27 Mart 2016 Pazar

Öykülere Sinmiş Düşler: Geyikler, Annem ve Almanya

Öykülere Sinmiş Düşler: 
Nursel Duruel'in Geyikler, Annem ve Almanya'sına Dâir


"Sözcükler... Sözcükler dolandı, sözcükler resim oldu, sözcükler ses oldu. Sözcükler yaşam oldu dolandı, sözcüklerle sarmalandılar. Sözcüklerle yiğit oldular, sözcüklerle serseri, âşık, bilge, kâmil, devrimci, yürekli, korkak, pısırık..." (GAA sf.44)

Nursel Duruel, Türk öykücülüğünde iki kitapla kalıcı bir yer edinmiş önemli yazar. İlk öyküsü 1979'da Türk Dili'nde çıktı. Geyikler, Annem ve Almanya ile 1981'de Akademi Kitabevi Öykü Ödülü'nü ve 1983Sait Faik Hikâye Armağanı'nı; Yazılı Kaya adlı kitabında yer alan "Burgaç" adlı öyküsüyle de 1990 Yunus Nadi Yayımlanmamış Öykü Ödülü'nü aldı. Öykü yazarlığıyla ilgili elimizde bulunan metinler bu iki kitaptan ibaret.


“Geyikler, Annem ve Almanya”
Bir su damlasının hikâyesi. Aslına dönmek isteyen, bunu gerçekleştirmek için çırpınıp duran ve hayatını bunun üzerine temellendirmiş bir su damlası.
Bir çocuğun düşleri. Rüyâsında attığı kahkahalara gizli çığlıkları. Küçültme eki almış kelimelere sakladıkları. Hayâllerin hayata düşürdüğü izler.
Öykü, okuyucuya küçük bir kız çocuğunun dilinden aktarılır. Teklik birinci şahsın dilidir bu. Bu da atmosferin etkisini arttırmaktadır. Küçük kız çocuğu annesinin Almanya'ya babasını görmeye, belki onunla son kez konuşmaya, mümkün olursa orada iş bulup anavatanda kalanlara bakmaya gideceği vakte kadar süren geceyi anlatır.
Hayat, hiçbir zaman düşler kadar güzel değildir. Bunun için belki de düşler vardır veya icat edilmiştir. Zira insan, kendisini hayata bağlayacak şeylere ihtiyaç duyar. Kimi tanrı(lara) kimi rüyâlara, kimi hayata, kimi hayâllere, kimi sanata, kimi bilime. Herkes bir tutamaç arar hayatı boyunca kendisine. Öykü kişisi de kendi tutamacının peşindedir. Henüz çocukluğunda kişiliğinin oluştuğu çağdadır ve sunduğu şeyler onun hayatını gözler önüne serer hissettirmeden. Geleceği kesin olarak bilinemese dahi okuyucu atmosferin etkisiyle aslında sezer onun hayatını. Kaderde her şey yazılıdır ve bazıları, bu kitabı da okumuştur. “Geyikler, Annem ve Almanya” öyküsünü okuyan insan da bir ailenin kaderini okumuştur böylece.


