Bir kez kırılmaya başlayınca un ufak oluyor insan. Yine de her şey tek bir kırılmadan ibarettir, ilk kırılmanın ardındakiler sadece ardıçlardır. Bir kez yıkılma başladıysa ardıçlar sadece ilk kırılmayı tekrarlar.
Tek bir kırılmadır tüm hayatların ömür-dönümü. Hiçbir şey eskisi gibi olmuyor, kırılınca eski diye bir şey kalmıyor, yeni bir şey de eklenmiyor. Kapısı olmayan dört duvarın içerisinde yaşamaktan farklı değil, basık tavan, sessiz ve ışıksız bir ortam. Bu arada, ne zamandan beri mağaralara değil de odalara hapsediyoruz kendimizi? Kaç yüzyıl geçti üzerinden? Niye ilk günkü kadar yakıcı tüm kırılganlıklarımız?
Bir kırılma noktası atlattım ben, bir kırılma noktası atlatır herkes. Başka da bir kırılma noktası olmaz, hayat tek bir ândan ibaret, o ânı yaşamaktan. Aslında bir kırılma noktası atlatamadım ben, esir kaldım, kırılma noktasındayım, kırılıyorum. Tutunduğumuz şeyde kırılıyoruz. Hayatımız bir kırılma noktasından ibaret.
Ardıç kırılma diye bir şey varsa bence o da ilkinin hatırlatılmasıdır; yeni kırılmalar diye bir şey olamaz, ilk kırılma yeterince güçlüyse. Bu kırılmadan sonra insan sadece kırılmanın kendisine tutunabiliyor, uzanan tüm eller bu kırılmaya ait. Bazı şeylerin vefakâr olduğu su götürmez bir gerçek, tüm kırılganlıklar da vefalıdır, insanın peşini bırakmaz, belki bu da güzel bir şeydir, sürekli kendini hatırlatan şeyler.
Ben bir kırılma noktasında durmuş tüm bu ne olduğunu bilmediğim şeylerin sonlanmasını bekliyorum. Sonlandıracak güçten yoksunum, ben herhangi bir güçten yoksun olanlardanım. Kırılma noktam, hayatım, kırıldıkça kırılıyor, ardıçlar çok etkili, içimde kırılmayan bir yer kalmadı.
Göğsümde dört nala at koşturan ve her şeyi yakıp yıkan Cengiz Han'lar var.
Göğsümde dört nala at koşturan ve her şeyi yakıp yıkan Cengiz Han'lar var.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder