18 Şubat 2016 Perşembe

Cam Parçasının Hikâyesi

Cam parçasıyım, kırılmışım;
Düşmüşüm önüne kırılganlıklarımla,
Üşümüşüm çekince elini göğsümden,
Bir kut uğruna yanıp yakılmışım.
Bir şehirmişim vakitler vakitler önce;
Bülbülün uğrak, gülün bitim yeri.
Bir şehirmişim evvelden beri,
Yûsuf kuyusunun sahibi, Yûnus balığının karnı,
Ben bir şehirmişim tüm âşıkların kutbu.
Yanmışım, yakılmışım,
Senin derdinle terk edilmişim.
Cam parçasıyım, kırılmışım.
Nehirlere serpilmiş, yolumu şaşırmışım.
Peygamber ocağında türbe yeşili,
Oğuz ilinde gök mavisi,
Âşk dehlizinde kırmızıymışım,
Saydamlaşmışım, renklerden arınmışım.
Derde soyunmuş bir derviş olup yoluna düşmüşüm;
Sevmişim,
Âşk yolunda kapına gelmişim.
Asırlarca çöllerde gezip bir cam parçasına dönmüşüm,
Erimişim, ateşler içinde yanmışım, yandırılmışım,
Âşk ateşi nedir diyenlere seni anlatmışım.
Küskünlüklerimle kapına gelmiş,
Eşiğine yüz sürüp âşkımı göğsüne urmuşum.
Ben bir cam parçasıymışım, kumdan habersiz.

14 Şubat 2016 Pazar

Çölde Çan

Çan kuleleri aklımın bir köşesinde,
Durak bilmeksizin çınlama evresinde,
Sağa sola, yana yakıla, duvarlarıma vurup,
Avuntuları sökme arefesinde.
Çölde çan kulelerinin yanından geçme emeliyle,
Yürüdüm, büyük çığlıklar vadisinde;
Senin çığlıkların mıydı her gece yüreğime vuran,
Issız yollardan geçip gelen;
Bir serap mıydı gördüğüm bilmem,
Bildiğim tüm serapların korku dolu olduğu,
İnsanın içinde saatlerce biriktirdiği.
Artık çıkmayan sesine kulak verdiğimde kalbinin,
Aforoz edilmiş duygular arasında,
Nihayetinde yadsınmış sözlerinin,
Kuru kalabalıktan fazlası değil insanın hayatına girenler.
Çölde çan dinleme vakti,
Akrepler arasında huzur,
Bir kayanın gölgesinde serapa dolanma,
İnsanın kendi kendini sarması tüm tehlikelere karşın.
Değişir zamanla bütün yüzler,
Farketmez tanımak veya tanımamak.
Çölde çan, çan seslerinde çöl ve çınlamalarda ben.