Baba: Bir Uzak Ülke
Her insan gerek iyi gerek kötü yanlarıyla bir ülkedir kendi içinde, coğrafyasında, kapladığı hayatlarda. Baba figürü bu hikâye için de takip edilmesi gereken bir unsurdur. Kız çocuğunun belleğinde baba onunla çok fazla vakit geçirememiş olsa da çok olumsuz sunulmaz okuyucuya. O, rüyânın anneye sevgiyle bağlanan parçasıdır. Bu doğrudan babanın kendi varlığıyla mı ilgilidir yoksa annenin onu hemen boşamak istemeyişinden ötürü dile gelmese dahi hâlâ muhtemel olan sevgisini hissedip ona göre konumlandırmakla mı alakalıdır, bu da bilinçaltına yerleşmiş bir diğer lekedir.
Baba, aslında üç farklı kişi tarafından profili çizilen biridir öyküde. Büyüklere saygı gösterip sırayla anlatmaya başlarsak:
Anneanne için baba, "hayır gelmeyecek", "anneyi sefil edecek", "babalık etmeyi şimdiye dek bilmeyen". Aslında anneannenin anlattığı baba Türk toplumunun sıradan "adam olmamış" tipidir. Anneanne kendi içinde gerekli nedenleri de sunar okuyucuya. O ne ülkesinde bıraktığı ailesine maddi yardım eden, ne eşine saygısı olan, ne çocuklarını düşünen biridir. Gittiği Almanya'da da ülkesindeki gibi sefil bir hayat süren kişidir. Almanya'ya gidip kendisini iyice bataklığa saplayan insan tipleri anlatılan ve dinleyen tarafından artık şaşılmadan karşılanılacak kadar sık yaşanmış şeylerdir. Babanın buradaki profili negatiftir.
Baba, ikinci olarak anneden aktarılır. Anne, babaya bir şans daha verecektir. Belki de onda hâlâ bir umut ışığı görüyor veya varsa ona karşı sevgisi hemen kopmasını engelliyor veya kendisinin de öyküde belirttiği ve çok sık söylenen "geçmişin hatırına" onunla son bir kez daha konuşacaktır. Burada annenin tavırlarında daha çok ölçüp biçen insanın hâli vardır. Durumu kavramaya, ne yapılacağını kestirmeye çalışan bir yapıdadır. Anneanneye göre çözümü daha çok arayan bir tavır sergiler, hemen boşanıp kurtulmayı düşünmez. Annenin babaya karşı tutumu dolayısıyla daha nötrdür.
Öykünün anlatıcısı küçük kız çocuğunun babaya dâir düşünceleri de rüyâya dayalıdır. Rüyâlar, kalbin aynasıysa veya Freud'un söylediği gibi bilinçaltının izdüşümleriyse ve kişinin içinde taşıdıklarının birer görüntüye dönüşümüyse, kız çocuğu babaya karşı daha pozitiftir. Bunda rüyânın bir kâbus değil de güzel temeller üzerine kurulmuş yapısının da payı vardır elbette.
Rüyâda baba, anneye ve kendisine kilimleri yıkama, onların tozunu silkme gibi konularda yardımcı olur. Çocuğunu her baba gibi havaya fırlatıp kucaklar. Oyunlar oynar gibidir. Herkese karşı olan büyük sevgisini gözler önüne serer. Mutlu bir aile tablosudur rüyâya izi düşen. Bu aslında çocuğun en büyük hayâlidir. Toplamıdır hiçbir zaman yaşayamadığı duyguların. Bu anlamıyla öykü kişinin içinde biriken bütün hayâller bu rüyâya sinmiştir. Bu yüzden düşün önemi daha da artmaktadır.
Baba, öykünün maddi ve manevi uzak ülkesidir. Ona dâir düşünceler farklı yaşlardaki üç kişi tarafından ifade edilir. Üç kuşak demektir bu. Babalık makamının geçirdiği evreleri gösterir mi peki? Anneanne için aslında babanın karşılığı söylediklerinden çıkarılabilmektedir. Anne de bu söylenenlere karşı çıkmamamakla beraber yine de ilişkisinde sevgi veya o türden bir şeyin de olduğunu hissettirir. Çocuk için ise sevgi, yakınlık, birliktelik diye nitelenebilecek durumlar ön plana çıkarılmaya çalışılır.


Anneler ve Kızları
Anneanne öyküde iktidarı sergiler. O, her şeye hâkim güç olarak karşısındadır okuyucunun. Kızına ne yapması gerektiğini, torununa uyması gereken kuralları, bir diğer kızına (Afyon’daki teyze) yerine getirmesi gerekenleri buyurur. Kızına boşanmasını, torununa antika olduğu ve eğer kırılırsa parasını ödeyemeyecekleri için eşyalardan uzak durmasını tembihler. Herkes itiraz göstermeden onun söylediklerine uyar. İktidarın sözü geçer yani.
Anne ise kızına karşı şefkatlidir. Bu hemen gösterir kendisini. Ağlayan kızına kendisinin de ne kadar üzgün olduğunu söyler. “Ayrılık sadece kızın anneyi yitirişi değil aynı zamanda annenin de kızı yitirişidir.”, der, süre önemsiz de olsa. Ayrılığın olduğu yerde zaman anlamını yitirir. Vaktin nasıl geçtiği fiziksel bir durum olmaktan çıkıp psikolojik bir hâl alır. Rüyâ uzadıkça uzarken uyku kısaldıkça kısalır. Uzun bir rüyâdan sonra uyku sonu duvara çarpılır. Anne gider ve başka bir süreç başlar.
Anneler ve kızları mevzusu kitapta yer alan diğer öykülerde de yer yer işlenmiş konulardandır. Sözgelimi “Fırıncı Şükriye” adlı öyküde de Şükriye ile annesi Habibe Teyze arasındaki ilişki öykünün ana karakterinin gözünden aktarılır. Onların arasında da daha çok alt-üst ilişkisi vardır. Şükriye, annesinin her sözünü yerine getirir, beraber fırında ekmek pişirir, odun taşır, ocak yakar, yemek pişirirler. İlişkilerinde birbirlerini tamamlarlar. Bu öyküde yer alan anneanne ile anne arasındaki ilişkiden çok da farklı değildir bu yanıyla.


Eşyalara Sinen Hayatlar
Öyküde bir diğer husus içinde bulunulan evin antika eşyalarla döşeli olmasıdır. Antika, TDK sözlüğünde "tarihsel bir döneme ait olan, antik, eski çağlardan kalma eser" olarak açıklanır. Fotoğraflar, tablolar, vazolar, bin bir çeşit eşya hiç dokunulamayan. Ev tarihle doludur bir yanıyla ve Almanya güzeldir bir çeşit nostalji duygusuyla da. Tüm bu antika eşyalar aslında okuyucuya sunulmuş bambaşka bir âlemin, hayatın göstergesidir. Hikâyenin içinde bir başka hikâye yer alır sezdirilmeden. Hiç anlatılmamış. Yalın. Dışişlerinde görevli bir erkek, eşi, zenginlik ve rahatla geçen, pek çok ülkeye yayılmış, bulunulan her yerden orayı simgeleyen bir eşya alınarak oluşturulmuş bir hayat. Yani o gece orada bulunanların tam zıddı. İç içe geçmiş iki aile. Bu iki aile de bir yanıyla birbirlerinin eksikliğini ortaya koymaktadır. Bu varlıklı aile çocuk sahibi değildir. Zaten Mihriban Hanım bu konuda anneyi kıskandığını açıkça belirtmiştir. Öykünün üzerine kurulu olduğu aile ise birliğe, zenginliğe sahip değildir. Aile bireyleri dağınık ve ihtiyaç duyulan zenginlik onlardan uzaktır. Baba Almanya'da, teyze ve kardeş memleketleri Afyon'da, kendileri İstanbul'da. 
Öyküde kız çocuğu bu eşyalara dokunmaktan men edilir. Oysa çocukların -her şeye olduğu gibi- bu tür eşyalara da ne kadar meraklı olduğu düşünülebilecek şeylerdendir. Çocuk bu dokunuşlardan men edilerek bir yanıyla o tür bir hayattan da men edilir. Hayatına zenginliklerin, birliktelik kokan eşyaların girmesi önlenir. Bu, önleniştir. Çünkü anneanne de hangi niyetle olursa olsun ailenin dağılmasını kavuşmasından daha çok istemektedir. Onları ayıracak şeyler bir araya getirecek şeylerden daha ağır basmaktadır terazide. 
Bu dağılmışlığın zıddı olarak ve tezatla bunu güçlendirerek önem taşır kısaca diğer aile.


Rüyâlar ve Anlamları
Yarım aydınlıkta tutuşur, parlar 
Uyku sularında yüzen (geyikler) 
Ahmet Hamdi Tanpınar, "Uyku Sularında"

Rüyâlar insan hayatında pek çok karmaşaya sebep olsa da edebî metinlerde ortaya koydukları işlev gizli yatan sırların ifadesidir ağırlıklı olarak. Freud, Düşlerin Yorumu adlı eserinde edebî metinlerde rüyâların sembolik önemini de ifade etmektedir. Bu çerçeveden bakıldığında da rüyâ, öykünün büyük bir bölümünü kaplamaktadır ve çocuğun içinde yatan tüm gizil duyguların gözükmesini sağlamaktadır. Belki içinde bulunulan durum belki de baskı yüzünden dile getirilemeyen hisler bu rüyâda açıkça ortadadır. Hikâyeye adını veren söz dizisinden “geyikler” de rüyânın bir parçasıdır zaten. 
Büyük harflerle yazılan “UYUMUŞUM.” cümlesinden sonra rüyâ anlatılmaya başlanır. Zaten küçük olan kız çocuğu daha da küçülmüştür. Tüm bu küçülmelere rağmen bilinç bir yanıyla hâlâ işlevini yerine getirmektedir. Kış gitmiş bahar gelmiştir. Bu kışın gitmesi ve baharın gelmesi çocuğun içinde yatan kötücül duyguların da kendisini terk etmesi olarak ele alınabilir. Uzun rüyâ faslı bahar günleri kadar aydınlık ve ferahlık vericidir.
Geyikler, bir kilime işlenmiş olarak çıkar okuyucunun karşısına. Kilim yıkanmak ve tozlarından arındırılmak için dereye sokulur. Baba dört yanına koymak için taşlar getirir. Anne, baba ve çocuk bir kilimin etrafında toplanmışlardır. Kilim usulca dereye sokulur ve geyikler dalgalanmaya başlar. Dalgalar, dalgalar, dalgalanmalar, sonu hiç gelmeyen. Geyikler, çiçekler ve ağaçlarla beraber kıpırdanır durur. Dere çağladıkça çağlar. Tüm bu hareketlenmelere rağmen geyik kilimden kopup özgürlüğüne kavuşamaz çünkü o ete kemiğe bürünmüş bir varlık değil, bir nakıştan ibarettir. Zincirlerinden hiç kopamaz. Tıpkı kız çocuğu gibi. O da onu tutan bağlardan kopamaz ve onlardan ayrılamadıkça o geyik kadar işlenmiş, Almanya kadar uzak ve büyülü kalır içerde.
Öte taraftan geyiğin Türk kültürü içerisinde de büyük bir önemi vardır. “Alageyik Efsanesi” ve “Geyikli Baba Efsanesi” gibi bilinenleri bile ona atfedilen önemi sergiler. Gökgeyik, Türk mitinde kendisinden türenilen bir hayvandır. Geyik, özgürlüğün, ormanlarda başıboş gezen bir güç olmanın karşılığı olmuştur bu anlamda. Onun kilime işlenişi de farklı bir gözlemle ele alınabilir dolayısıyla.
Öyküde “UYUMUŞUM.”dan sonra büyük harflerle yazılan ikinci kelime “SEVİNÇ”tir. Uyumak sevinçtir, demek gerek belki de. Mutlu olmak için uyumak gerek zira hayatta hiçbir zaman yeteri kadar mutluluk mevcut değildir. Bunda en önemli unsur âdemoğlunun açgözlülüğü, yetinemeyişi, hırsı, arzularının çokluğudur. Daha da küçülen kız çocuğunun ise arzuları normal bir şekilde düşünüldüğünde çok olmasa dahi tüm ilişkiler anlatıldığında ve hesaplandığında pek mümkün gözükmemektedir. Umudu tüketen unsurlar var edenlerden fazladır. Bu nedenle kız çocuğunun geleceğinde sevincin ne denli hâkim olacağı belirsiz de olsa ipuçları vermektedir.
Öte taraftan rüyâ özellikle belirtildiği gibi “sevinç” yazan kısımlar haricinde mutluluğa dâir herhangi bir şey yoktur öyküde. Ailede anlatılan herkesin hüzünle dolu bir hayatı var gibidir. Anneannenin, annenin ve kızın hayatı bir mutsuzluk silsilesidir. Bunlar içinde en önemlisi de etkisinin daha büyük olacağı düşünüldüğünde kızınkidir. Bu, görülen rüyânın sakladığı özlemlerle daha da keskin bir biçimde gözler önüne serilir.
Freud’un eserinde rüyâların bir diğer önemli fonksiyonu “dilek gerçekleşmesi” olarak tanımlanır. Öyküde bu rüyânın gerçekleşip gerçekleşmemesine yer verilmez, o belli bir süreci aktarır. Öncüller ortadadır ve son yoktur. Bu uzun bölüme tamamen çocuğun “dilekler”i olarak bakmak mümkündür. 
Rüyâ, “Uyudu.” Cümlesiyle sonlanmaktadır. Rüyâ içinde rüyâ mı söz konusu? İlk bölüm gibi ikincisi de uyumakla sonlanıyor. Hangi bölümün gerçek hangisinin rüyâ olduğu biraz örtülüyor sanki buralarda. Kır sahneleri gerçek, evde oldukları sahneler mi rüyâydı yoksa, diye düşünmek isteyebiliyor okuyu. Oysa gerçeklerin daha acı olduğu bilindiğinden hemen toparlanır okuyucu. Kapının zili çalar. Rüyâlar, zillere sağırdır.


Yitip Giden Şeyler
Kapı zilinin çalmasıyla rüyâ sonlanır. Anneannenin gözleri dikilmiştir torunun üzerine. Onun torununun yüzünde bu rüyâ boyunca ne gördüğü merak edilebilir elbette. Bundan sonraki yarım sayfalık kısım çocuğun kendisine fısıldadığı şeylerden ibaret: “Ben bir su damlasıyım. İnatçı bir su damlasıyım. Büyümek için savaşacağım. Mutlu düşleri gerçekleştirmek için savaşacağım.”
Bu sözler çocuğun ağzından dökülür dökülmez bu sefer yastık kılıfını sökmeye girişir. Anneannesi ne yaptığını sorduğunda kılıfı ıslattığı için yıkayacağını söyler. Kılıf aslında gözyaşlarıyla ıslanmıştır ancak o, çişini yaptığının sanılmaması için yıkamak istediğini söyler. Rüyâda uzun ince akan dere misali su. Su, rüyâ boyunca da hep akmıştı bir yanıyla. Dur durak bilmeden. Su, hep akıp durur. Çocuğun gözyaşlarını çiş gibi vücuttan dışarı atılması gereken bir şey olarak tanımladığı sonucuna da varılabilir bu anlamda. İkisi de baskı sonucu salınır dışarı ve ikisinin kaderi de saklanmak zorunda oluşudur.
Rüyânın bitimiyle geyikler yiter, anne yiter, Almanya zaten yitiktir. Mutlu günleri görmek bir söz dizisinden ibarettir. Çocuğun hayatında yitip giden şeyler keskin bir şekilde kendisini gösterir.

Birlikte yazmadık hiç.
Sözcükler aramızda kaldı,
Öylece...
Orta yerde...
Beğenen seçip aldı,
Tek bir sözcük etmeden.
("Ölüm Aralarında Kaldı", sf 44),

1 yorum: