26 Ekim 2014 Pazar

Altın İşlemeli Gece Kumaşı

“Gözlerinden göğüme sayısız yıldız akar,
bir gülüşün içimde binlerce lamba yakar.”
Erdem Bayazıt


Altın işlemeli bir fanus yapsam,
İçine hapsetsem güneşi,
Koysam başucuna,
Uyanır mısın hiç uyanmadığın uykundan?
Gözlerinde yarım kalmış düşlerle,
Atlas tenin.
Bir cehennem misali içinde bulunduğum hayat.
Kaybettiğim tüm şiirler,
Ardımsıra bela okur.
Bildiğim tüm şarkılar,
Bana bilmediklerimi hatırlatır.
Tutup bir ışık huzmesini indirsem gökten,
Sonra dizsem hepsini yeniden.
Yeni bir nizam vermeliyim güneşe,
Gözlerimi açamıyorum aydınlıktan,
Oysa içim çok karanlık.
Göremiyorum, yürüyemiyorum, durgunlaşamıyorum.
Dolandım kaldım içimde,
Karanlığın göz bebeğinde,
Şiirin orta yerinde,
Her ne kadar şiirde 'şiir' kelimesini geçirmiş olsam da.
Tutup beni hapsedin,
İçinde gecenin olduğu bir fanusa.
Üzerime bir gölge çekin,
En güzel tarafından karanlığın.
Yıldızları dizmeyi unutma, aydınlığa;
Biraz da güneşle sefa sürsünler.
Ay, bekçiliğinden vazgeçsin gecenin;
Güneş, yüzünü göstermeyen sevgili gibi.

Altın işlemeli geceden bir elbise dokudum sana,
Omuz uçların dahi üşümesin.

25 Ekim 2014 Cumartesi

Dolabın İkililiği

Mesela neden senin odanda duran, sen sandalyende ya da çalışma masanda otururken, uzanırken, ya da uyurken, seni bütünüyle gören mutlu bir dolap değilim? Neden değilim?

Franz Kafka / Milena'ya Mektuplar

Usumda bir dolap.
İki gözünde iki dünya.
Biri açılırken sonsuzluğa,
Diğeri içinde bir boşluk taşır.
Birini sen doldurursun varlığınla,
Öbürü bana aittir yokluğuyla.
Bir dolabın iki gözünde,
İki gözgü gibi gördüklerimiz.
Benim gördüğüm boşluk,
Senin gördüğün cenneti,
Hiçbir zaman lağvedememekte.
Kapılar ardısıra birbirine çarpıp,
Yok etmekte içimdeki sesleri.
Meşin bir ten.
Sessiz bir oda.
Gözgüsüz dolap.
Tutamaçsız çekmeceler,
İçinde bir iğne,
Tutup batırman için kalbime.
Usumda dolap tıngırdamaları.
Çekmeceleri çekemiyorum.
Hiç hâlim yok, anla artık.
Dolabın ikililiğinde kalıp,
Bir gözden bir göze saklanıyorum.

18 Ekim 2014 Cumartesi

Beni Hala Öldürüyorsun

Buğday tarlalarında koşuyorsun.
Güneşten daha güneş saçların,
Ellerin ışıktan daha ışık.
Ruhun, ruhuma;
Ruhumdan daha çok benzer.
Beni her geçen gün öldürüyorsun.
Sesimi kaybettim,
Seslenirken hiç durmadan sana.
Güllerin içinde açılmadan soldum.
Üzerime soğuk bir yangın düştü,
Donarak alev aldım.
Beni hâlâ öldürüyorsun.
Sonbaharın kaybolan çocuğuyum.
Ben kışın doğan,
Kış kadar üşürüm.
Donuk yüzüm bir pencereden,
Uzanmış gibi kar'a.
Geldiğim bu yer güzel değil.
Yıldızsız her gece,
Üzerime dolunay yağıyor.
Beni, benden önce öldürüyorsun.



Orda benim gibi biri seni sever mi?*



15 Ekim 2014 Çarşamba

Adem'den Havva'sına XXVII

Havva'ya;
Ayaklarım kanıyor Havva, dikenli yollardan geçtim, canım yanıyor, canımın acısı geçmiyor.
Güllere dokunamıyorum, parmaklarım kanıyor; bülbüle uzanamıyorum, ellerim ısırılıyor; balıkları tutamıyorum, su gibi akıp gidiyor.
Başının çok uzakta olduğu ve sonunu bilmediğim bu ömür, su gibi akıp gidiyor.
Cezalandırılışım sadece cennetten çıkarılış değil, bir o kadar lanetleniş.
Her lanet içinde yeni doğacak lanetleri barındırıyor.
Ben içimde seni barındırmaktayım; dünya içinde yeni dünyalar; cezalar kendisinden daha korkunç cezaları.
Şimdi melekler beni görüp dolanıyor mudur eskisi gibi Havva, affedilişin o keskin tadından mahrumum.
Benimki sonsuz gibi gözüken büyük bir yıkımın sadece ilk evresi.
Yılların sonu yok, asırların, geleceğin sonu yok; sonun sonunu göremiyorum.
Sonun sonunu bilseydim de benim için önemli olan yine senin başlangıcın olurdu.
Zamanın üzerinde bir sen varsın benim bildiğim, olgularımı mahveden.
Bilemiyorum cezamın kapsadığı coğrafyaları, yoksa tüm dünya cezadan cezaya bir geçiş midir diye düşüncelerdeyim.
Yine ellerim parmak uçlarıma kadar kanamaya devam ediyor, gelip onları tutmayacak mısın Havva; kanım, toprağa mı akacak hiç durmadan?
Kanla tuzlu su birbirine karıştı.
Doğada kimsenin eşini bulamadım; tüm eşler birbirinden ayrıydı. Sadece senle ben: iki ucuyduk güneşin, ayın, yıldızların.
Ben hâlâ düşüyorum oysa, ölüm diye bir şey varsa her gün biraz daha ölüyorum, her gün ölmeye en baştan başlıyorum.
Benim için ne ölümün sonu var ne de doğmanın. Her doğumum korkunç bir ölümün habercisi.
Ölümü korkunç kılan ise varlığı değil, senin yokluğun.
Bana ölürken bile sen gereksin Havva; soyumdan olanın diyeceği gibi; bana seni gerek seni.

Cezalarımdan daha korkunç olanı cezalarımı çekerken senin yanımda olmayışın, sen ki benim tutunduğum o elma dalısın.
XXVII

12 Ekim 2014 Pazar

Adem'den Havva'sına XXVI

Havva'ya;
Çırılçıplağım, cennetle vedalaşırken bıraktım üzerimde ne varsa, zaten yarı-çıplaktım.
Cennet, özler mi beni; benim cennetle özlediğim gibi seni?
Yeşil damarlarımın yolunu şaşırıp kalbime değil de sana yönelmesi gibi,
Ruhumun bedenimi terkedip bedeninde kendine bir yer bulması gibi,
Beyaz tenimin aklığını yitirip ânbeân senin aklığına dahil olması gibi,
Kutbumsun benim biraz da içimde barındırdığım.
Sen ki bedenimin üzerinde örtüm, aklımın çevresinde çeperim, kalbimin etrafında ağ, el ayalarımda yazılı olan rakamlarım gibisin.
Çıplaklığımı bırakıyorum geride, giyindiğim her örtü beni biraz daha aciz kılıyor.
Oysa ben çıplaklığında varlığını bulandım, giyinmekle cezalandırıldım.
Niçin gece de giyinmeye muhtaç bırakıldık Havva, oysa biz bile birbirimizi göremezken kimden saklanıyoruz?
Bu hayat, hayvanlar, bitkiler; neden hepsinden saklanıyoruz, hâlimizi anlayan neden bulunmuyor; çok mu zor insanın omuzlarında daha önce taşımadığı bir yükü bilinmeyen zamanlar boyunca taşıması; cezalandırılan sadece insan mı?
Rüyâlarımda da artık giyiniğim, ağaçlar kabuk bağlayıp giyindi, kaplumbağalar içine gömüldü, ayılar postuna büründü, herkes bir şekilde örtündü kendi bildiğince, kendine bildirildiğince.
Bedenimizi sakladığımız gibi de saklayabilseydik günahımızı, kapatabilseydik karanlık bir odaya gözükmeseydi; unuttum, cennette karanlığın olmayışını, olsa da her şeyi bilenden hiçbir şeyin saklanamayacağını.
Aydınlıkta saklanmak istiyorum, güneşin tepemde olduğu o ânda, doğunun doğusundan batının batısına, kuzeyin soğukluğundan güneyin buzulluğuna.
Saklanmak istiyorum Havva, beni kanatlarının arasında uyutur musun; yanaklarımda ak parmak uçların.
Uyursam bulamazlar beni, uykumda da gizlenirim, rüyâlarımı da örterim, sessizce çekip giderim bilineceğim her yerden.
Sonunda benim hayalimi dahi bulamazlar, cismim gibi içimden de soyutlanırım.

Günü örtmek istiyorum geceyle, Havva, üzerime örttüğüm örtü ol, ruhumu sakladığım beden.
XXVI

11 Ekim 2014 Cumartesi

Adem'den Havva'sına XXV

Havva'ya;
Narlar ağaçtan dökülmeye başladı Havva. Toprak kıpkızıl. Narlar dağlandı Havva, gönlüm gibi; yerlere serildi, ayaklar altına alındı, her yer özüne boyandı.
İlk düşen narı gördüm, ağacın en tepesinden yerin dibine düştü, tıpkı benim gibi.
Cennetin en üst katından yerin en alt katına doğru indim ben Havva, gözler üzerimdeyken.
Tüm düşüşler bir parçalanış içerir ve her yeri kana boyar.
Önce gökte süzüldü nar, sonra asılı kaldı, sonra toprağa değdi, sonra açıldı, sonra her yer kızıl.
Üzerimizden koca bir âlem geçti, kâh filler oturdu kâh akbabalar gagaladı.
Değişmiyor hiçbir zaman kanın rengi, ilk günden beri durmadan akıyor.
Bir insanın gözleri nar gibi olur mu veya bir insanın ismi 'Nar' olur mu veya bir nar tüm anlamları kendinde toplar mı?
Soyumdan gelenler soyuna 'Nar' der mi? Belki de tüm nar ağaçları soyuma intikal etmeden kurur.
Benim elimin değdiği ne varsa kuruyor, ben de öyle kuruyorum; kurumanın diğer adı benliğim.
Kuruyan benliklere inşa etmek güçtü görkemi, insan bilmediğini işleyemiyor.
Ben Âdem, bir soyun başlangıcı, bir soyun ihtişamı, bir soyu soy yapan. Eriyorum.
Eriyorum giderek bu ıssız yerlerde, soluğunu duymadığım her yerde.
Kayboluyorum kızıl nar suyunun toprağa karışıp sırra kadem bastığı yerde.
Susmak istiyorum susamıyorum, konuşmak istiyorum konuşamıyorum.
Ne yana dönsem cennetten bir sahne canlanıyor, ne yana baksam yüzünü görüyorum:
Sesini duyuyorum bazı bazı, söylesene Havva, sesini de görebilir miyim?
Yeşil yaprakların arasından bana gülümsüyorsun, nar kadar güzel avuçların. Bir narı bana avuçlarında uzatıyorsun. Alıyorum, uyuyorum.
Bir nar ağacının dibine gömün beni, her mevsim bir nar daha düşer başucuma.
Belki nar koklarım mezarımda da.
Her mevsim bir kapının çalınışı gibi mezarımın üstünü tıklatır yolunu şaşırmış bir nar.
Söylesene Havva, yolunu şaşırmamış bir narın beni bulması mümkün mü?
Üzerimde nar etkisi var, dudaklarımda nar tadı, aklımda nar, damarlarımda da.
Narla kal Havva, cennette senin nar kadar kırmızı dudakların.

Kalbime bir nar ağacı dikmişim gibi, her gün biri daha dalından kopup parçalanıyor, damarlarıma karışıyor kızıllığı.
XXV

10 Ekim 2014 Cuma

Kahverengi Gök

Ellerin gökyüzü kadar berrak mıydı,
Yönünü şaşmış bulutlar mı geçiyordu aklından,
Çözülmüş müydü dizlerinin bağı,
Başını yaslamışken kızıl lahite?
Küf kokuyordu biraz toprak,
Sular çekiliyordu tenden,
Komikleşen trajedinin içerisinde,
Kayboluyorduk adım adım.
Geçmiş koşuyor peşimizden,
Gelecek treni kaçalı çok oldu,
Kader sayfamız mühürlendiğinde,
Henüz ceninimiz düşmemişti.
İnsan her şeyden önce,
İnsan kalmakla yükümlüydü,
Her şeyden sonra da;
Kaybolmamalıydık ikisi arasında.
Yol yitip gitti,
Biraz kaybolduk şimdi.
Gözlerimde buluttan isler var,
Göremiyorum gökyüzünü,
Üzerimden kahverengi göğü çekin,
Bana yeşilimi verin.
Oysa biraz mavi olmalıydı gözlerimiz,
Bir tutam gök.

7 Ekim 2014 Salı

Bir Avuç Kül

Bıraktım kül olsun diye,
Yaşamı yarıda.
-Ben ateşin âşk için olanını severim.-
Yangınlardı saran çevreyi,
Kara isler döndürüyordu başımı;
Tek hecede düştüm çıkmaza,
Dergâhına varılacak biri hep vardır.
Kül oldum Ganj nehrine girmeden,
Tibet çok alçakta kaldı,
Başım döndü.
-Ben yüksekliğin âşkta olanını severim.-
Rahipler dolandı çevresinde mâbedin,
İçeride yalnız bir ruh vardı.
Bedenler ateşe verilmeden çok önceydi.
Henüz İskandinavya istila edilmemişti.
İçimizde yangınlar başladı.
Kor oldu ellerimiz avuçlarımız.
Susmayı seçtik biz.
Alev alev yanan bir kuş,
Önce kanatlarımız tutuştu,
Sonra gözlerimiz,
Küllerimiz gökte, sesimiz yerde.
Başımız döndü, dönedurduk.
-Ben döngülerin âşığa olanını severim.-

6 Ekim 2014 Pazartesi

Sinek Valesi

       Tenim kuraklıktan kavruluyor. Hiçbir dudak değmiyor göz bebeklerime. Sözler kulaklarıma ulaşamadan havada kayboluyor. Sesim çıkmıyor. Suskunluklar daha bir fazlalaştı sanki.
     Kıymetlimiz kayboldu. Bir yağmur damlasıydı, okyanusa karıştı, yitip gitti, yiterken bile büyüyerek. Kıymet verilen ne varsa zamanla kıymetinin üzerinde bir yer edinir kendine, bazı miraslar hiç ulaşılamadan nesilden nesile aktarılır, genetiğe kazınmıştır gizi, süregider.
       Şimdi yağmurlar başladı. Sıklaştı. Yağmur, benim için karın habercisidir. O içimi temizleyen beyaz örtünün. Üzerime yağdığında içimde bir yerlere de muhakkak ulaşan. Söylesene Sinek Valesi, ellerin neden kardan daha beyaz? Oysa karın rengi ne güzel, tertemiz, hiç bilmediğimiz bir gökyüzü gibi; yeryüzüne aksetmiş. Kara toprağı hiç bu kadar sevimli görmemiştim, sanki kar gelecek diye daha bir sevinçli. Söylesene kar, bir ben olamam sanırım seni böylesine seven?
    Kar, seni uzun uzun anlatmak istiyorum lakin yetmiyorum bunun için, yetemiyorum. Yetkinliklerimi yitirdim. Sussaydım hâlâ vakit varken veya hiç başlamasaydım... Artık çok geç. Kelimeler bir kez döküldü mü ağızdan artık kırık dökük düşmeye devam ediyor. Kalelerim düşüyor. Fikirlerim ortalığa saçıyor. Yeri göğü düşüncelerim sardı. Kaçış yollarını filozoflar tuttu. Tutsağım bu kurak vadide, fikirlerimizi kim böylesine tüketti?
       Sinek Valesi, bir adın anlamını bilmeden de ona ulaşılabilir mi? Bir yüze bakarak isme varılıp sadece seslerden yapısı çıkarılabilir mi? Kendi isimlerimizi koyabilseydik de aynı isimleri bulabilir miydik? Sözümona hiç bilmediğim bir dilden hiç bilmediğim sesler bana 'isim' olabilir miydi? Belki de adımızı biz doğarken koyduklarında tüm sesleri ortadan kaldırdılar, ayıkladılar tüm bilgileri, kelimelerin fazlalıklarını kurşun kalem silgisiyle sildiler belleğimizden. Geriye sadece tek bir isim kaldı. Dillerimize mühürleri ailelerimiz vurdu. Şimdi ebediyen bize bizden evvel bize sorulmadan konmuş isimleri taşıyacağız. -Her ne kadar tekrarlara düşsem de.-
       Gene yoruldum. Geceleri daha çok yoruluyor insan. Karanlık değil karamsar düşüncelerdir beni yoran. Umut etmeden yaşamak. Yine de sevilesidir geceler, soğuk bir sonbahar gününde üzerimizi örttüğü  için  sıcacık battaniyeler.

2 Ekim 2014 Perşembe

Kupa Kızı

       Bütün köprüler beni sana getiriyor Kupa Kızı. Yağmur yağıyor, ıslanıyorum. Islanmak için güzel bir mevsim, sırılsıklam sokaklarda gezmek için. İliklerime kadar ıslanıyorum, hasta olacağım, ateşler içinde yanacağım, yerimden kalkamayacağım, seni sayıklayacağım.
      Tüm mevsimler ıslak değildir Kupa Kızı, bazıları kuraktır. Oysa biz yağmurların en güzelinin yağdığı dönemdeyiz, kurak olamayacak kadar güzel, kurak toprakları sellerle basacak kadar.
      Bildiğim yolların hepsi bir yerde tıkanıyor. Çok da yol bilmem. Bilgim dar. Kafam dar. Yollar dar. Bana genişlik gerek. Cümleleri birbirine ekleyip sana ulaşan yazılar yazmak istiyorum, sana ulaşan yollar kelimelerimle kaplanmalı. Ayak bastığın her yer siyah-beyaz sayfalarla dolu olmalı, kalemimden sana bir köprü.
      Islanmak istiyorum. Üzerime bardaktan boşanırcasına yağsın yağmur, güneş bir ânda çekip gitsin, ben bir başıma kalayım. Yazdıklarım da benimle beraber ıslansın Kupa Kızı, sayfalardan sana elbiseler dikeyim, sen de ıslan, ıslanalım. Islanmaya ihtiyacımız var, biraz da gözyaşı dökmeye. Birbirimizi yıkasak ak-kaynaktan akan sularda.
       Kupa Kızı yoruldum ben. Köprülerim niye böylesine duraksız ilerliyor, durmak yok mu hiç? Hayır, sanılanın aksine dünya yormadı beni, ne dünya beni yoracak kadar büyük ne de yollar o kadar uzun. Ben yorulamamaktan yoruldum biraz, içimde başlayıp sonu gelmeyenlerden. Adı yok. Oysa bir isim koymalı ne varsa, isimsiz bırakmamalı. İsmini sen koy Kupa Kızı, ben yorulalı çok oldu. Hücrelerimi su bastı, yüzüyorum, yüzme bilmiyorum, boğuluyorum. Hayır, hayat doluyum. Damarlarımdan hayat taşıyor. Hayır, sevgi doluyum. Ruhum baştan başa sevgi. Hayır Kupa Kızı, işte seni seviyorum. Kupam. Senle dolu.
       Kırıldı. Kupa. Sessizce. Cam kırıklıkları ayağıma battı. Kan damlar betona. Toprak beni kabul etmedi. Sustuk karşılıklı. Konuşmaya gerek yoktu. Cümleleri kestirip attım. Kötü bir söz-terzisiyim. N'olur beni affet, sevgili kelimelerim.