28 Ağustos 2014 Perşembe

Güneş Gözlü Çocuklar Doğacak

Güneş gözlü çocuklar doğacak,
Güneş henüz ölmemiş olacak.
İçimizde umut yeşerecek.
Dünya, dünya olacak belki de.

Sözlerin içinden, sesler ayıklanacak;
Kelimeler boğazlarda tıkanmayacak.

Güneş gözlü çocuklar doğacak,
İçlerinde umut diye bir şey.
Belki bir tutam sevgiyi içecekler,
Kızıl güneş ışıklarını içer gibi.

Yol aydınlık, söz aydınlık olacak;
Aydınlığa karanlık işlemeyecek.

Güneş gözlü çocuklar doğacak,
Güneşin doğduğu saatte.
Güneş sönmüş olacak, biraz da,
Gecenin hükmü dinlenmeyecek.

Beyaz defterlerin siyah yazısı silinecek,
Güneş gözlü çocuk, sevilecek.

26 Ağustos 2014 Salı

İşte Bunlar Hep Sevmekten

"Canım titredi; özledim, solgunum."
Süreyya Berfe



Özlemek, elle tutulamayan bir şeyi.
Kuş tüyü kadar hafif,
Denize düşen bir balık kadar ağır,
Özlemek akla her ne geliyorsa.

Özlemek, dünyanın bir ucundaki,
Bir hüdhüd kuşunun cıvıldamasını.
Özlemek belki hiç hesaba katılmayan,
Biriken sevdaların neticesiydi.

Solgunken tenim bir fanusa hapsoldu.
Cam içinde cam gibiydi bedenim.
Her yer şeffaf, tek bir yerde koyuluk,
Kalbim kırmızı perdeler arasında.

İpek kumaşlara sardık sevgimizi,
Altın çeperli güneşlere.
Atar damarımızla yön verdik ona,
Kimsenin görmediği ruhumuzda.

Özlemek, kokusu cennet olan bir şeyi,
Sesi, çağlayan şelaleler gibi doruk.
Bilmek, yazgının her ânında sevgilinin oluşunu;
Sevmek, ona 'sevgili' dendiği için.

İşte bunlar, hep -çok- sevmekten.

24 Ağustos 2014 Pazar

Kara Yumak

Yenilmedik ki biz geceye.
Gece, gündüzle sonlanacak.
Tüm umutlar yeşerir bir gün.

Yenilmezsen geceye,
Kargaları kovarsan başucundan,
Siyaha boyanmamışsa henüz yüzün,
Bir güneş vardır sabah seni bekleyen.
Öyle derdi büyükler, ölmeden evvel.

Sustuysam geceden korktuğumdan.
Bilirim gece gelmez beklenen.
Gündüz getirir tüm mektupları.

Bir yumağa dolana dolana ilerliyoruz.
Karadan başka renk yok;
Kömür karası, ömür karası, hasret karası.
Gece yalnızca günahkârlar konuşur,
Birde kızıl kıyamet sevişenler.

Geceye yenilişimizin sonu yok,
Gecenin bir sonu olmadığından.
Biz sonlu dünyanın sonu bilinmeyen yaratılmışları.

Benim bir adım da Siyah Yumak

23 Ağustos 2014 Cumartesi

İç İçe Geçen Modern Korkuyla İlkel Sevgi

       İsimlerin değişmesi var olan o büyük duygunun değişmesi anlamına gelmiyordu. Nitekim Felice ile Milena hemen hemen ayn kişiydiler. Zamanın kendine dair yeni kurallar koyması ve insanın bu mecburiyetlere uyma zorunluluğu; aslında her zaman ortadan kaldırılabilecek olan yükümlülükler.
       Kafka gibi sevmek diye bir şey varsa eğer, bunun içinde yer alan en önemli -belki de tek- şey korkudur. Saf bir korku; neye dair olduğu ve niye olduğu bilinmeyen. Küçüklükten beri insanın içinde yer eden ve herhangi bir şekilde temeli tespit edilemeyen bir korku. Benim içimde ise daha çok kaybetmenin getirdiği, kaybedebilmenin getirdiği, kaybettiklerimin getirdiği, kaybedeceklerimin getireceği, kaybolanların yerini tutan, yerini tuttuğu şeyleri hiçbir vakit unutturmayan ve böyle böyle devam eden bir korku. -Saf korkuyu bazen gölgeleyen korku.-
       İnsan korkunun içinde kendine bir yer bulabilir mi, diye sormaya başladığım ân aslında insanın korkunun kendisi olduğunu anladığım ândır. İnsan gittiği yere korkuyu da götürüyor. Korkuyu, ne pahasına olursa olsun, yaptığı işin içine yerleştiriyor. 
       Şimdi içimde medeniyetin getirdiği korku var. -Balkonuma bir uçağın iniş yapması, odama bir geminin yanaşması, bir trenin yatağımın üzerinden geçmesi ve yolcu dolu bir otobüsün salonumda yolcu indirmesi korkusu. Eski korkularım yetmezmiş gibi.- Medeniyet, benim için korku dolu dönemlerden ibaret. İlkel korkularıma eklenen modern korkular. 
       Tüm çağlar boyunca babadan oğula ve anadan kıza geçen korku, bulaşıcı hastalık gibi her hücremizi istila ediyor. Korkuların hiçbir şeyden korkmamasının neticesi olarak zamanla kendimizi ona teslim ediyoruz, ruhlarını kazanmak için kendilerini tapınak rahiplerine emanet edip boğazlanmayı bekleyen o Aztekli insanlar gibi. Yalnızca tek fark olarak, bizim boğazımızın kesilmesi sırasında kan akmıyor, içimizde olup bitiyor. Bu da canımızı daha fazla yakıyor, çünkü eğer kanımız aksaydı, eğer gözlerimizden korkumuzu gösterebilseydik içimizde bir yerlerde huzuru bulabilecektik. Bizimle olan korku huzurumuzu da kendi huzurunda kabul etti ve onu alıkoydu.
       Şimdi isimler değişse de; Felice, Milena olsa da geriye sadece sevgi kalıyor. Tek bir kişiye duyulan ve duyulabilecek sevgi. Sevgi de biraz korku içeriyor. Tüm bağlanmalar içinde biraz korkuyu barındırır. Bazıları bilmez ama kaybetmekten korkmak diye bir şey var; tüm korkuların üzerinde.
       Korkularım zamana ayak uydurdu, varlığına varlık kattı; oysa sevgim hâlâ ilkel. İlk günkü gibi, öğretildiği gibi. Sadece tek bir varlığa dönük, tek bir kaynağa. Sevgilerim ilkel, doğumumdan beri, insanlığın doğuşundan beri; başka her şeyin üzerinde olabilecek kadar. İlkellik, sahip olduğum en güzel şeylerden, elimden hiç alınmamış. Modern korkularımla ilkel sevgim şimdi iç içe geçti. -Severken korkmak, korkarak sevmek.- -Bağlılık ve bağımlılık.-

22 Ağustos 2014 Cuma

Gönlümün Prag'ında Yaşayamamak

      Prag'da veya herhangi bir yerde yaşayamamak, çünkü hiçbir yere ait olmamak ve bunun bilincinde olmak. İstanbul ile Prag arasında ki şey nedir bilmiyorum, şehirlerin insanlar üzerindeki etkisini görüyorum. Giderek yükselen binaların altında kalan insanlar, sıvası kan karıştırılarak yapılan inşaatlar. Bir şehir inşa edilirken bir halkın onun altına gömülmesi, temel olarak -insanı temel almak sadece bunu karşılıyor-.
      İstanbul'da yaşayamamak, binaların arasında kaybolmak, beceriksizce dizilmiş tuğlaların beceriksizce dökülmüş betonun ve beceriksizce hazırlanmış mezarlığımızın içerisinde bulunmak. İnsan, öldüğü yere defnedilecek, o gün gelecek, defnedecek kimse de kalmayacak. Tüm şehirler tek bir şehir olacak, bir isimden yoksun.
       Ölü bedenler için tüm şehirler birdir, dünya tek bir kıtadır. Denizlerin sesi, kuşların cıvıltısı, balıkların nefes alışverişi, ulaşmaz bir ölüye. İnsan, ölümünden beri bir şehrin esiridir, kalkıp gidemez, kalsa da nefes alamaz, susayamaz, konuşamaz ve var olamaz. Prag veya İstanbul, arada keskin bir fark yoktur, ölüm her yerde aynı.
       Prag'da Kafka olmakla İstanbul'da Abdullah olmak, belki bir başka coğrafya içinde bir başkası olmak; isimlerin silinip sadece hislerin kalması, boğulmak, boğdurulmak, boğazlanmak. Şehirler birbirine giderek daha fazla yaklaşıyor, oysa insanlar birbirinden daha da fazla kaçıyor. Kaçan insanlar ve kovalayan şehirler. Hızlanan trenler ile yavaşlayan insanlar; ray üzerinde akıp giden su misali, toprak üzerinde sürünen kaplumbağa misali.
    Gönlümün Prag'ında ben de yaşayamıyorum. Herhangi bir yerde yaşamaya dair bir belirti de duyumsayamıyorum. Yaşamak için gerekli şartları karşılayacak durumda da değilim, ölmek için ise sanırım henüz vakit dolmadı. Zaten hayat da bir süre sonra bir şeylerin vaktinin dolmasını beklemekten başka bir şey değildir, bunu en iyi yaşlılar bilir. Zaten hayat da bir süre önce bir şeylerin vaktinin dolmasını beklemek değil, o şeyin kendisini bir ân önce gerçekleştirmektir, bunu da en iyi çocuklar bilir. Hangisi daha hayat dolu?
       Prag, İstanbul veya herhangi bir yerde yaşayamamak. Gönlümün Prag'ını düşlemek. İstanbul'u yıkıp yeniden inşa etmek, belki o zaman ruhum gerçek huzuru bulacaktır. Şimdi betonlar arasında mezarımda dönüp duruyorum. -Benim mezarımın üzerine elma ağacı yerine gökdelen diktiler.- Bu yüksek binalar sadece gökyüzümü kapatıyor, içim daha önce kapanmıştı. Beni karanlıkta bıraktılar, aydınlığı sevenler. Ben, gönlümün Prag'ında da yaşayamıyorum.

Kafka Gibi Gece Yazmak, Gecelerce Yazmak

       Sadece uykunun ağırlığının olduğu, hayatın umarsanmayıp yarı-ölümün yakın olduğu bir saatte yazmak. Uyumak biraz ölmekse eğer bu saatte yazmak da biraz ölümle aynı ortamda yazmaktır. Beni ölümle bir odaya kilitlemişler, şimdi birbirimizin gözünün içerisine bakarak yazıyoruz. Bu arada ölümün gözlerinin içinde herhangi bir renk yok, benim gözlerimin rengi de onun gözlerinin içinde yok oluyor -yok etmek en sevdiği işmiş gibi-. Anlaşılan ölüm kahverengiyi de sevmiyor.
      Uykunun sesinde pürüz yok, titreme yok, tümsekler veya yükselişler yok, stabil. Kimsenin sesinin olmayışı ve kimsenin bilerek veya bilmeyerek rahatsız etmemesi, yazan parmaklarıma dokunamaması ve kendi yoğunluğunda kaybolan zihnime herhangi bir müdahalede bulunamaması yazmamı kolaylaştırıyor -aslında kolaylaştırmıyor ama daha önceki zorluğun bir kısmını ortadan kaldırıyor; aslında yazmak omuzlarımda taşıdığım çok ağır bir yük, gece bu yükün bir kısmını omuzlarımdan alarak taşımama yardım ediyor-.
      Gece yazmanın bedeli olarak gündüzün bir kısmını hibe etmek ve güneşi daha az görmek, buna karşın yıldızları daha fazla kucaklayabilmek, her ne kadar onlar bulutların arkasına saklanmayı yeğlese de. Gecenin renklerin belirginliklerini öldürdüğünden olsa gerek -gece doğan hiçbir şey yoktur aslında, gece sadece ölüm vardır ve ölüm her şeyi kucaklar- sadece siyah ve lacivert var, birde arada ne varsa. Baktığım her ne var ise koyulaşıyor.
      Halının üzerinde ki bütün desenler silikleşti, yılan gibi kıvrılan çizgiler görüyorum sadece -bir bakıma onların yılan olmadıklarının da bir garantisi yok-. Duvarlarda ton ton gölgeler, neye ait olduğunu kestiremediğim. Vitrinlerin camlarından yansıyan bulanık görüntüler; katiller, hırsızlar, caniler... Belki de ne olduğunu bilemediğim bu görüntüler gece kitaplardan fırlayan kahramanlardır. Belki de Kafka'nın hayaleti beni kontrole gelmiştir, belki diye bir şey yoktur, bu kesinlikle bizim sessiz konuşmamızın gölgeler üzerindeki iz düşümünden başka bir şey değil. Her iletişim sese dayanmaz, bazıları hissedilir.
       Kafka gibi gece yazmak ve gecelerce yazmak, zamanı tersine çevirmektir. Gündüzlerin gece oluşu ve gecenin gündüz. Ay'ın güneş olduğunu, güneşin de ay olduğunu kabul ediş. Gece havanın daha açık olup gündüz kapandığını, gecenin ısınırken gündünüz soğuduğunu söylemektir; gece aydınlıktan gözlerin kamaşırken gündüz ışığa ihtiyaç duymak. Gece ile gündüzün yer değiştirmesidir; gece yazmak. Yazmak ve yazmak; hiç söylemeden, söylenecek her şeyi bir akrebin kurbağaya zehrini akıtışı gibi mürekkebin damlayarak kâğıda aktarması. Biraz da başucunda Kafka'nın belirmesiyle, -arada bir Felice, biraz da Milena- onun kontrolünde ama yine de biraz ondan kaçırarak yazmak. Yazmak, yazmayı severek. Yazmak, haftalarca hiçbir şey bilmeden, günlerin isimlerini hafızada tutamayarak, takvim yapraklarını koparmaya üşenerek.
       Bir fotoğrafın sessizce kuşatan bakışları, biraz lambadan biraz da gökyüzünden yansıyan ışık, yarı aralık ve arada bir gıcırdayan kapı ve bir de böcek.



21 Ağustos 2014 Perşembe

Arwen'e Mektuplar

      Sevgi, büyük fedakârlıkların içerisinden başını uzatıyor. Bir şeyi göstermenin, altını çizmenin en iyi yolu onu eyleme dönüştürmek, sözcüklerin anlamlarını da göstermek. Bazı sözler sadece söylenmek için vardır, bazıları ise yaşamak; sevgi ise hepsinden üstün, sadece yaşatmak.
       Bir ânda sonsuzluktan vazgeçiş sonlu yaşamda kendisini gösteriyor. Sonsuzluğun içerisine sığan son, biraz da sevginin içerisine sığan merhamet, şefkat, ilgi, kaybetmeye dair korkudur. Sevgili geldiğinde insan sonu, sonsuzluk için vermeli. Şüphesiz ki sevginin içerisinde var olan şeydir bu.
       Tüm cümleler aslında tek bir cümle olabilmek için mücadele ediyor, her şey tek bir şey olmak istiyor. Ben de en çok sen olmak istiyorum Arwen, senin bir parçan hâline gelmek; yürüğünde benim ayaklarımla yürümeni, dokunduğunda benim ellerimle dokunmanı, gördüğünde benim gözlerimle görmeni istiyorum. Ben giderek daha da çok sen olmak istiyorum, senden daha çok sen. Öyle bir sen ki; seni, senin dışında bırakmış, senin bile anlamadığın bir biçimde sen olmuş.
     Arwen, bir kelime mantığı, anlamı, zekâyı, kalbi, dili, lisanı delip geçiyor; ne olduğunu hiç bilmeden kendisinden fazla bir şey oluyor; hangi lisandan gelirse gelsin o insanın içine yerleşiyor. Kan, yabancı bir maddeyi kabul etmez; demek ki bu durum da öyle; bu kelime o kadar insanın kendisine ait ki dil de onu reddetmiyor, hemencecik yerleşiyor. Bazı kelimelerin ait olduğu bir dil yoktur, o bütün dillerde vardır ve bütün dillerde en güzel anlamlara maliktir.
    Arwen diyince duraksıyorum, güzel kelimeler duraksatır beni böyle, insan güzel bir çiçek gördüğünde durup bakmalıdır ona, yanına oturup seyretmeli, elini uzatıp dokunmalı, yüzünü değdirip koklamalı. İnsan, bir mucize gördüğünde onun içinde olmalı, yaşamalı. Mucizeleri dinlemek etkilidir, içerisinde olmak ise bambaşkadır; işte Arwen, senin için tasvir edebileceğim şey tam olarak budur. Sen benim için ve benim içimde bir mucizenin ta kendisisin.
      Arwen'e bir mektup bu, sevgiye dair tek bir ân için sonsuza dek yaşanacak bir acıyı kabul ediş, hiç kimsenin kabul etmediği ve herkesin kaçtığı. Uzun bir mektup bu, bazı mektupların sonu hiçbir zaman yazılmamalı, kalem elden hiç düşmemeli ve dil hiç susmazken yürek şiddetini daima arttırmalı, ta ki bir tayın yüreği çatlayana kadar hızlanışı gibi. İnsan da ruhu çatlayana kadar sevmeli, giderek çoğalarak.

       Aragorn
       İçimde ki -içinde ki- Aragorn.



19 Ağustos 2014 Salı

Göç: Göğün Üstünden Yerin Dibine

Bir gün ben de gideceğim.
Ardımda güzel bir şey belki.
Bir mendile sarsınlar beni.
Kara kışta gömsünler, doğumum gibi.
Kışın beyaz örtüsünü yarsınlar,
Siyah toprağı bulsunlar,
Beni kendi varlığıma sunsunlar.

Gideceğim ben de bir gün.
Arkamda sessizlik, belki bir de dolunay.
Gökyüzünde yıldız olmayacak.
Karanlık sever beni, ışığı söndürecek.
Kimse ışığı yakayım mı, diye sormayacak.
Sessizce gideceğim,
Belki kendime de duyurmadan.
Benimki bir hayattan bir hayata göç,
Acı içinde acı içeren.

Göç yolunda öldürdüler kuşları,
Hiçbiri varmak istedikleri yere varamadı.
Kanatları bulutlara değil toprağa değdi.
Tek tek avlandı hepsi,
Bizim de yüreklerimiz avlanırken.
Göç, sonumuzu getirdi bizim, biraz.
Şimdi bizim bir adımız da 'toprak'.

Kırılma Noktası

     Bir kez kırılmaya başlayınca un ufak oluyor insan. Yine de her şey tek bir kırılmadan ibarettir, ilk kırılmanın ardındakiler sadece ardıçlardır. Bir kez yıkılma başladıysa ardıçlar sadece ilk kırılmayı tekrarlar.
       Tek bir kırılmadır tüm hayatların ömür-dönümü. Hiçbir şey eskisi gibi olmuyor, kırılınca eski diye bir şey kalmıyor, yeni bir şey de eklenmiyor. Kapısı olmayan dört duvarın içerisinde yaşamaktan farklı değil, basık tavan, sessiz ve ışıksız bir ortam. Bu arada, ne zamandan beri mağaralara değil de odalara hapsediyoruz kendimizi? Kaç yüzyıl geçti üzerinden? Niye ilk günkü kadar yakıcı tüm kırılganlıklarımız?
      Bir kırılma noktası atlattım ben, bir kırılma noktası atlatır herkes. Başka da bir kırılma noktası olmaz, hayat tek bir ândan ibaret, o ânı yaşamaktan. Aslında bir kırılma noktası atlatamadım ben, esir kaldım, kırılma noktasındayım, kırılıyorum. Tutunduğumuz şeyde kırılıyoruz. Hayatımız bir kırılma noktasından ibaret.
       Ardıç kırılma diye bir şey varsa bence o da ilkinin hatırlatılmasıdır; yeni kırılmalar diye bir şey olamaz, ilk kırılma yeterince güçlüyse. Bu kırılmadan sonra insan sadece kırılmanın kendisine tutunabiliyor, uzanan tüm eller bu kırılmaya ait. Bazı şeylerin vefakâr olduğu su götürmez bir gerçek, tüm kırılganlıklar da vefalıdır, insanın peşini bırakmaz, belki bu da güzel bir şeydir, sürekli kendini hatırlatan şeyler.
     Ben bir kırılma noktasında durmuş tüm bu ne olduğunu bilmediğim şeylerin sonlanmasını bekliyorum. Sonlandıracak güçten yoksunum, ben herhangi bir güçten yoksun olanlardanım. Kırılma noktam, hayatım, kırıldıkça kırılıyor, ardıçlar çok etkili, içimde kırılmayan bir yer kalmadı.
       Göğsümde dört nala at koşturan ve her şeyi yakıp yıkan Cengiz Han'lar var.

17 Ağustos 2014 Pazar

Perdesiz Gökyüzü

Perde yok gökyüzünde.
Yıldızlar lacivert ipekten bir halı.
Basmak üzereyim üzerlerine.
Sivri uçları beyaz yıldızların,
Kanatıyor ayaklarımı.
Ay, istese de yüzünü çeviremiyor.
Yüzü geniş, ufku seziş.
Benden kaçtıkça bana yakalanıyor.
Perdesiz gökyüzü cam gibi,
Berrak.
Kim indirdi perdeleri gözlerime?
Gözlerimden yıldızların ışığı çekildi.
Hangi torbaya sakladılar sizi,
Ey yıldızlar?
Işığı karanlık hapsedemez.
Güneş, torbaya sığdırılamaz.
Tüm perdeleri kaldırılmalı göklerin.
Işığın tüm renkleri özgür kalmalı.
Perdesiz gökyüzünde bir ömür,
Yıldızların dansı seyredilmeli,
Ay Dede'nin alkışları.

Ruhuma Sivas'ta ilham olan şeylerden.

15 Ağustos 2014 Cuma

Benim İçimde Benden Başkası

"Biliyorsun ki kendi kendime konuşmayı çok severim. Tanıdıklarım içinde en ilginç kişiyi kendimde buldum. Bazen bu konuşmalara bir konu bulamayacağımdan korktum; şimdi hiç korkum yok, şimdi sen varsın. Şimdi ve ebediyen kendimle seni konuşuyorum, en ilginç nesne hakkında en ilginç kişiyle - heyhat, ben sadece en ilginç kişiyim, sen ise en ilginç nesne."
   -‪Soren Kierkegaard,‬ Baştan Çıkarıcının Günlüğü‬



       Benden başka bir benim var. Ben, benle konuşuyorum, benden başka her şeyi. Konuşmaya kendimle başlıyorum, gel gör ki konuşmayı da kendimle sonlandırıyorum. Her cümlemin başlangıcında ve sonunda kendimi anıyorum, kendimden bir işaret bırakıyorum, batarken gökyüzüne kırmızı bir ışık saçağını işaret bırakan sevgili güneş gibi.
       Ben, beni keşfedeli, ben beni daha bir başka arar oldu. Ben, senden ibaretim. Tüm benliklerin içerisinde beni ayırıp ortaya çıkarmak zahmeti çok büyük felaketlerin eşiğindeydi. Tüm eşiklerin bir yanında sonsuzluk bir yanında felaket vardır.
       Benden başkasının içimde yeri yok. Ben, kendimden bir parça hâline getirdim seni, sen bendesin. Belki senin uzun zamandır bende oluşundan, benim içimde ki savaşların ritmi yükseldi. Her söz başka bir sözün fitillenmesine ve her yeni cümle tepkimelere neden oldu. Cümleler arası rekabet daha da yükseliyor, ta ki bu benliğimdeki savaş bitene dek sürecek.
       Benim içimdeki ben -yani sen- büyük bir âşk taşıyor, üstelik sevdiğim kelime âşk değilken. Kelimelerle de bir savaştır içimde başlayıp sürekli kendini tekrarlayan, bazı savaşların sonu yoktur ve hiçbir zaman bir üstünlük söz konusu değildir. Bazı savaşlar hiç bitmez ancak insan savaşın her safhasında mağluptur, yeniliyorum ama savaş bitmiyor. Yenilgilerimin sonu yok.
       Kendi kendime yaptığım nutuklar aslında içimde ki insanlığın nutkudur; ateşi artık kendisini dahi zor ısıtan. İçimde giderek sayısı artan ölümler var.
       Ben kendimi kendimde kaybettim. Seni de kendimde kaybettim. Benim içimde kaybettiğim pek çok şey ve onların izleri var. Bedenim ise beyaz bir örtü; artık tozlanmış olan ve bedenimi terkedeceği ânı bekleyen ruhumun. Bu gece kalbim sana emanet.*


İlk aşk, ağırlık yapan ruhunu çıkarıp başkasının avucuna koymaktır. Sonrası, kayıp olan ruhunu aramaktan ibaret.
   -Burak Aksak

Kirpik Uçlarıma Kadar Seviyorum

Ayak uçlarıma kadar,
Seviyorum.

Kader çizgim ve damarlarımın kesiştiği,
O yeşil çizgi boyunca,
Seni görüyorum.
Resmin beyaz tenimin yeşil ırmağında:
Vaad edilmiş toprakları gördüğünü sanan,
Yahudiler gibi.
Parmak uçlarım yanıyordu,
Yanaklarına dokunamadığından beri.
Dudaklarım kızgın,
Kırgın diğer parçasıyla buluşamadığından.
Her eş, kendininkinden bir parça taşır.

Kirpik uçlarıma kadar,
Seviyorum.

Öyle ki kirpiklerim bana ağır geliyor,
Kütlesi arttı gözlerini gölgelemeyeli.
Sözler uçup gitti,
Tutamadım aklımda,
Tutamadın avuçlarında.
Her söz ağuşunda.

Kelimelerimin uçlarına kadar,
Seviyorum.