklarda,
Herkesin çırılçıplak soyulduğu vakitte,
Biz bile birbirimizin farkında olmayıp,
Birbirimizin içine geçtiğinde,
Bir olduğumuzda.

14 Eylül 2014 Pazar

Aforizmalar VIII

  • Ben yine en çok Ocak'ları seveceğim. Ocak ayında yanan ocaklarda ısıtacağım kalbimi. Eylül'ler hüzne boğuldu.
  • Dokunmanın olmadığı sevgi de olmuyor. Çünkü kalp, sarıp sarmalamak diliyor.
  • Ciğer kelimesini bana sevdirdiğin için seviyorum seni.
  • İyi ihtimalle birkaç yıl daha yaşayacağım, kötü ihtimalle daha fazla. İşte benim hayata bakışım.
  • Ben şiirin söz dinlemeyenini severim; Şiire söz geçmez ki.
  • İçimde giderek sayısı artan ölümler var.
  • 'Gözlerimin kahverengi olmasını en çok neden severim bilir misin?' dedi. 'Görme yetisi en güçlü olanların göz rengi kahverengidir. Okumakla kaplı bu hayatta en çok onlara ihtiyacım olduğundan...'
  • Göğsümde dört nala at koşturan ve her şeyi yakıp yıkan Cengiz Han'lar var.
  • Benim için âşk biraz da ben öldükten sonra sevgilimin özlem dolu bir ateşte bana kavuşacağı ânı beklemesidir.
  • Âh, Milena'âşk!

13 Eylül 2014 Cumartesi

Kaosun Ortasında Umutsuzluk

Birini seviyorsan ve o seni sevmiyorsa bundan çok güzel kaos çıkar. Bir sürü şiir, sağlam bir roman ve anlatacak bir sürü hikaye çıkar. Uykusuz geçen geceler, parklarda içilen şaraplar, yerli yersiz kıskançlık krizleri çıkar. Ama sevgine karşılık çıkar mı? O biraz zor işte..
Ali Lidar


Kırık dökük şiirler kaleme gelmeden kuruyor.
Dillerimiz ezelden bağlı, sesimiz çıkmıyor.
Bazı cümleler kaosa neden oluyor sevgili.
Zaman kötülükleri besliyor.
Uzun gecelerin sonunda bir çocuk,
Ellerini açmış dilenmekte gocunmadan.
Yine bir kaosun içine bırakıldım.
Yürek delik deşik edildi yine.
Parklarda çiçekler koparıladursun,
Bazı salıncaklar sonsuza dek devinimini sürdürecek.
Ses yok zifiri karanlıkta,
Tüm sesler seninle beraber gideli çok oldu.
İnsanlığın yerini kaos aldı,
Senin yerini ölüm,
Ölümün yerini sonu gelmeyen nefesler.
Devinim devam etti hesap edilemeyen geceler boyu,
Bazı yoksunluklar ömür boyu.
Kaosları ardısıra başka acılar takip etti.
Hiçbir acı yalnız değildir.
Yalnızlık, tutunamayanlara mahsus;
Kaos ise hiç tutamaçları olmayanlara.
Yarım ağızla söylenen gazeller sevgililere ait,
O gazeli söyleten acılar âşıklara.
Son kalan umudumu kim yok etti,
Kim tüketti acı feryat haykırdığım söz kırıntılarını.
Beni bu kaosa terkeden sevgili,
Hangi nazarla bakmıştı yüzüme?
İşte geceden geriye sadece buruşmuş sayfalar kalır,
Birde şiir desen ona bile benzemeyen şeyler.
Sonu gelmeyen söz kırıkları,
İşte kaos.

11 Eylül 2014 Perşembe

Ölmeye Yatmak

Çok fazla vakti yoktur;
Ölmek üzere olanın,
Ölmeye yatanın.

Bir kelebek misali ömür,
Tükendi gitti kozadan çıkmaya çalışırken.
Kadınların tenine örtecek,
İpeğe bulanan bedenimiz.

Hasta yatağı ölüm kokar,
Biraz da taze-sıcak,
Şurup kokar çocukların hiç sevmemecesine.

Bir karınca mıydık ki,
Kısa adımlarla uzun yolların peşindeydik.
Biz koştururduk,
Yollar hiç bitmezdi.

Başımda yine deli ölümler var.
Ah cânım ölümcüğüm,
Sen, delisin.

Tükettim bugün kelimeleri,
Bir dikişte hepsini içtim;
Ölüm kokan şurup şişesinden,
Hasta kokan hasta-hânede.

10 Eylül 2014 Çarşamba

Çengelli İğnenin Ucunda Âşk

Çengelli iğnenin ucunda âşkı tatmak,
Bir antilopun onu kovalayan aslana âşık olması.
Koştura koştura sonunda kendini avcıya teslim etmek.
Çengelli iğnenin ucunda bir âşk var.
Uzanıp onu tutuyorum tüm gücümle.
Avuçlarımı sıkı sıkıya kapatıyorum,
Olur da en küçük bir boşlukta kaçar diye.
Bir çengelli iğne insanın elinden kurtulup nereye kaçar?
İğnenin ucu elimde gittikçe daha derinlere batıyor;
Batıyor, kendi yolunu kendiliğinden buluyor.
İğnenin metali al bir renk alıyor.
Bazı acılar çok sonra hissedilir, âşk gibi.
Âşkın sıcaklığıyla doluydu elim;
Öylesine sıcak bir ateş ki, lav gibi yakıyordu beni.
Yeni yeni kusuluyordu âşk, acı diye bir volkandan.
Her taraf âşka bulandı, en çok da elim.
Bir çengelli iğnenin ucundaydı âşk,
Derinlere ine ine kayboldu bedenimin ücra köşelerinde.
Sessizce işini bitirip giden usta katiller gibiydi,
Fetihleri de öyle sessiz oldu.
Bir çengelli iğnenin ucunda kalbim sallanıyor.
İğne saplanmış onun en hassas yerlerine,
Kendimi kurtaramıyorum.
Hiç insan kendini âşktan kurtarabilir mi?
Âşk kurtuluşun kendisi olmalıydı,
Birazcık unutabilmek için acıları.
Âşk insanın kendisini çengelli iğneye bırakmasıydı,
İğnenin vücutta özgürce hareket edebilmesi,
Dilediği yere saplanmasına izin verilmesi, izin almadan.
Benim âşkım çengelli iğnenin ucunda,
İğnenin çengelinin ucunda,
Uçta.

8 Eylül 2014 Pazartesi

Sylvia Ölürken

Ben bir ölümlüyüm ve bununla gurur duyuyorum.

Sylvia konuşsana,
Kelimeler ağzından,
Nasıl dökülüyordu?

Çocuk felci dizlerime vurdu,
Ayaklarım birbirine dolandı şimdi.

Korkum us'umdan gizli değil.
Bilirim korkumun içinde,
İç içe geçmiş korkularım vardır, benim.

Tüm güzel şeyler,
Ölür bir gün.

Bir kalbin atışını, duymuyorum.
En sevilen duâlar,
İnsanla beraberdir ölürken bile.

Sylvia bedenin titredi mi,
Soğuk duvarlara değince tenin?

Tüm masumiyetler katledildi.
Şeytan sever günâhı.
Oyuncak bebekler de öldü.

Bir çengelli iğnenin ucundaydı yaşam,
Bıraktığı izler bâki.

Söylesene Sylvia, neden susuyorsun suçlu gibi?
En son ne geçti zihninden, acıdan başka;
Kızgın damgalarla mühürlenirken bedenin.

O gelen çocuk sesleri,
Hiç masum değil.

Bodrum katına atlıkarıncaları,
Kim soktu?
Âh Sylvia

7 Eylül 2014 Pazar

Sefil Ruhların Acı Mâbedi

       Acıya bırakılış, acı çekmek için bırakılış, acıya evlat olarak veriliş. Acı üvey babamız, üvey anamız, üvey kardeşimiz ve üvey dünyamız. Biz tüm tanıdıklarımızın 'üvey'iyiz. 'Öz'ümüz yok.
       Sefilleşen ruhlar  -aslında bu biraz  da bedenlerdir-  bir kenara itiliyor ve  itilen,  ötelenen, kopartılan, bölünen tüm ruhlar -tüm et yığınları ve içlerinde taşıdıkları, varlığının gizini çözemedikleri ruhları- kendilerini başka bir mâbette buldu. Evvelce inşa edilmeye başlanan  ve inşası yüzyıllar sürecek olan bir mâbet. İlk taşı çok eskilerde konulan ve son taşı çok uzak bir gelecekte konacak olan bir mâbet, inşası kıyamette son bulacak. Tüm acılar bizi karanlık bir mâbette kendimizi parçalamaya itiyor. Evler, sokaklar, caddeler, bazen dertlerimizi sunduğumuz ve sonsuz devayı istediğimiz camiler; bizim acı içinde kıvrandığımız mâbetler. Dinsellikten, tinsellikten çok acısal.
       Acı, bedene, ipin iğneyle kumaşa işlenişi gibi işliyor. Öyle bir işleniş ki bu değme terzi bu dikişi tutturamaz. Eski zamanlardan kalma bir terzidir acı; Terzi Mir, eline su dökemez. Bazı acıların işlenişi böyle derin ve sağlamdır, çözülmemecesine.
      Üzerinden yıllar geçtikçe galiba ruhlar sefilleşiyor veya ruhlar her zaman bir mucizevî unsurdur ama biz bedenlerimizi sefilleştirerek ruhlarımızın esir olduğu bu cismi yıpratarak de ona zarar vermiş oluyoruz. Neresinden bakılsa düşüncesi çok çetin bir yola doğru girebilecek hadiselerden. Tüm hadiseler de çetin bir yola girmeye meyleder. Kolay yollar kapalıdır, hiç olmamıştır.
      Sefil ruhlara -aslında bedenlere, bedenindeki tutsaklığı artık yapısına işlemeye başlayan ruhlara- inşa edilen bu mâbede gelen giden o kadar çok ki -ne kadar görmesi kolay olmayan bir mâbet olsa da- insanlar neredeyse emekleyerek yürüyor. Bu yolda herkes dilenci, sadakaya muhtaç. Kimse yok ki bu sefillere sadaka versin, yolunu göstersin ve hayatını tayin etsin. Bu öyle bir dergâh ve mâbet ki hiçbir ân boş kalmıyor ve dilencilerin sayısı giderek artıyor. Yollar, kaldırımlar, sokakların köşebaşları, caddelerin üzerleri hep bunlarla dolu, önüne geçilemeyen sefil sürüleri.
      Bedenler birer sefalet yuvası, ruhlar esirlikten bitkin. Bu esaret tüm ruhları etkiliyor, kimini doğrudan kimini dolaylı olarak. Sefalet, damladığı yerde göller oluşturuyor.

Bu dünya acımasız bir yer tamam mı?! Bana inanmıyorsanız televizyon seyredin.
-Murat Menteş

6 Eylül 2014 Cumartesi

Bir Adımda Sefalete

       Sefalet, bir adım uzakta duruyor her zaman. Vakitsiz olarak çıkıyor insanın karşısına, söz dinlemiyor. Bir zaman sonra insanın bildiği ne varsa hepsi asileşiyor. Belki de asi olmak tüm duyguların yapısında var, zira hiçbir duygumuzu kontrol edemiyoruz.
       Sefalet, bir adım uzağımda duruyor. Öyle güzel ki, beni kendine doğru çekiyor. Tüm ölümcül varlıklar çekicidir; güzel bir kadın, güzel bir deniz, güzel bir manzara ve daha niceleri... Ölüme en yakın olduğumuz ân, vakitlerin en güzelidir, tıpkı uykuya dalmak üzere olduğumuz ân gibi. 'Bir şeye ramak kala' diye tarif ettiğimiz vakit, en güzel ândır.
       Sefaletime ramak var. Bir adım önümde işte, uzansam onu tutacağım, gerçi o bir taraftan beni zaten tutuyor. Sefaletten kurtulmak için yapmam gereken işleri yapmıyorum, kendimi biraz sefalete bırakıyorum. En güzel duygulardan birisi de insanın kendisini herhangi bir şeye doğru bırakmasıdır. İnsanın kendini yavaşça denize bırakması, insanın kendisini daha yavaşça yatağa bırakması, insanın kendisini daha daha yavaşça çimlere bırakması, insanın kendisini bırakması ne kadar da güzel.
       Bir adımda sefalet derken aslında o adıma kadar atılmış tüm adımları anlatıyorum. Sefalet her ne kadar her vakit çok yakında olsa da sonuçta ona giden yol bir adımdan çok daha uzundur, hangi yol kısadır ki? Benim bildiğim tüm kestirme yollar, beni daha uzun yollara götürür. Kolay diye bir kavram yok. Kolay, zorun daha hafif bir yansımasından başka bir durum değil. Yeryüzünde ne varsa zordur, zor olması kanundur, kanunluğu ise keskindir.
       İnsanın sefalete batması mı söz konusu yoksa sefaletin insanla beraber batması mı mevzu bahis olan; hangisi, hangisini batırıyor, diye düşünmekle başlamalı söze. İnsan, bir ekmeği öpüp başının üzerine de koyar; insan, parayı ayağının altına alıp onu da çiğner; insan, karar verir ve yapar. İrade, onun yaratılışında kendisine verilen hak, onun sorumluluğu ve bedel ödeme arzusu. Bedelsiz elde edilen ne varsa bir zaman sonra artık yoktur, ödenen tüm bedeller ise bir güvencedir sonsuzluğa dair. Sözümona bir kalıcılıktır bedel ödeme; bedel ödeyip yapılan bir çeşmeden sonsuza kadar gürül gürül suyun akmasıdır çağlayanlar gibi hiç durmamacasına; bir köyde, bir dağda, bir akarsuyun dibinde de olsa sonsuza kadar akmasıdır; bazen oluk oluk suyla bazen dolu dolu maneviyatla, adın sonsuzluğa kazınışıdır.
       İnsanla sefalet arasında bir adım var. Bir adım ilerisi de gerisi de sefalet. Önemli olan adımın ileri mi geri mi atılacağı değil, önemli olan adımın nereye atılmak istendiği ve o adıma gelene kadar atılmış adımlar. Güzel şeyler hiçbir zaman bir adım yakında değildir, onlara daha çok var, onlara varana kadar nice adımlar atılmalıdır. Yine de sefalete -sefaletime- bir adım var. Anlatabildim mi?

3 Eylül 2014 Çarşamba

Akılalmaz Bir Çaresizlik

"Beklemek yalnızca, bitip tükenmeyen bir çaresizlik."
Franz Kafka


       İşte biz de çaresizliğimizle yaşıyoruz. Çaresizlikle dolu hâneler inşaa ediyoruz, içlerine yerleşiyoruz binlerce katıra yüklü huzursuzluğumuzla. Göbek adımızı 'çaresizlik' koysalardı tüm ruh hallerimizi anlatmış olacaktık belki de, bizim için hiçbir şey yapmadıkları gibi bunu da yapmadılar; herkes bizden çok uzakta.
       Beklemek, ilk kez kullanıldığından beri, sadece can yakmak için var. Beklemek, ne olduğu bilinmeyen bir maddeyi, nesneyi... Beklemek, can yakıcı ne varsa hepsinden bir toplam. Canımızı yakan ne varsa bekliyoruz, buyursunlar; biz acıların demlendiği bedenleriz, doludizgin.
       Bekleye bekleye takvimler 2014'ü gösterdi, bir Eylül gününü daha. Kaç baharı daha bekleyecek kuşlar göç etmek için ve kaç baharı daha bekleyecek balıklar göç etmek için ve kaç baharı daha bekleyecek antiloplar göç etmek için ve kaç baharı daha bekleyecek bedenler öte diyâra göç etmek için?
       İlk bekleyen bir Mısırlıydı belki yahut Yunanlı yahut Aztekli veyahut bir Türktü ilk bekleyen; nerden bileceğiz? İlk bekleyen ilk insan mıydı yoksa, bir bilseydim bunun tarihini yazmaya da başlardım: beklemenin tarihi. Eflatun muydu ilk bekleyen yoksa Amon-hutep mi, Kul Kağan mıydı ilk bekleyen yoksa Tsu-Basa mı? İsmi olsaydı ilk bekleyenin, pîrini bilirdi bu dergâhta. Biz pîri bilinmeyen bir dergâhın sayısı yabana atılamayacak kadar çok olan mürşitleri. Biz ki âlemin her yerinde bir dergâh inşaa etmişiz; dergâha da gerek duyurmadan bedenlerimizi her yerde mevcut bulundurmuşuz.
       Çaresizliğin mevcudiyeti çarelerin çok uzakta olmasından biraz da; çarelerin başka ellerle sunulabilecek olmasından. Tıpkı insana şifa olacağına inanılan bir otun dünyanın öte ucunda olması gibi; tıpkı altına sahip Afrika'nın altınsız yaşaması gibi; çaresizlik biraz da tüm zenginliklerin işgal altında olması demektir, güzel adına ne varsa.
       Çaresizce beklemek diye bir tanım olamaz; çünkü çaresizlik ile beklemek söz konusu olamaz. Bir insan çareyi bulamamışsa bekliyordur; bekleyen insan çareyi bulabilir mi? Arayan bulur demiş atalar; arayan bulur her dâim, çünkü bulunmuşlukları bilinir.

2 Eylül 2014 Salı

'Eylül' Diye Bir Şey

Eylül diye bir şey varsa eğer;
İçinde uzun yürüyüşler sonrası,
Ulaşılamamış günün sabahı.
Gece diye bir kavram,
Anlatılamaz ki günün bekçilerine.

Her doğumun içinde,
Bir başka doğum var.
Bazen birileri doğdu diye,
Doğar birileri;
Birilerine hayran olduklarından.

Ben yaşıyorsam hâlâ, bunda biraz,
Eylül'ün de payı vardır.
Beni sarıp sarmalayan Eylül'ün,
Kucağında oyunlar oynadığım,
Sütünü içtiğim hesapsızca, doya doya.

Eylül diye bir şey varsa eğer,
Biraz da âşktandır.
Âşk kokan ellerindendir,
Hani üzerinde yeşil ırmaklar akan.
En sevgili ırmaklar.

Tüm aylar kaybolup bir ay oluyor.
Eylül'de bir güne dönüyor.
Eylül o kadar uzun ki; aylar, gün gibi geliyor.
Eylüller hiç bitmiyor.
Bir Eylül'den bir Eylül'e uzanıyor.

Eylül diye bir şey varsa eğer,
Biraz da sendendir sevgili.
Ulu ağaçlarda gözlerinden bir yeşil,
Birbirine çarpan dalgalarda sakin bir mavi,
Gökyüzünde çarşaf gibi bir ten görüyorsam,
Sendendir biraz da;
Sendendir sevgili;
Eylül'dendir.