8 Şubat 2016 Pazartesi

Kırmızı Saçlı Kadın'a Mektuplar

veyahut Gülcihan'a Mektuplar
Gülcihan, ben içinde olduğum bu karmaşadan kendimi bir türlü çıkaramazken senin nasıl olup da çok uzaklarda bunları halletmiş olabildiğini anlayamıyorum ve peşinden sürüklendiğim bu efsaneler, hayatlar, kaderler, anlatılar, sözler, eylemler arasında ne yapacağımı bilemiyorum zira artık neyin gerçek ve neyin bir hülya olduğunu ve neyin başıma gelip neyin hayal gücümün bir oyunu olduğunu anlayamıyorum ve gerçekle hayal arasındaki bağım giderek daha da kopuyor ve sen bana bu süreçte hiç yardımcı olmuyorsun ve yıllar sonra bir ânda bir oğula sahip olduğunu öğrenmenin anlamını kavrayamıyorsun ama farketmiyorsun da bunun eski Yeşilçam filmlerinden bir melodram olmadığını ve beni yıllarca hep okuduğum ve gizliden gizliye kendimi hazırladığım efsaneler zincirinin içine fırlatıyorsun ve bunun içinde Ayşe bana hiç yardımcı olmadığı gibi arkamdan ağlarken işin içine maddi şeylerin de girmesiyle sanki dünyadaki yerim bir insan olmaktan çıkıp bir iş adamı olmaya doğru evriliyor ve yattığım mezarda bu beni çok rahatsız ediyor Gülcihan ve sen niye arkamdan ağıt yakmıyorsun ve niye kimse beni anmıyor bilmiyorum ama oğlumun her şeyi anlattığını söylediği o romanda bile benim ağzımla yazmış olmasına rağmen ve pek çok bilgi edinmiş olmasına rağmen benim hayatıma dair hâlâ pek çok eksik var ve bunlar hiçbir zaman tamamlanamayacak ben öldüğüm için ve bir gün cennette her şeyi anlatacağımı söylesem de cennette kimse benim söyleyeceklerimi dinleyecek kadar duraksamayacağı ve mutluluklarını bölmeyecekleri için sanki sonsuza dek susuşun içindeyim oysa ben yıllarca hep alttan alta bilerek kendimi buna harcadım ve seninle yattığımız gün aslında içinde büyüyecek şeyin farkındaydım ve aslında sen gittiğinde oğlumun yıllar sonra gelip beni bulup sana getireceğini ve sonrasında hayatım boyunca kaçtığım efsanede hangi seçimi yapmak zorunda olacağımla beni baş başa bırakacağını biliyorum ve kimse bilmiyor aslında benim Oidipus'u seçişimin anlamını ve kimse bilmiyor aslında oğluma can verişimi ve herkes sanıyor ki ben Rüstem'dim ama asla, hayır, Rüstem olabilecek güce sahipken ben bunu reddettim ve oğluma bir hayat bahşettim ki yaşadığı hayattan bambaşka zenginliklerle dolu ve ben bir kuyunun dibinde ölürken Mahmut Usta da hiç ayrılmadı yanımdan ve ben ne yapacağımı bilmez o kuyunun dibinde ölümün beni kucağına alıp götürmesini beklerken hep seni düşündüm Kırmızı Saçlı Kadın'ım ve artık görmeyen gözlerime ihtiyaç duymadan seni gördüm ruhumun açılan gediklerinden ve eğer oğlumu hapse atarlarsa ve hatta ölene dek orada tutarlarsa bile bilin ki beni öldüren benden başkası değildir ve bu tamamen benim seçimimdir çünkü ben oğluma hayat vererek sana da hayat verdim aslında Kırmızı Saçlı Kadın'ım ve soyumuz devam etsin istedim kıyamete kadar ve ne Rüstem ne de Sührab olmayı seçtik ve ne Oidipus ne de babası olduk ve biz hepsinden sıyrılarak yaşadığımız bu tuhaf coğrafyada ikisinin tam ortasında yıllarca bilinçle hazırlanarak kurgulanmış ve içime işlenmiş, kader kitabına da yazılmış bir efsane doğurduk ve bunu yazmak da benim ağzımdan oğluma düştü ve dünyanın herhangi bir yerinde insanlar bu efsaneyi okursa, sakın roman demeyin buna veya hikâye veya başka bir şey, bu olduğu gibi efsanedir çün, bilsin ki bu efsane tamamen benim içimde hayat bulmuş ve gerçekleşeceği zamanı beklemiştir, bazan kendimle baş başa kaldığım soğuk gecelerde, bazan babasızlığın bazan sensizliğin bazan eşsizliğin bazan yalnızlığın bazan kimsesizliğin ve bazan da anlamsızlığın acısını yaşarken kendimi yalnızca bu efsaneye odaklayarak dünyaya bağlandım zira zaman geçtikçe beni hayattan koparan şeylerle karşılaştım ve dünyaya her kement atışımda o kendisini bir şekilde bu boyunduruktan kurtarmaya başladı ve ben de zamanla kemendi kendi boynuma dolayıp son ilmiği atacak kişiyi, bunun özellikle oğlum olmasını istedim, bekledim ve artık çok yorgun ve bir efsaneyi gerçekleştirmenin ferahlığıyla bir kuyu dibinde yatarken, bu mezar denilen şey de bir kuyu dibinden farklı değil sonuçta, her şeyi olmasa da çok şeyi anlatan oğlumu ve seni düşünerek o soğuk gecelerdeki gibi düşüncelerim, hayallerim, umutlarımla ısınıyorum ve Gülcihan'ım, Kırmız Saçlı Kadın'ım hep seni düşünerek yaşıyorum, yaşıyorum evet zira bana ölü demeyiniz, bazan bir mezarlık kıyısında yürürken bazan minareden bağıran müezzinin sesini duyarken bazan ölümü haber veren ilanları okurken bazan ağıtları dinlerken hep o ânda ne hissedeceğimi düşünürdüm ama anladım ki canımıniçiciğim asıl korkutan şey ne ölüm ne yok oluş ne kayboluş ne bilinmezlik ne de başka bir şey, asıl korkunç olan ister sonsuza dek olsun ister bir süre için, senden ayrı kalış, senden ayrı kalmaktır beni korkutan yegane şey Kırmızı Saçlı Kadın'ım ve bil isterim ki, ilk âşkım, ilk göz ağrım, ilk yangını yüreğimin, ben bu hayatta yalnız seni sevdim, yalnız seni, seni ve izin vermedim senin Sührab'ın annesi gibi oğlunun başında ağıtlar yakmana ve sana da hayat verdim biraz, oğluma da, kendi hayatımdan kopararak, türeterek, çoğaltarak ve unutma Gülcihan'ım, ben yalnız seni sevdim, soğuk kış geceleri gibi kar yağan.
Abdullahcem
#KırmızıSaçlıKadın

7 Şubat 2016 Pazar

Âşkın Değişmeyen Tarihi, Yazarak Değil Okuyarak Anlatma: Stephen Daldry'nin "Okuyucu" Filmi Üzerine

Âşkın Değişmeyen Tarihi, Yazarak Değil Okuyarak Anlatma:
Stephen Daldry'nin "Okuyucu" Filmi Üzerine

Ralph Fiennes. Kate Winslet. Biri Titanic'in biri İngiliz Hasta'nın iki önemli karakteri. İkisinden inşa edilmiş bir film. Yönetmen Stephen Daldry. Bernhard Schlink'in romanından uyarlama.
Film, on beş yaşındaki bir çocuk ile otuz beş yaşındaki bir kadının âşkları üzerinden gelişen olaylar silsilesi üzerine kurgulanmış. Her ne şart altında olursa olsun çocuğun âşkının solmayışı, bâki kalışı, engelleri o küçük yüreğiyle aşışı üzerine de kurulu gibi, bana göre. Film boyunca Hanna'nın yüzünden hiç silinmeyen acı tablolaşmış gibidir. Hanna denince akla hemen acı çeken yüz hatları gelir. Buna karşılık acının asıl sızdığı yürek Michael'ınkidir. Bir çocuğun yüreğine girmiş acı her zaman yetişkininkinden daha tesirlidir ve etkisi çok daha sarsıcıdır. Bunda duyguların çocukluktaki saflığının etkisi ön plandadır elbette.
Âşk için yazma isteğiyle yazıyorum bu yazıyı. Bir film eleştirisinden veya denemesinden çok âşk için yazıyorum. Âşkın vazgeçilemezliği için, Ralph Fiennes ve aslında olayın anlamı üzerine ve tüm bunlar için.
Benim için Kate Winslet'in yüzünün en anlamlı olduğu filmdi. Yapısındaki olgunluğun tüm hâlleriyle aksettiği yapımdı. Titanic'teki o toy genç kızın üzerine zamanla muhteşem bir anlam katmanı inşa edilmiş gibiydi. Yüzündeki ifade acıdan kedere, mutsuzluğa, hüsrana kadar pek çok şeyi çağrıştırdı bende. Tüm bunlardan sıyrılamadım. Hanna Schmitz'in yüzünü her görüşümde içimde kan akıtan pınarın başında duran varlığı hissettim. Her âşk acı veriyorsa eğer, bu âşk da acı verdi bana, içinde olmasam da hissettirdikleriyle. Eğer filmin amacını bu duyguyu hissettirmek olarak tanımlarsak başarıya ulaştığını söylemek de mümkün. Diğer bir çok âşk filminden farklı olarak standart bir ilerleme yok. Beni çeken de bu sanırım. Rollerin gücü ortaya çıkmış, âşkın gölgesinde kalarak. Her şey âşkın çemberinde dolanıp durmuş, donmuş.
Filmde en çok öne çıkan husus tabii ki Kate Winslet'in performansıdır. Tüm coşkunluğuyla rolünün içindedir Winslet. Gerçekten yaşanmışlık duygusunu izleyiciye sunabilmeyi başarmış durumda. Onun bu performansı bir ânda filmi de yukarıya taşıyor. En önemli unsur bu film için, denebilir.
Michael Berg. Âşkı yaşamak için kaç yaşında olmak gerek veya böyle bir sınır çizilebilir mi veya neden âşkta bir taraf diğerinden her zaman daha ağır basar veya neden hep erkektir (yoğunlukla) bu acıyı taşıyan ve neden hep terkedilendir veya neden hep bir acı yerleşmelidir âşığın yüreğine veya mutlu âşk yok mudur veya âşk platonikliği daha ağır basan bir şey midir veya yaşın büyümesi âşkın büyümesiyle neden örtüşmez?
İnsan, hayatıyla örtüşen şeyleri daha çok seviyor mutlak olarak. Hayatıyla ne kadar çok kesişen nokta görürse bir şeyde, ona o kadar daha fazla yönelir. Belki de bu filme bu kadar yönelişimin, anlamlandırışımın nedeni budur. Ki, itirafla beraber, bu. "Okuyucu" bir filmin üzerine çıktı benim içimde. Çok daha derinlerine dokundu içimin. Ki, bu sır. Ben'çin.
Âşk için yazmak istiyorum ama bunu bir türlü başaramıyorum. Çünkü tüm anlam katmanlarının tam olarak açılmasına karşıyım, ortaya dökülmesine, teşhir masasına yatırılmasına.
Âşkın değişmeyen tarihi. Çünkü âşkta tüm koşullar değişmekle beraber her zaman bâki kalan noktalar da vardır. Kim olursa olsun bu böyledir. Her zaman, kör tarih boyunca yaşlar, boylar, zenginlikler, sınıflar, fizikler, dinler, diller değişir durur. Bâki olan insanın kendisidir. Âşk, kolay bir hâl değildir. Bunun için de çok az kimseye nasip olur ve genellikle bu 'nasipliği' yaşayan insan da bir daha hayata tutunamaz. Âşk, hayattan kopuştaki anlamdır. Boyut atlamayı beraberinde getirir çünkü ve bir kez başka bir boyuta geçen kişi orada çok az kişinin olduğunu gördüğünden artık yalnızlığa doğru sürüklenir. Geri de dönemez, bir kez ilerleyen arkasına dönüp bakamaz. Bu yüzden çok terk edilmiştir âşk yolu. Bu yüzden çok zorlu ve anlamlıdır.
Herkes kırık dökük de olsa bir âşk hikâyesi vardır. Bu her zaman âşk değildir elbet ancak adlandırılışı bu şekildedir. Bu nedenle giderek daha da basitleşmiş ve zamanla anlamını kaybetmiştir, âşık oldum, cümlesi de. Bu nedenle modern zamanda daha da fazla olarak âşk dile getirilmemesi gereken bir şeye dönüşmüştür benim için. Onu ifade etmeye yeni yollar gerek, yeni diller, yeni sözler. Zamanın her şeyi eskittiği bu fâni hayatta âşk için yeni benlikler gerek. Bu yüzden anlamlandırılış değişmelidir insanoğlu için. 'Anlamlandırma' kelimesini de ne çok seviyorum, belki de içindeki 'a' harfinin çokluğundan belki de kelimenin güzelliğinden. Bazen bazı harfleri özellikle sevdiğimi düşünüyorum.
Modern zamanın içinde âşk giderek anlamından soyunan, soyutlaşan bir durum olarak insanın karşısına çıkmaktadır. Eski çağlarda âşkın somut ifadesi olan pek çok durum artık nostaljiden daha fazlası değil. İnsan, gerek kişisel tecrübeleriyle gerekse duyduklarıyla âşkın artık ne kadar ölgün bir şey olduğunu kavrıyor. Yine de geniş halk kitleleri tüm anlamları öldürüyor. Âşkın insanın elinde can çekiştiğini kimse göremiyor.
Terk ediliş kaçınılmazlığıdır insan yaşamının. Hayat bunlarla doludur. Bazılarının hayatına daha fazla yitiriş konulur Yaratan tarafından, tek mevzu bu. Michael Berg'in yaşadığı da buydu tam olarak. Sevmek ne kadar anlamlı olursa olsun, sevilmek aynı düzeyde olmadığı sürece, ki olamaz hiçbir zaman, acıyı beraberinde getirir. Hanna Schmitz'in yaptığındaki anlama gelirsek. Kendinden başka hiç kimse tam olarak tarif edemez belki de bunu. Veya ben anlamıyorum hiçbir şeyi. Düşüncem o ki hep terk etmek zorundadır kadın erkeği. Genlere işlemiş bir miras gibi aktarılıyor bu. Her taraf bunlarla dolu. Oysa sadece çok azı gerçek.
Homeros; İlyada, Odysseus. Kitaplığımın en anlamlı kitaplarından. Herodot; Tarih: eksik bir tek. O bir başka filmden. Ruhumu yaralayan ve oraya bilinmez acıların tohumu diken. Artık Homer daha da anlamlı oldu benim için. İlham perileri daha bir farklı, bir kat daha anlama bulanmış durumdalar. Okumak. Hiç durmadan. Okumak ve kaydetmek. Oysa sesim çok kötü, ki sesim yok hatta. Okuyacak kimsem de yok, belki de hiç olmadı. O yüzden her şey yarım tam ortasından, kıyısından köşesinden değil. Hayatımın yaşamadığım büyük bölümü kayıp. Ruhumun da. Cennetimin de. Her şeyin büyük parçası kayıp. İçimin de.
Daha fazla yazamayacağım. Tüm anlamlar içimde kalsın. İfade de edilemiyor ve ne kadar çok âşk konusunda konuşmak istesem de içimdeki hiçbir zaman dışımdakiyle örtüşmüyor. Tam olarak ifade edilemeyen şeyler de acı veriyor. Ne çok acı veriyor sanki her şey. İnsan bazen bunu algılayamıyor. Her şey acı vermek üzerine kurulu sanki. Oysa değil. Yine de yüzündeki anlamı çok seviyorum Hanna Schmitz ve içinde hapsolan acıyı duyumsuyorum Michael Berg. Çok güzelsin Hanna, bu dünyaya fazla gelecek kadar ve anlamlı yüzün, tanıdığım bütün yüzlerden ve gerçeksin, tanıdığım herkesten, ki çok az insan tanıdım hayatımda, belki de kendimden başka hiç, ki kendimin de henüz dokunulmamış vadileri var.
Çok güzelsin Hanna, anlatamayacağım kadar çok ve başında duruyorsun içimde akıp duran âşk pınarının başında.








5 Şubat 2016 Cuma

Düş Gezgini / Kuyumcu

Kuyumcu kuyumcu dolaşıyordum,
Portakal kokulu elbiseler içinde,
Sana layık bir şiir bulabilmek için.

Bir düş gezgini olup çıkmıştım bilmediğim haritalara bakarken.
Kalemin mürekkebinden haritaya damlayan her noktaya,
Yeni şehirler inşa edip adını verdim.
Ada, kaçınılmaz bir ada içinden çıkılamayan:
Zindan, hapis, yoksun kalış; bu hayat.
Bir düş gezgini olup çıktım sonunda rüyâmda görünce seni.
Yollar, gidildikçe çoğaldı;
Hiç tükenmedi ben sildikçe umutlar.
Dört nala koşan atların kuyruklarına bağladım kara sevdamı,
Daldan dala konan kuşların bakire kanatlarına
ve kelebeklerin ölümlü nefeslerine.

Hiç ayak basmadığım bir ada, yüreğin.
Karada boğulmuş bir kaptanım ben, geceleyin.
Veba gibi yayılmakta göğsüme özlemin ve kayıp,
Doğarken kaybolan benliğim, yapbozumun bir parçası,
Hep sende kaldı, hep eksik kaldı, kayıp,
Özlemin göğsüme yayılmakta gibi veba.
Bir düş gezgini, düşünün peşinde.

Akbabalar arasında dört yanım çölle çevrili,
Su, diye inliyorum kendimden geçmiş,
Seraplar içinde seraba yatmış bir haldeyim belirsiz,
Söz söyler miyim hiç sensiz;
Sen, diye işitiyor kulaklarım kendinden geçmiş,
Akrepler arasındayım dört yanım kuraklıkla çevrili.

Bir kuyumcu arıyorum yüreğimi bozduracağım,
Sana sunmam gerek kendimi,
Bir gün olsun teninde uyuyacağım.

15.1.16

3 Şubat 2016 Çarşamba

Havari

Dur ve diril gerildiğin haçın içinde,
İhanet kokan tenini yıka: Yahuda
ve Petrus: İnkâr et beni üç kere;
Bir, iki ve üç; ötsün susmamacasına horoz.
Erguvan ağacının her dalında bir ceset,
Kıyamet ağacı verir meyvesini,
Güneş diz çöker önünde ve ister affını,
Sensiz geçen günleri aydınlatmanın bedelini.
Ben bir havari, ben bir havari;
Havarilere karışmamış;
Ben bir söz dilencisi, ben bir söz dilencisi;
Şâirlere karışmamış.
Öder Yahuda misali vuslatın kalanını,
Birikmiş borçlar getirdim ayaklarına.
İnşa etti kayanın üstüne tamahkâr sapık,
Yol almak ister karada gemi yapıp,
Dirilişten önce ölümün gerektiğini unutup,
Diller döker, kabul olmayan tövbesi, ölüm kokar teni.
İnkâr et beni ve ikrar et beni.
Sözlerim hak, çarpıtılmış.
Havariler öldü kendinden evvel, kentten,
Acı ihaneti tatmak, görmek gökyüzünden.
Acı, çığlıkların gözden süzülen yaşa karışması acı,
Vurulu, ağacın boynu vurulu.
-Her günün sonu karanlık.-
Göğe ağdın benimle, ihanet seninle.
Kaçamazsın, dur durak bilmeden bakarsın,
Yahuda söyler türkünü, sen susarsın.
Parçalandı kayan, toprağa karıştı şaton;
Yerle yeksan oldu Kudüs ve Şam kapaklandı sana.
Meryem'i de öldürdüler seninle, sençün,
Ölüm yıkar mı toprağını?

Ben bir havari, ben bir havari,
Havarilere karışmamış;
Ben bir söz dilencisi, ben bir söz dilencisi,
Şâirlere karışmamış.

2 Şubat 2016 Salı

Put

Lât dinle beni, kop dikildiğin kuleden,
Benim huzurda bulunduğum sîneden;
Lât söyle bana, asırlardır sustuğun dilden,
Hangi ölüm gerçek, hangisi yalan?

Mennan, aç ruhumun kafesini,
Bir dua kopuyor, kes ellerini;
Mennan, tut hayatın son nefesini,
Hangi ben gerçek, hangi sen yalan?

Alevler içinde görüyorum kendimi,
Buz tutmuş sözler, kendimin;
Putlaşmış tenimi görüyorum.

Ayaklarım altına serili kum kilim,
Griye çalmış cansız dilim;
Ölüm, bin renkli, tavus.

22.12.15