26 Aralık 2015 Cumartesi

İki Şehrin Hikâyesi; Konya-Ankara: Sabahattin Ali'nin "Ses"i Üzerine

İki Şehrin Hikâyesi; Konya-Ankara:
Sabahattin Ali'nin "Ses"i Üzerine

Sabahattin Ali (1907-1948), Türk hikâyeci, romancı, şâir ve düşünür. Gerek romanları gerekse öyküleriyle edebiyatımızda önemli bir yeri olan Sabahattin Ali, okurunu sıkı bir gerçeklik ağıyla kuşatır. Onun gerçekliğini sunduğu tablolar her şeyi gözler önüne serer. Güçlü gözlem gücü, kasabadan şehre kadar pekçok mekânın metinlerde kullanılması, karakterlerin zenginliği ve ortaya çıkış sürecindeki başarı, objelerin hikâye boyunca dikkatli kullanılışı onun öykücülüğünün önemli noktalarındandır.
Ses öyküsü temel olarak iki yerde geçmektedir. Konya kırsalı ve Ankara şehri. Sıvaslı Ali isimli genç bir yol işçisinin sesini çok beğenen bir konservatuar öğretmeni ondaki bu kabiliyeti değerlendirmek için Ankara'ya davet eder. Ali, orada şehirli bir talebeyle ortak sınava tabi tutulur, kendisini hep yadırgadığı sınıfta kendine güvenenleri mahçup ettiğini düşünerek elenir.

Konya'dan Ankara'ya
Metni iki önemli bölüme ayırarak incelediğimizde ilk kısımda karşımıza Konya çıkmaktadır. Ali'nin sesi Konya ovası kadar geniştir, ay ışığı kadar yol aydınlatıcı, kamyonu bekleyen yolcular kadar sabırlı. Ali'de âdeta Konya'nın bütün ferahlığı vardır. İçinde olduğu yeri sevme, işini yapma, yârenlik etme. Âli, tam bir Anadolu insanı gibi çıkar karşımıza. Sabahattin Ali'nin burada karşımıza çıkardığı tip herhangi bir yerde karşılaşılabilinecek şekildedir.
Konya. Uçsuz bucaksız ovaların, alabildiğine berrak gecelerin şehri, Sivas gibi. Ona ait olan herkes bu uçsuz bucaksızlığın içinde yaşıyormuş gibi aslında. Konya'da yaşayan insan yüzlerce yıldır aynı. Tarımla uğraşan, bir yanı da hayvancılıkla, ürettiğini tüketen insan. Herhangi bir Anadolu şehridir Konya, insanı da herhangi bir Anadolulu'dur. Mekân genişledikçe, insan azaldıkça rahatlıyor Ali. En çok da aslında kendini ait hissettiği yerde.
İnsanın aidiyetini en iyi gösteren öykülerden biridir belki de "Ses". Sıvaslı Ali ekseninde, onun mekânla beraber değişen kişiliği, bunun psikolojik ve sosyal alt yapısı, insanlarla ilişkisi ve pek çok ayrıntısı ayrı ayrı önem arz etmektedir.
Şüphesiz ki insan için en önemli konulardan birisi bahsettiğimiz bu aidiyettir. Bir şeye, bir yere, bir kişiye ait olmak. Yaratılıştan beri hep bir şeyi hükmü altına almaya yönelen insanoğlu için bu kaçınılmaz bir durumdur. Tıpkı Ali gibi. Ali de ovanın insanıdır; yarık çarık, yırtık çorap, yamalı elbise giyenlerdendir ve kendisini en çok o zaman aidiyetin içinde bulur. O kendi gibi olanlarla beraber olduğunda ancak sesini bulabilir. Ankara'da sesini yitirişinin kaynağı bambaşka bir coğrafyanın etkisi altına girmesindendir. Sesini kaybettiğini kendisi de belirtir zaten. Özellikle cumhuriyetin bu ilk devrinde şehirle kırsal arasındaki büyük farklılık düşünüldüğünde onu anlamak çok da güç değildir. Edebiyatımız bu tür kitaplar, sinemamız bu tarz filmlerle doludur. Sosyal hayatın sanata yansıması hayli fazla görülür bu dönemde, devrim, savaş, isyan gibi büyük etkiler bırakan her olaydan sonra görüldüğü gibi.
Ankara. Cumhuriyetin başkenti. Smokinli, fraklı beylerin, tuvalet giyen kadınların şehri. Devrimin sembolü gibi yükselen bir şehir. Meclisin, bürokratların, ülkeyi yöneten kesimin imparatorluğun üzerine kurduğu şehir. Peki Konya'da yaşayan birinin Ankara'daki tutumuyla Ankara'da yaşayan birinin Konya'daki davranışları arasında fark olabilir mi? Elbette olur. İki öğretmen arkadaş Konya'da hiç yabancılık çekmezler. Oysa Sıvaslı Ali kendisini Ankara'da bambaşka bir gezegendeymiş gibi hisseder, buna da hakkı vardır. Bir Anadolu köylüsü için büyük şehir hayâl dahi edilemeyecek bir şeydir.
Ali ile sarışın çocuk arasındaki mücadelede asıl ağır basan taraf ses değil şehirdir. Ali'yi mağlup eden içinde yetiştiği ortamla bulunduğu konum arasındaki tezattır ve bu aykırılık büyüdükçe o sahip olduğu her şeyi yitirmektedir. Sesini bulacak gibi olduğunda dahi kendisi ileriye taşıyabilecek bir hamlede bulunamaz, sessiz sedasız bir köşeye çekilir. Belki de "acziyet" psikolojisidir bu.
Acziyet, aslında insan doğasının en büyük ikilemi. Kişi, kendisini hep bir şeye gücü yeterken bir şeyden yoksun görür. Hiç kimse hayatta her şeye sahip değildir ve bu acziyeti tetikler. Bunun çaresi nedir? Yok. Hayat bu çaresi olmayan hastalıklar üzerinden yürüyen sınavlarla dolu. Acziyetin de boyutu kişiye, mekâna, duruma göre değişmekte. "Ses" öyküsünde aslına bakılırsa her durumun ortaya çıkardığı acziyetler gün ışığına çıkmaktadır.
Kişinin kendi varlığından kaynaklanan acziyete bakıldığında Ali'nin sesini bulmaya başladığı sırada bir ânda köşeye çekilip meydanı sarışın çocuğa bıraktığı zamana gidilebilir. Kendini ait hissettiği dağdan, ovadan ayrılıp hiç bilmediği bir şehire geldiğinde de içinde olduğu ortam ona acziyetini hissettirir. Zira Ali kendisini o ortamda yadırgamasa belki de sınavı kazanabilirdi. Sarışın çocuktaki rahatlığa ihtiyacı vardı yalnızca. İnsan, bilmediğinin yadırgayıcısıdır. Bundan sonra da Ali bir ân önce içinde olduğu dertten kurtulma arzusundadır. İçinde yenilmişlik değil, kendisine güvenenlere duyduğu mahcubiyet vardır, yine kendisi için bir şey isteyemez. Onlar için aldığı sekiz paralık sazı bile iki paraya satıp kimseye dert olmadan çeker döner. Belki de bu hep anlatılan Anadolu insanının Sabahattin Ali'nin öykülerinde de görülen bir tutumu gibidir. Anadolu insanı kendini hep geri planda tutmak ister gibi. Şehirdeki insan meyhanelerde içki içip bağırır çağırırken o arka planda durup sessiz sedasız yaşama derdindedir.
Bu sayılanlarla beraber Sabahattin Ali'nin "Ses" isimli öyküsü onun edebiyatında sıkça görülen sağlam temeller üzerine kurulmuş güçlü bir metin olarak okurun karşısına çıkar.

16.12.2015

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder