30 Mart 2016 Çarşamba

Öykülerden Filmlere: Nereye

Öykülerden Filmlere: “Nereye”
Nursel Duruel'in "Nereye" Öyküsünden Michael Haneke'nin "Yedinci Kıta" Filmine

Nursel Duruel'in Geyikler, Annem ve Almanya adlı kitabında yer alan “Nereye” öyküsü ve Michael Haneke'nin “Yedinci Kıta”sı. Kitapta yer alan bu öykü aslında bir zamanı sorgulayış. Hem de şimdiden onlarca yıl önce yapılmış. O günden bugüne kadar geçen zaman bu öyküde anlatılanları haksız mı çıkardı haklı mı? Şüphesiz ki haklı. İnsanoğlu sürekli kendini tekrarlaya tekrarlaya ve her şeyi giderek daha da kötüye sürükleyerek şimdinin bu içinden çıkılamaz boşluğuna sürükledi kendisini, bir yanıyla da ilk atasının yaptığını yinelemeye devam etti. İnsan, hiçbir zaman mutlulukla sarmalayamadı kendisini. Daima bu mutluluğu kendinden sıyıracak bir kaynak aradı. Bugünün elma’sı da bu anlamsızlık aslında. Anlamı olmayan bu yaşantılar arasında, yazılsa hiç kimsenin okumayacağı, resmedilse kimsenin bakmayacağı, filme çekilse kimsenin izlemeyeceği hayatlar. Tam da bu nokatada, gidecek hiçbir yerin olmadığını anlatan, kokuşmuş yaşantıları gözler önüne seren bir başka şeyle bağını kurdum öykünün: Haneke'nin “Yedinci Kıta” adlı filmiyle. 
Öykü, Yusuf ile Aytaç’ın evliliği, Yusuf’un ailesi ve ilişkileri, yaşadıkları yer ile bağlarını anlatmakta. Birbirleriyle iç içe geçse de insanların aslında ne kadar uzak hayatları olduğunu, düşüncelerinin ve duygularının ne kadar farklı olduğunu göstermekte. Film de yine aynı şekilde sıradan bir ailenin, her şey mutlu gibi gözükürken ne kadar boş bir hayat sürdüğünü gözler önüne seriyor. Haneke sinemasının temel yapı taşlarını gösteriyor. Üstelik bir Alman ailesi, çekirdek. Öyküde ise klasik bir Türk ailesi var, geniş. Ancak her ikisinde de ortaya çıkarılan şey bir kopuş, mutsuzluk, tutunamayış. Bu da belki de evrensel bir konu olduğunu gözler önüne serer diye düşünüyorum yabancılığın. Hayatların zaman içinde giderek sönük bir şekilde yaşanılır olması, mahremiyet duvarlarının yıkılıp insanların koloniler halinde taş yığınları arasına hapsedilişi, büyük enginliklerin kurak yapılara terkedilişi. Tüm bunlar insanlığın yitişinin göstergesi bir yanıyla. Burada insanoğlunun ilk hatayı nerede yaptığını sorgulamaya başlamalı belki de. Yerleşik hayata geçerek mi hata yaptık, sanayi devrimiyle mi, atomu bularak mı, nerede yaptık ve nereye gideceğiz? Kendi elimizle mahvettiğimiz bu hayatın sonu nereye varacak? Boşluk.
Hayatta her şey birbirine eklemlenerek ilerliyor. Tek, yalnız, kendi olarak var olabilen bir şey artık günümüzde mevcut değil, bir yanıyla hiçbir zaman da var olmadı. Bunun için insan sadece kendi olarak değil çevresi, zamanı, ona etki eden faktörlerle ele alınır. İşte bu noktada insanı anlamak da kolaylaşırken onu yalnızca benliğinden sıyırmak isteriz. Bu karmaşık yapıların sonu ancak daha dolaşık yollara çıkarır insanı. Filmlerle öyküler de benim için burada kesişmekte. Haneke ile Nursel Duruel de benim için bu noktada birbirine eklemlendi. Yabancılaşma farklı coğrafya, şartlar ve kişilerde kendisine yer etti. Artık herkes birbirine daha çok benziyor, insanlarla beraber zaman, mekân, sıkıntılar, cennet ve cehennem de. Her şey birbirine o kadar çok benziyor ki aradaki nüansları anlamak giderek daha da zorlaşıyor. Aytaç'ın dediği gibi:
"...Niye biz biz deyip duruyorum? Yusuf'la ben biz miyiz? Hele sizle ben biz miyiz? Biz olmak, karşı çıkacağın yerlerde susmakta, açıklamalar getirmekten kaçınmakta mı birleşmektir? Burada, buradaki ilişkilere, kentte oradakilere ayak uydurmak mıdır biz olmak, hiç soru sormadan? Kocamın, sizlerin, arkadaşlarımın, amirlerimin büyüklüklerimin isteklerine uygun davranmaya özen gösteren ben ve benim gibiler mi birleşip biz oluyoruz? Üstelik isteyenler, şu şöyle olsun, bu böyle diyenler istediklerini gerçekten kendileri mi istiyorlar? Neye göre istiyorlar? Niye hep aynı şeyleri istiyorlar? Ben kayıbım... Kayboldum... Kayboldum..."



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder